15 Şubat 2010 Pazartesi

Dicle attı mı?


'Dicle attı Baykal tuttu' şeklindeki tekerleme dünkü Taraf'ın manşetiydi. 'Attı'da ifadesini bulan edimin, ahlaki yoksunluğun belirtisi ve insani hasletlerin yitimi olan 'yalan söylemek' eylemini/davranışını karşıladığını biliyoruz. Biraz sonra zikredeceğimiz Taraf'taki meslaktaşlarımız da biliyor. Tıpkı 'Devrimci Karargah' ile 'Karargah Evleri' arasındaki uçurumu; 'Halk düşmanı' nitelemesinin aşina oldukları politik dünyadaki karşılığını; fişleme ile teşhir etmenin güç ve savunmadaki konumlanışını bildikleri gibi... 
Taraf gazetesi, kapatılan DEP'in Genel Başkanı, eski Amed Milletvekili ve DTK Eşbaşkanı ama şimdi tutuklu bulunan Hatip Dicle'nin yalan söylediğini iddia etmiyor, kesin yargıyla ifade ediyor. O kadar kesinki onun üzerine argodan kendince afilli bir aşırmayla 'çakıyor'. Peki bütün bu sıfatlar, yalan söyleyen bir insanın yalan söylediğini ifade etmeyi engeller mi? Cevap nettir: Hayır... Bunu gazetelerine yansıtanların aktarım şekli başka kategoride tartışılır... İkinci basit soru da şudur: Eğer bu kişi yalan söylemediği halde bayağı bir itham ile karşıya bırakılmışsa ortada en hafif şekliyle bir haksızlık var...

Taraf'ın yargısı

Üstbaşlık: PKK pazarlığı açıklamasına çifte yalanlama
Manşet: Dicle attı Baykal tuttu
Anaspot: Hatip Dicle'nin "Dönen PKK'lılar için pazarlık yapıldı" sözü taraflarca yalanlanırken, CHP lideri iddiaya hızla sahip çıktı.
Spot1: KCK operasyonunda tutuklanan eski milletvekili Dicle'nin mahkemede söylediği "Habur'dan gelen PKK'lıların serbest bırakılması için Ahmet Türk ile Beşir Atalay anlaştı" sözünü... diye devam ediyor ve Beşir Atalay ile Ahmet Türk'ün bu 'sözü' yalanladığı belirtiliyor. Ahmet Türk'ün ağzından "Dicle niye bunu söylüyor, CHP ne yapmak istiyor anlamıyorum" tepkisiyle ikinci spot tamamlanıyor...

Oluşturulan tablo

Okurun kafasından oluşturulmak istenen tablo bariz... AKP ve Türk hükümeti aklanmak istendiği için gerçek durum önemini yitiriyor... Üstelik Taraf'ın Kürtlerle ilgili güçler tarifi ve kategorizasyonu için bulunmaz nimet... KCK, Hatip Dicle, CHP, 'İki tarafın şahinleri', 'Cemil Bayık zihniyeti', 'Ergenekon' bağlantısı ve 'iki halkın da düşmanıdır' tezine ulaşılır... Diğer taraftan işlerine geldiği zaman Öcalan'ın kıymetini bilme ve 'üstün Kürt' payesiyle birlikte yanına 'ılımlı/güvercin' sıralayarak geri kalan Kürt dinamiklerine gaddar bir saldırganlık ehliyetini almış olma kanısı... İşin bu kısmı, gazeteciliğin sınırlarını aşıp, politik konuşlanmaya uygun aktörleri belirleme uğraşına girer ki burda da 'gazetecilik'in yurttaş için yürütülen bir meslekten ziyade büyük bir tasarımın figüranı olması sözkonusudur. Genç bir editörken devlet terörü altında inleyen gazetemi İstanbul sokaklarında dağıtan Ahmet Altan'ın gazetesini, gazetesinin manşetlerine yansıyan dille eleştirmek istemiyorum... Güncel konumuza dönelim.

Hatip Dicle ne demiş?
   
Kürt siyasetçilere yönelik operasyon kapsamında gözaltına alınarak tutuklanan DTK Eşbaşkanı Hatip Dicle, 3 ayrı etkinlikte yaptığı konuşmalardan dolayı hakkında açılan dava kapsamında 10 Şubat'ta Diyarbakır 4. Ağır Mahkemesi'nde hakim karşısına çıkarıldı. Dikkatinizi çekerim, konuşmalardan dolayı. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı'nın hazırladığı iddianamede, Kandil ve Maxmur'dan gelen "Sözde barış grubu"nun kitlesel karşılamasına Hatip Dicle'nin katılarak yaptığı konuşma ile birlikte üç konuşması için ayrı ayrı "Örgüt propagandası yapmak", "Örgüt adına suç işlemek" iddiasıyla cezalandırılması istendi. 

Taraf bunu görmez

Dicle, mahkeme heyetine bu dosyada savunma yapmayacağını şu gerekçeyle anlattı: "Diyarbakırlıyım ve Kürt'üm. Bu bölgede yaşamaktayım, 35 yıldan bu yana legal alanda siyaset yapmaktayım. Öğrenciliğimden beri legal alanda faaliyet yürüttüm. Öğrenci derneklerinde, insan hakları derneklerinde, meslek odalarında yöneticilik yaptım. Bir dönem parti genel başkanlığı ve milletvekilliği yaptım. 10.5 yıl hapis cezası çektim. Sıkıyönetim ve DGM'lerde yargılandım. Bu 35 yıllık sürecin hem tanığı, hem sanığı, hem de mağduruyum. Bu süreç sona erdiğinde, diğer ülkelerde yaşandığı gibi mağduriyetimden dolayı davacı olacağım." 

Yargının siyasallaşması

35 yıllık süreç içerisinde yargının bu denli siyasallaşmadığını dile getiren Dicle, bunu da şu şekilde açıkladı: "15 Ekim 2009 tarihinde DTP Genel Başkanı Ahmet Türk beraberindeki bir heyet ile birlikte İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ı ziyaret etti. Ziyarette 4 gün sonra Maxmur ve Kandil'den grupların geleceği, bunların tutuklanmayıp serbest bırakılması durumunda dağdan inişin hızlanacağı, dağa çıkışın da duracağı bildirildi. İçişleri Bakanı da bu heyete 'konuyla ilgileniyorum. Müsteşarımı Diyarbakır'a gönderdim. Hakim ve Savcılar ayarlandı, geldikleri gibi geçecekler' dedi. Bu aşamada 4 gün sonra Silopi'den gelen 8 gerilla, 'Biz gerillayız. Önder Abdullah Öcalan'ın çağrısı ile barış için geldik' dediler ve bunlar sürecin olumlu sonuçlanması için gerektiği gibi tutuklanmayıp serbest bırakıldılar. Buna rağmen iki ay sonra 24 Aralık'ta legal alanda siyaset yapan Kürt siyasetçiler tutuklandı. Bu çelişkiye ve bu siyasallaşmaya dikkatinizi çekiyorum. Yargının siyasallaştığını belirtiyor bu aşamada savunma yapmak istemiyorum." 
Dicle, cezaevinden adliyeye getirilişinde önceki uygulamalardan farklı olarak bekleme odasında kelepçe ile bekletildi. 

Kim, nasıl kullanır derdi

Hatip Dicle'nin 'yagının siyasallaşması'ndan anladığı ve gerekçe sunduğu argümanlar ile CHP lideri Baykal'ın daha önceki bir açıklamasına melzeme bulma sevincini aynı torbaya koymak ve bunun üzerinden panik halinde manevralarla AKP'yi aklamaya kalkışmak ayıptır. Anladık... AKP Hükümeti, 'Yürütme, Yasama'ya baskı yapmıyor', 'Yürütme, Yargı'ya baskı yapmıyor'u, kendisini bekleyen tehditlerden dolayı ısrarla dile getiriyor. Bülent Arınç, Meclis Başkanvekili'nin odasına girdiği için özür diliyor. Bakan Atalay, Habur'da herşeyin yasal prosedür, rutin içinde kalınarak icra edildiğini savunuyor. Bunları kayıtlara geçirmek istiyor. Sizin buna alet olma hakkınız var mı, üstelik arşiviniz ortada dururken?

Bir övgü gerekçesi olduğunda

Maxmur ve Kandil'den barış gruplarının Habur'dan girişini Taraf gazetesi, geniş bir kadroyla izledi. Öncesi ve sonrasındaki gelişmeleri de okuyucularıyla paylaştı. 'Sınıra 34 kişi geliyor', 'Cumhuriyetin barış miladı' ve 'En uzun gecede pazarlık' bu konuyla ilgili temel üç haberinin başlıkları. Sadece bir tanesiyle yetinelim: Cumhuriyetin barış milâdı... 20 Ekim tarihli sayı ve üşünmeden yazalım haberdeki imzaları; Kurtuluş Tayiz(Bu isme geleceğiz), Faruk Balıkçı, Kadir Barış, Selim Kemaloğlu, Adem Tayan, Ömer Oğuz, Recep Okuyucu, Remzi Budancir ve Ergülen Toprak...

'Her şey yasalarla çözülmüyor'

"Kürt sorununun silahsız çözümü için en kritik viraj geçildi" tespitiyle başlayan habere, Habur’daki buluşmanın barış ümitlerini yeşerttiği iyimserliği eşlik ediyor ve özet girişten sonra hala tekzip edilmeyen şu bölüm ekleniyor: "Taraf’a konuşan üst düzey bir yetkili kalıcı barış için kararlılık mesajı verdi: Her şey yasalarla çözülmüyor. Dağdan inenler böyle değerlendirilmeli."

Ankara’nın gözü Habur’daydı

Haberde bütün gelişmeler detaylı bir şekilde; temiz bir haber dili ve girişteki 'barış' kavramına sadık bir şekilde veriliyor. Yukarıdaki arabaşlık bölümünde Ankara'nın çabasına dikkat çekiliyor: "İçişleri ve Adalet bakanlıkları, Silopi ve Cizre’ye özel ekipler gönderdi. Silopi’ye giden özel yetkili savcı ve hakimler gelenlerin ifadelerini alırken, Cizre’ye giden İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Osman Güneş de kontrol dışı bir işlem yapılmaması için çalışmaları bizzat yönetti.
İçişleri Bakanlığı, Mahmur ve Kandil’den gelen grupların, Habur Kapısı’ndan girişindeki işlemlerin yürütülmesi için Bakanlık Müsteşarı Osman Güneş başkanlığında Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Gülcü ile bir merkez valisini görevlendirdi. Taraf, İçişleri Bakanlığı’nın özel bir ekip göndereceğini iki gün önceden yazmıştı. Şırnak’a giden özel ekip, çalışmaları Silopi ve Cizre’de yönetti. Güneş, gelen grupların girişinde kontrol dışı bir işlemi önlemek ve DTP’nin karşılama mitinginde olağandışı bir müdahalenin önüne geçmek için çalışmaları bizzat takip etti.
Güneş, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a gelişmeler hakkında sürekli bilgi vererek, Ankara’yı haberdar etti."

Tekzip edilmeyen diğer bilgi

Taraf, haberine devam ediyor ve yine hala tekzip edilmeyen özel bir bilgiyi okuyucularıyla paylaşıyor: "DTP milletvekilleri ve avukatlarla görüşerek gelişmeler hakkında görüş alışverişinde bulunan Güneş’in 'Pişmanlık konusunu dayatmama ve serbest bırakılmalarını sağlama' konularında güvence verdiği öğrenildi." 

Türk ve Atalay görüşmesi

Bu görüşme barış gruplarının öncesinde gerçekleşti. İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve eski DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk, Tarım Bakanı Mehdi Eker'in AOÇ'deki makamında buluştu. Bu görüşmede, Taraf'ın anlattığı 'Cumhuriyetin barış miladı'nın öncesi netleştirildi. Hassasiyetler ve katkı beklentileri paylaşıldı. Nitekim Taraf camiasının da savunduğu 'hukuk ve sayeset' ilişkisinin pozitif kullanımının güvenceleri verildi. Sonuç da ortadaydı ve çıkan pürüzlerin nasıl aşıldığını yine Taraf yazdı. Tabii ki İçişleri Bakanı, yargıya müdahale ettiğini söylemeyecek ve tabii ki Ahmet Türk, ahlaki davranmanın erdemini idrak edecek kalibrede... 

'PKK iki halkın da düşmanı'

Taraf, 'Cumhuriyetin barış miladı'nın nasıl sabote edildiğini aslında Hatip Dicle'nin faaliyetleri ve tutuklanma gerekçe ve biçimine bakmak isterse teslim eder. Ancak, bunun yerine Reşadiye saldırısını monte ederek, "PKK, barış sürecini sabote etti" dedi. "Demokratik açılım ve barış sürecini hedef alan Tokat’ın Reşadiye ilçesine bağlı Sazak köyündeki saldırıyı PKK üstlendi" diye devam eden Taraf, diğer Türk medyası gibi bir başlık seçmedi. Duyarlı Kürtleri, demokratları, liberal demokratları uyardı ve 'PKK iki halkın da düşmanı' demeyi tercih etti.

'Allah Allah Allah Devrimci Karargâh

6 Şubat tarihli Taraf'ın sürmanşeti... Spot: Başbuğ “Allah Allah diye taarruz eden ordu camiye bomba koyar mı” dedi. Ancak o ordunun 19 denizci subayının evinden Devrimci Karargâh arşivi çıktı... Haberine yanına polisle girdiği bir çatışmada yaşamını yitiren Devrim Karargah militanı Orhan Yılmazkaya'nın fotoğrafı...
İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen amirallere suikast iddianamesinde, 'Devrimci Karargah' ile 'Karargah Evleri' birbirine karıştırılmış; daha birçok şey karıştırıldığı gibi ama sonucta bu bir iddianame... Türkiye sol tarihini, sosyalist örgütleri bilen Taraf'taki arkadaşlar, iki yapı arasındaki farkı, biraraya gelemezliklerini bilmezler mi? Bilirler... Hem bunları bileceksin hem de sonuçta elindeki dokümanın bir iddianame olduğunu gözardı edeceksin ve başlığına kesin bir yargı çıkaracaksın...

Karargâh’tan da JİTEM’ciler çıktı

12 Şubat tarihli sürmanşet de bu ve yine Orhan Yılmazkaya'nın fotoğrafı... Haber şöyle başlıyor: Devrimci Karargâh örgütü hakkında hazırlanan iddianamede bir itirafçının “Emirleri veren JİTEM bağlantılı” sözü de var...
İzaha gerek yok artık; yine iddianame ve yine kesin yargı...

Taraf ve Kürtler

Taraf'a yönelik bu eleştirilerle; Taraf'ın tarafını bilmekle birlikte Türk ordusuna karşı Yeni Ülke ve ardından Özgür Gündem'den beri dile getirdiğimiz gerçekleri görmesi bizi hep sevindirdi, sevindiriyor... Elbete Türk medyasının bir parçası olan Taraf'tan 'ordu düşmanlığı', 'katıksız anti militarizm' beklemiyoruz... Nihayetinde orduları içindeki 'çürük elmalar'ın ayıklanmasına yardımcı oluyorlar... Mesela bu 'çürük elmalar' safında dizilen devlet organları dışında kimse eleştirilerinden nasibini almaz. AKP, Hükümet, Fethullah Gülen vs... gibi isim ve kurumlara yönelik eleştiri, bilgisayarlarının otomatik sisteminde temizleniyor. Bu bir tercihtir ama geçerken 'kötü Kürtlere' de bir tokat atmalarına itirazımız var...
Çok uzadı ama "Taraf'taki Kürtler" diye homojen bir tanımlama yapma hatasına düşmeden bize ait bir protipten şimdilik kısaca bahsedelim, üstelik yaralamadan... Kurtuluş Tayiz... En son "Güneydoğu'da Gülen fişlemesi" icadı ile gündeme geldi. 11 Eylül'den itibaren köşesi var... Bu yazılarda bir tek AKP ve Türk Hükümeti eleştirisi bulamazsınız... AKP ve Hükümet yanlış yapmaz ama eksik yapar, üstelik o eksiklik de ya derin devletin ya muhalefetin ya da 'kötü Kürtler'in baskısıyla oluşur... 'Cemil Bayık' zihniyetini yerden yere vurur; yeni devlet aklının 'Siz Öcalan'ın koşullarını iyileştiren gerisi önemli değil' hattıyla paslaşır... 
Peki bizim gibi Kürt basın emekçileri neyle avunur? Şununla: PKK davasında cezaevi yatıp, sonra koğuş değiştirip, ardından tekrar Kürt kurumlarında yer bulup, 'taciz' iddiasıyla dışlanıp Taraf seçenler, en azından JİTEM'in silahlı tetikçisi olmuyorlar... 

4 Şubat 2010 Perşembe

Barışa koridor açma ve riskler


Karşılık bulmadığı için tek taraflı kalan ve ardından 'savaş'a hızlı bir geçiş yapan ateşkes/eylemsizlik/çatışmasızlık yani barışa koridor açma gayreti, maalesef kendisini tekrar ediyor... 1993, 1995, 1998, 1999, 2006, 2007, 2009 ve devam ediyor... Türk devleti ve ittifakları, her barış girişimine kapıları kapatıp, daha büyük bir terbiye etme hamlesi başlatarak karşılık veriyor... Bu son deklarasyon, olmasını asla istemeyeceğimiz şiddete doruk yaptıracak bir döneme fırsat verilmemesinin büyük bir gayretidir.

17 yıl önce

Bundan tam 17 yıl önce yani Kürt silahlı muhalefetinin bütün alanlara yayıldığı, 'ikili iktidar' döneminin uzun süreli halk savaşı staretejisi gereği formüle edildiği dönem... 1993 yılında dönemin PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan, Kürt sorununun siyasal ve demokratik yoldan çözümünü sağlamak; Türk ve Kürt halklarının barış içinde yaşamalarını gerçekleştirmek için tek taraflı ateşkes ilan ettiklerini kamuoyuna duyurdu. Öcalan, bugün değil tam 17 yıl önceki basın açıklamasında Türkiye’den ayrılma arayışında olmadıklarını, kör düğüme dönüşen Kürt sorununun çözümü için Türkiye’ye bir şans tanıdıklarını ve muhatap aradıklarını ifade etti. Bu girişim ve irade beyanı, devlet zorunun topyekün teröre evrildiği korkunç bir buldozer ile karşılandı.

İkinci kez

1995 yılına gelindiğinde yaşanan ağır tahribata rağmen Kürt sorunu ve PKK gündemdeydi ve diriydi. PKK, ikinci kez tek taraflı ateşkes ilan etti. 'Çakıl taşı' edebiyatı Türk devletinde revaçtaydı ve savaşı daha da tırmandırmakta bir sakınca görmedi.

1 Eylül 1998

Kürtler, üzerlerindeki büyük şiddet sınırlı da olsa durdurulur, insan hakları ve demokrasinin gelişmesi; siyasi sorunların çözümünde diyalog yönteminin esas alınması halinde, kendileri kadar barışçıl yönteme hasret bir halkın olacağını sanmadıklarını muhatabına duyurdu. PKK, 1 Eylül l998'de ateşkes ilan etti. Türk devleti, uluslararası ittifaklarının güvencesiyle saldırıları arttırdı, bölgesel savaş tehdidin parçası olma durumunu lehine devşirerek, 15 Şubat 1999 yılında Öcalan'ın Türkiye’ye getirilmesini sağladı.

Ağustos-Eylül 1999

Öcalan, 1 Ağustos 1999'da İmralı’dan PKK Başkanlık Konseyi'nin 13 Temmuz 1999 tarihli 7 maddelik değerlendirmesine verdiği yanıtta, "90'larda yoğun dile getirdiğimiz özgür birliğe dayalı ortak vatan ve demokratik cumhuriyet" tespitini hatırlattı. 2 Ağustos'ta gerillayı Türkiye sınırları dışına çıkarma çağrısı, PKK Başkanlık Konseyi tarafından 5 Ağustos'ta olumlu karşılandı; "Bu adım tam bir tıkanma noktasına gelmiş olan Türkiye'nin demokratikleştirilmesi ve Kürt sorunundaki kilitlenmeyi çözebilecek tek geçerli adımdır” şeklinde teyid edildi. PKK, 1 Eylül 1999’dan itibaren gerilla güçlerine savaşın durdurulması talimatını verdi; gerilla güçlerini Türkiye sınırları dışına çekmeye karar verdi. Türk devleti, zafer sanrılarıyla fırsat bilip ölümcül darbeler vurmaya çalıştı. PKK, tahhüdünü yüzlerce kayba ve psikolojik tahribata rağmen yerine getirdi. PKK, Merkez Komitesi imzalı bir mektupla Barış ve Demokratik Çözüm gruplarını Türkiye'ye gönderdi. Türk cenahında olumlu bir karşılık bulunmadı.

Barış Projesi

PKK, 7. Olağanüstü Kongresi'nde karar altına alınan Demokratik Barış Projesi'nden sonra çeşitli tarihlerde barış çağrıları ve diyolog arayışını sürdürdü. Sırasıyla 20 Ocak 2000'de Barış Projesi, 04 Kasım 2000'de Demokrasi ve Barış için Acil Eylem Planı, 19 Haziran 2001'de Acil Talepler, 22 Kasım 2002'de Acil Çözüm Bildirgesi ile 2000'in başında ve 2002'nin sonunda olmak üzere iki defa Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve tüm siyasal partilere Kürt sorununun çözümü konusunda mektuplar gönderildi. 2 Ağustos 2003'te KADEK Yönetim Kurulu adına Barış ve Demokratik Çözüm İçin Yol Haritası adıyla bildiri yayınlandı.
KONGRA GEL Yürütme Konseyi, Eylül 2004’te Demokratik ve Kalıcı Barışın Yol Haritası sundu; 12 Kasım 2004’te Demokratik Birlik ve Kalıcı Barış Projesi adıyla yeniledi. KONGRA GEL Genel Kurulu 19 Mayıs 2005 tarihli bildirisinde yeni çözüm önerileri sundu; taleplerini 5 madde halinde sıraladı.
15 Ocak 2006 tarihinde KONGRA GEL ve KKK Yürütme Konseyi, Türkiye’de Kürt Sorununa Demokratik Çözüm İçin Barış Projesi'ni kamuoyuyla paylaştı.
KKK Yürütme Konseyi, 20 Ağustos 2006 tarihinde Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Deklarasyonu ile çözüme hazır olduklarını bir kez daha kamuoyuna duyurdu. Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, 30 Haziran 2006 tarihinde düzenlediği basın toplantısında, 1 Ekim 2006 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere bir ateşkes sürecinin ilan edilmesini karar altına adıklarını ilan etti.
30 Kasım 2007 tarihli 7 maddelik deklarasyonda, 'Kürt kimliğinin tanınması ve Türkiyelilik üst kimliği çatısı altında tüm kimliklerin anayasal güvenceye kavuşturulması, Kürt dili ve kültürü önündeki engellerin kaldırılması, anadilde eğitim hakkının tanınması, PKK önderliği dahil tüm siyasi tutukluların serbest bırakılması, siyasal ve toplumsal yaşama katılımlarının engellenmemesi, özel savaş amacıyla Kürdistan'da bulunan güçlerin çekilmesi, koruculuk sisteminin lağvedilmesi ve köylülerin köylerine geri dönüşü için sosyal ve ekonomik projelerin geliştirilmesi, yeni bir yerel yönetimler yasası ile yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılarak yeniden düzenlenmesi' talep edildi. Bu girişimlerin karşılığı, 'ABD tam ishibarat' ve belki de 'operasyonel destek' veriyor denilerek dikkate alınmadı. Hem Kuzey'de hem de Güney'de bütün ordu mekanizması devreye sokularak operasyonlar düzenlendi. 7 maddelik deklarasyon, Türk tarafının dikkatine mazhar olmadı.

Mart seçimlerinin önü-arkası

Yerel seçimler öncesi AKP'de odaklanan devlet gücünün yerel iktidarlardan Kürtleri uzaklaştırma stratejisi eşliğinde Türk ordusu atıl kalmayı yeğledi. KCK, çatışmasızlık uygulamasını seçime kadar uzattı. Seçimlerden, devletin beğenmediği; hesaplarını tekrar gözden geçirdiği bir sonuç çıktı. KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, 29 Mart’a kadar ilan edilen çatışmasızlık ortamını 13 Nisan'dan itibaren 1 Haziran’a kadar sürdürme kararı aldı. "DTP seçimlerde Özgür Kimlik, Özgür Önderlik ve Demokratik Özerklikle Kürdistan halkının, Türkiye ve uluslararası kamuoyunun karşısına çıkmıştır. Bu projenin Kürdistan halkı tarafından onaylandığı ve demokratik siyasal temelde pratikleştirilmesini istediği net biçimde görülmüştür’’ diyen KCK, saldırı olmadığı taktirde eylemsizlikte kararlı olduğunu açıkladı. KCK Yürütme Konseyi “Kürdistan’da Barış ve Demokratik Çözüm Perspektifleri” başlığı altında, meşruluğu tartışılmayacak önerilerde bulundu.
Bütün bu çabalara karşı başta Türk yönetimi olmak üzere Kürt sorunuyla ilgili ve ilişkili çevrelerden olumlu ve çözümleyici bir karşılık alamadıklarının farkında olan KCK, Türk Genelkurmayı'nın 27 Nisan 2007 tarihli muhtırasından sonra çok yönlü geliştirilen imha ve tasfiye amaçlı saldırıları anımsattı. Çünkü hem hava saldırıları, hem karadan Güney'i işgal girişimi hem de yerel iktidarları kapma hamlesi savuşturulmuştu. Bu objektif başarılara rağmen KCK, ateşkesi uzatarak, "Biz hareket ve halk olarak barış ve demokratik çözüme de hazırız, saldırılar karşısında toplumsal irademizi, onurumuzu savunmak üzere yetkin bir savunma savaşına da hazırız. İsteğimiz ve tercihimiz birincisinden yanadır" diyerek, topu Türk sahasına sürdü.

Yeni Kürt politikası

Ancak Türk devleti, revize ettiği yeni Kürt politikasına devam etti. Kürt muhalefetini siyasi alandan çıkarma, kalan unsurları rehabilete ederek sisteme monte etme gayretlerini, bütün organlarını senkronize ederek uygulamaya soktu. Bunu da değişik isimler altında, klasik 'şeker-kamçı' mirasına sahiplenerek yaptı. Bu durum devam ediyor.

İki taraf farkında

Dinamo konumundaki Kürt hareketinin, kısmi revizyondan geçmiş sisteme eklemlenmesi zor. Bunun, iki taraf da farkında. Kürt tarafı, bunun için çıtayı belki de en asgari düzeyde tutarak, arayışlarının olabilirliğini göstermeye çalışıyor. Askeri ve siyasal gücünü ve nüfuzunu, iki olasılığa da hazırlamanın meşru zeminini berraklaştırıyor. Türk devleti ve ittifakları ise Ortadoğu'da kurmaya çalıştıkları yeni denklemde PKK'nin olmasını istemiyor. Bu istememezliğin taşlarını düşüyorlar. 'İyi Kürt' arayışı da bunun önemli bir parametresi.

Artık ötesi yok

İşte yine bu tıkanmayı aşmak için KCK, 3 Şubat'ta yeni bir deklarasyon yayınladı. Demokratik Çözüm ve Barış Deklarasyonu... Bu deklarasyon, Kürt hareketinin 93'ten beri tasarladığı ortak yaşamayı-gönüllü birlikteliği sağlayacak yolun açılmasını öngörüyor. Başlarına 'Demokratik' getirilen ve özünde Türk tarafından itiraz edilmemesi gereken 'Ulus, Vatan ve Cumhuriyet' üçlemesinin ortaklaştırılması... Bu çerçevenin içini dolduracak bağlantılı basamaklar olabilecek dört adım: Karşılıklı olarak silahların susturulması, 14 Nisan’dan bu yana tutuklanan tüm Kürt siyasetçilerin hemen serbest bırakılması, Öcalan'ın ilk adım olarak ev hapsi gibi bir statüde kalmasının sağlanması ve taraflar arasında müzakerelere başlanarak sürecin ilerletilmesinin sağlanması...
Bunun gerisi, Kürt hareketinin Türk devlet tezlerini kabul etmesi, nüfuz alanının ve yansımalarının sisteme entegre olmasına göz yumarak; önce izole olma, sonra marjinal kalma ve ardından tarihe veda etmedir... Ancak Türk devletinin ve Kürt hareketinin karekteristiğini bilenler, şunu çok rahatlıkla teslim ederler: Bu çerçeve ve adımların reddi, sonu şimdiden kestirilemeyecek, yüksek şiddet de bırandırabilecek bir kaos ortamıdır...

Medya ve son hatırlatma

Onun için bu deklarasyonu birinci sayfalarına ve anahaberlerine değer bulmayan Türk medyası da bir kez daha düşünmeli.
Son olarak Türk devlet aklına, Basil Henry Lidell Hart'ın şu tespitini hatırlatalım: "Eğer, sonraki sonucunu düşünmeden sadece zafer üzerinde yoğunlaşırsanız, varılan barışın yeni bir savaşın tohumlarını içinde barındıran kötü bir barış olacağı neredeyse kesinken, barıştan yararlanmayacak kadar yorgun düşebilirsiniz."

'Direktif'ten peydah 'Protokol' ölmüştü


AK Parti Hükümeti'nin büyük önem atfettiği Kamu Güvenliği Müsteşarlığı'nın mücidi Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, EMASYA Protokolü'ne gerek olmadığını, kaldırılmasının sorun yaratmayacağını söyledi. Konuyla ilgili İçişleri Bakanlığı ile görüştüklerini belirten Başbuğ, 'terörle mücadele' diye tanımladığı Kürtlerin muhalefetinin yansımalarına karşı zaten İller İdaresi Kanunu'nun yeterli olduğunu hatırlattı. Başbuğ, hem EMASYA Protokolü'ne gerek duyulan şartlar ve eksikliklerin güncelliğini yitirmesi hem 'Kanun'un sabitliği hem de Kamu Güvenliği Müsteşarlığı'nın istihbarat havuzu da oluşturacağının güveniyle böyle konuştu. En önemlisi dikkatler 'Protokol'e yönelmişken Genelkurmay'ın tedavülde tuttuğu 'EMASYA Direktifi' ve pratiğinden söz edilmemesinin rahatlığında.
"Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığı Arasında 5442 Sayılı İl İdaresi Kanunu 11/d Maddesi gereğince alınması gereken müşterek tedbirlere ilişkin protokol"ün zaten kanuna da aykırı olduğu, taa 2002'de üstelik İçişleri Şurası'nda madde madde dile getirilmiş. Bu protokol ortadan kalksa da Genelkurmay'ın kendi birliklerine verdiği emirlerden ibaret olan EMASYA Direktifi duruyor. Aslında Kürtlerin işaret ettiği bu direktif ve buna cevaz veren zihniyettir. Star Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu'nun 'Tabii ki PKK hem iç tehdit hem de dış bağlantıları olan bir tehdittir. Güvenlik algısındaki yerini korur' ifadesinde vücut bulan 'klasik sağcı' bakış, AK Parti'nin de diskurudur. 

Hangi kanunlara dokunulmuyor

* Bir askeri darbenin ürünü olan ve sadakat için yarışılan Türk Anayasası'nın, 'Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması' başlığı altındaki 15. madde gayet sarihtir. "Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir" diyor. Dokunulmayan bu madde ile Tür ordusuna müdahale yetkisi, yürürlükteki 'kutsal metin' de iğfal edilerek veriliyor. 
* Türk Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Kanunu... Dikkatinizi çekerim; bu kanun tam 49 yaşında... Kanunun 'Umumi Vazifeler' başlığı altına iliştiren 35. madde, hoyratlığın, minunum demokratik duyarlılığın bertaraf edilmesinin temel argümanlarından biri olma vasfını koruyor: "Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır."
* EMASYA Direktifi veya sadece 'Direktif'... Sağcı hükümetin 'iç tehdit' bölümündeki 'irtica' maddesine dokunmakla yetinip 'bölücü faaliyetler' başlığı altındaki Kürt muhalefetine 'müstahaksın' dediği Millî Güvenlik Siyaset Belgesi'nin gereği olarak 1960 Anayasası'ndan bu yana zaten uygulanan direktif. Bu, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nde öngörülen iç ve dış düşmanlarla mücadelede askerlikle ilgili İç Hizmet Kanunu'nun 35'inci maddesinin askeri birliklere verdikleri bir yetkinin kullanmasına dayanır. Bu direktiften de söz eden yok. Halbuki, esas kaldırılması gereken bu direktiftir.

EMASYA Protokolü

Kısa adı EMASYA olan Emniyet Asayiş Yardımlaşma Protokolü. Bu protokol, 28 Şubat 1997’deki post-modern darbenin ardından 7 Temmuz 1997’de Genelkurmay’la dönemin İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığı arasında imzalandı(Temel gerekçesi aşağıda Kürtler bölümünde izah edilecek) Orgeneral Çetin Doğan ve İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Teoman Ünüsan'ın imzasını taşıyor. Genelkurmay’ın direktifi doğrultusunda 6 Temmuz 2005’te yenilendi. Başbuğ, 'kalksın' diyene kadar yürürlükteydi. Yasal değildi. Dönemin İçişleri Bakanı ve sonraları AK Parti hükümetlerinde de bakanlık yapan; halen AK Parti milletvekili Murat Başesgioğlu, bu protokolün yadırganmaması gerektiğini savunurken, "30 Haziran 1997'de İçişleri Bakanlığı görevine geldim. O günleri hep birlikte hatırlayalım: Emniyet ile askerler arasında son derece bir çekişme var. Emniyet daire başkanları tutuklanmış, emniyetin ağır silahları isteniyor; işte, emniyete alternatif silahlı bir güç gibi gösterilme konusu var. Dolayısıyla, iki güvenlik güçleri arasında çok büyük, muazzam bir çekişme var. EMASYA planı, Türkiye'nin meşru güvenlik güçlerinin arasındaki koordinasyon ve iş birliğini en yüksek seviyeye çıkarmanın yasal dayanağı olan bir protokoldür. Yasal dayanağı nedir? İl İdaresi Kanunu'nun 11/d maddesidir. O günün şartları içerisinde bu konu gözden geçirilmiştir ve birbirleriyle görüşmeyen, yardımlaşmayan, istihbarat paylaşmayan, operasyon yapmayan güvenlik güçlerini birlikte çalıştırmanın bir modelidir" diyor.

Kürt meselesiyle ilgisi

1987 yılında 285 sayılı Olağanüstü Hal Bölge Valiliğinin İhdası Hakkındaki Kanun Hükmünde Kararname ve bu KHK’ye ilave hüküm eklenmesine dair 286 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Kürt haraketine karşı mücadelede bazı düzenlemeler yapılmış ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü birlik ve birimlerinin gerek kendi aralarında gerekse mülki makamlarla olan ilişkilerinde, hangi esaslara bağlı olarak faaliyet yürütecekleri açıklanmıştır. Olağanüstü Hal uygulamasına 'yasal olarak' son verildikten sonra 285 ve 286 sayılı KHK’lerdeki esas ve usullerden olağan döneme geçiş sırasında emir komuta ilişkileri başta olmak üzere, Kürt hareketine karşı faaliyetlerinde bir boşluk içerisine düşülmemesi amacıyla 07 Temmuz 1997’de Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında, 5442 Sayılı İl İdaresi Kanunu'nun 11/d maddesinin uygulanmasına ilişkin olarak toplam (27) maddeden oluşan bir “Müşterek Protokol” imzalanmıştır. İmzalanan protokol, Genelkurmay Başkanlığı'nca Jandarma dahil ilgili Türk Silahlı Kuvvetleri birimlerine ve İçişleri Bakanlığı'nca da, Valilik ve ilgili birimlerine gönderilmiştir. Son olarak da 06 Temmuz 2005 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı'nca “MD: 117-1 TSK Birliklerinin Emniyet, Asayiş ve Yardımlaşma (EMASYA) Görevlerinde Kullanılmasına İlişkin Planlama Direktifi (EMASYA Direktifi)” hazırlanarak, Jandarma dahil Türk ordusunun ilgili birlikleri ile Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Valilikler, İl Emniyet Müdürlükleri başta olmak üzere pek çok sivil makama da gönderilmiştir. Valilerin, askeri birlik taleplerini EMASYA Bölge veya Tali Bölge Komutanlarına iletmeleri gerektiği öngörülmüştür. Askeri birliğin belirli görevleri jandarma ya da polis ile birlikte yapması durumunda; komuta, sevk ve idare, askeri birliklerin (Jandarma dahil) en kıdemli komutanına aittir. Kolluk kuvvetleri askeri birliklerin olay mahalline intikal ettiği andan itibaren askeri komutanının emrine girerler. Olaylara müdahalede hangi kurum-kuruluşların destek görevi alacağı, il valileri veya görevlendirildiyse koordinatör vali tarafından, ilgili EMASYA Bölge/Tali Komutanlıkları ile koordine edilerek belirlenir ve bu husus önceden yapılacak planlamalarda ayrıntılı olarak belirtilir. İlgili mülki amir tarafından görevlendirilen Polis Özel Harekat Timleri, iç güvenlik harekatı süresince EMASYA Bölge ve Tali Bölge Komutanlıklarının Harekat Kontrolündedir. Korucular, bölgedeki ilgili Jandarma komutanlığının emir-komutasında olarak, EMASYA Komutanlıklarının harekat kontrolünde görev yaparlar. 

Yetki orduda

Kürt illerinde Genelkurmay Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı'nca imzalanan protokol gereğince, Valilerden alınan izin ve onaylarla devlet güçlerinin genel güvenliği sağlama yetkileri bulunan Kara Kuvvetleri Komutanlığı birimleri ve bunların harekat kontrolüne verilen Jandarma iç güvenlik birlikleri kullanılmaktadır. Protokol kalksa da kayanağını ifade edilen 'Direktif' gereği böyledir. Mesela Hakkari İl Jandarma Komutanlığı, Kürtlerle mücadele görevinin yürütülmesinde, öncelikle aynı garnizon içinde bulunan Hakkari Dağ Komando Tugay Komutanlığı'nın (EMASYA Tali Bölge Komutanlığı), sonra bir üst komutanlık olan Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı'nın (EMASYA Bölge Komutanlığı'nın) bir birimi durumundadır ve faaliyetlerini bu çerçeve de yürütmektedir. Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı da Genelkurmay Başkanlığı'nın 21 Mayıs 2001 gün ve HRK: 7130-58-01/GHD.Pl.Ş. (176) sayılı emri ile 2 nci Ordu/ Malatya’nın Harekat Kontrolü'nde görev yapmaktadır. 
Demek ki Kürt illerindeki Jandarma Genel Komutanlığı birlikleri ile Jandarma Genel Komutanlığı arasındaki emir komuta bağlantısı diğer bölgelere göre farklılık göstermektedir. 21 Kürt ilindeki Jandarma Genel Komutanlığı birliklerinin 'İç Güvenlik Harekatı'nın yürütülmesi ile ilgili konularda Kara Kuvvetleri Komutanlığı birliklerinin Harekat Komutası/Kontrolünde olduğu anlaşılmaktadır. 

Ferhat Sarıkaya'nın tespiti

Aslında askeri çeteleşmenin ruhunu kavrayan, bütün dayanakları irdeleyerek analiz; evrensel hukuk penceresinden mahkum eden ve bunun bedelini ödeyen dönemin Van Savcısı Ferhat Sarıkaya, Kürt illerinde konuşlandırılan askerin dizginsizliğine ve gemi azıya alma pervasızlığına dikkat çekmişti. Şemdinli sanıklarının öyle münferit unsurlar olmadığını detaylı anlatan Sarıkaya, adaletin oklarını Türk Genelkurmayı'na yöneltmişti.

İl İdaresi Kanu ne diyor?

Ağustos 1996'de revize edilen Kanunun 11/d maddesi, devlet terörüne zirve olanağı tanıyor. Başbuğ'un yeterlilik lütfunda bulunduğu, Türk Hükümeti'nin de bahsetmediği kanun maddesi... Madde hem detaylı hem de yeterince açık. Müsaadenizle uzun bir alıntı:
"Valiler, ilde çıkabilecek veya çıkan olayların, emrindeki kuvvetlerle önlenmesini mümkün görmedikleri veya önleyemedikleri; aldıkları tedbirlerin bu kuvvetlerle uygulanmasını mümkün görmedikleri veya uygulayamadıkları takdirde, diğer illerin kolluk kuvvetleriyle bu iş için tahsis edilen diğer kuvvetlerden yararlanmak amacıyla, İçişleri Bakanlığından ve gerekirse Jandarma Genel Komutanlığının veya Kara Kuvvetleri Komutanlığının sınır birlikleri dahil olmak üzere en yakın kara, deniz ve hava birlik komutanlığından mümkün olan en hızlı vasıtalar ile müracaat ederek yardım isterler. Bu durumlarda ihtiyaç duyulan kuvvetlerin İçişleri Bakanlığından veya askeri birliklerden veya her iki makamdan talep edilmesi hususu, yardım talebinde bulunan vali tarafından takdir edilir. Valinin yaptığı yardım istemi geciktirilmeksizin yerine getirilir. Acil durumlarda bu istek sonradan yazılı şekle dönüştürülmek kaydıyla sözlü olarak yapılabilir.
1) Vali tarafından askeri birliklerden yardım istenmesi halinde; muhtemel olaylar için istenen askeri kuvvet, valinin görüşü alınarak olaylara hızla el koymaya uygun yerde, cereyan eden olaylar için ise olay yerinde hazır bulundurulur. 
2) Olayların niteliğine göre istenen askeri kuvvetin çapı, vali ile koordine edilerek askeri birliğin komutanı tarafından, görevde kalış süresi, askeri birliğin komutanı ile koordine edilerek vali tarafından belirlenir. 
3) Askeri kuvvetin müstakilen görevlendirilmesi durumunda; verilen görev askeri kuvvet tarafından kendi komutanının sorumluluğu altında ve onun emir ve talimatlarına göre Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununda belirtilen yetkiler ile kolluk kuvvetlerinin genel güvenliği sağlamada sahip olduğu yetkiler kullanılarak yerine getirilir. 
4) Güvenlik kuvvetleri ile yardıma gelen askeri kuvvet arasında işbirliği ve koordinasyon, yardıma gelen askeri birliğin komutanının da görüşü alınarak vali tarafından tespit edilir. 
5) Ancak, bu askeri birliğin belirli görevleri jandarma ya da polis ile birlikte yapması halinde komuta, sevk ve idare askeri birliklerin en kıdemli komutanı tarafından üstlenilir. 
6) Birden fazla ili içine alan olaylarda ilgili valilerin isteği üzerine aynı veya farklı askeri birlik komutanlarından kuvvet tahsis edilmesi durumunda iller veya kuvvetler arasında işbirliği, koordinasyon, kuvvet kaydırması, emir komuta ilişkileri ve gerekli görülen diğer hususlar yukarıda belirtilen hükümler çerçevesinde Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığı tarafından belirlenecek esaslara göre yürütülür. 
7) Bu esasların uygulanmasında, işbirliği ve koordinasyon sağlamak amacıyla gerekli görülen hallerde İçişleri Bakanı ilgili valilerden birini geçici olarak görevlendirir. 
8) Olayların sınır illerinde veya bu illere mücavir bölgelerde cereyan etmesi ve eylemcilerin eylemlerini müteakip komşu ülke topraklarına sığındıklarının tespit edilmesi durumunda valinin talebi üzerine ilgili komutan eylemcileri ele geçirmek veya tesirsiz hale getirmek maksadı ile, her defasında Genelkurmay Başkanlığı kanalı ile Hükümetin müsaadesi tahtında, ihtiyaca göre kara, hava, deniz kuvvetleri ve Jandarma Genel Komutanlığı unsurları ile komşu ülkelerin mutabakatı alınmak suretiyle mahdut hedefli sınır ötesi harekat planlayıp icra edebilir. 

Protokol'ün kanuna aykırılığı biliniyor muydu?

Bu sorunun net yanıtı; elbette biliniyordu... 25-27 Nisan 2002 tarihinde Ankara'da yapılan Mülki İdare Şurası Hazırlık Komitesi'nin Raporu'nda EMASYA Protokolü'ne ilişkin madde madde eleştiriler yapıldı ve kanuna aykırı yönleri tescil edildi. Mülki İdare Şurası'nda aralarında Jandarma Genel Komutanlığı Plan ve Prensipler Başkanı Tümgeneral İbrahim Açıkmeşe, Adli Müşavir Kıdemli Albay Sadrettin Aktaş, eski Emniyet Genel Müdürü Gökhan Aydıner, Vali Recep Yazıcıoğlu'nun yer aldığı 2 Numaralı komisyonun raporunda EMASYA Protokolü'nün 11 yönden kanuna aykırı olduğu rapor edildi. Şura raporunda bu durum; '5442 sayılı yasanın 11/D maddesine dayanarak, Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında düzenlenen protokol; yasaya aykırı hükümler taşıdığından uygulamadan kaldırılmalı; gerekmesi halinde, hukukun temel ilkelerinin gereği olarak bu düzenlemeler yönetmelikle yapılmalıdır' ifadeleri yer aldı. Raporun altında 51 vali, 16 kaymakam, 4 bilim adamı, Jandarma Genel Komutanlığı Plan ve Prensipler Başkanı Tümgeneral İbrahim Açıkmeşe, JGK Adli Müşaviri Hakim Albay Sadrettin Aktaş, Sahil Güvenlik Komutanlığı Kurmay Başkanı Kd. Albay Tufan Ersoy ve hukuk müşaviri Hakim Binbaşı Turgut Sönmez'in aralarında olduğu 9 askeri yetkili, 23 bürokrat olmak üzere 105 imza bulunuyor. Buna rağmen Protokol bugüne kadar yürürlükte kaldı. 

Bir iptal girişimi

İçişleri Bakanlığı mülkiye müfettişlerinin 2005 yılında hazırladığı raporda 'İç güvenlikten birinci derecede sorumlu olan İçişleri Bakanlığı bir tarafa bırakılarak, hükümeti bilgilendirme ek görevini bile üstlenen Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde İç Güvenlik Harekât Merkezi kurulmuş olmasının İçişleri Bakanlığı'nın tamamen dışlanmasından başka bir şey olmadığı', EMASYA Protokolü'nün kanuna aykırı olması nedeniyle İçişleri Bakanlığı'nın 'Birden Fazla İli İçine Alan Olaylarda Valilerin Askeri Birliklerden Yardım İstemesine İlişkin Esasları' düzenleyen taslak bir metin hazırladığı ve 4 Mart 2005'te Genelkurmay'a gönderildiği, Genelkurmay'ın cevabında ise 'terör olaylarındaki yükseliş' öne sürülerek yürürlükteki protokolün değiştirilmesinin istenmediği ve güncellenmeye ihtiyaç duyulması halinde bunun, Genelkurmay Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı'nca oluşturulacak bir çalışma grubu tarafından yapılabileceğini belirtti.

Başbuğ'un ilham veren önerisi

İşte tam da o tarihlerde Genelkurmay İkinci Başkanı olan İlker Başbuğ, çerçevesini belirlediği Kürt hareketine karşı yeni mücadele kapsamında bir öneride bulundu. Toplumsallaşan Kürt hareketine karşı askeri güç kullanımının yeterli olmadığını söyleyen Başbuğ, siyasi, diplomatik, ekonomik, kültürel ve psikolojik ayakların tek orkestrasyonla yürütülmesini istedi. Bu bağlamda Başbuğ, EMASYA Protokolü'nün de ipini çekecek önerisini piyasaya sürdü. Mücadelenin, istihbarat dahil tek merkezde toplanması: Kamu Güvenliği Müsteşarlığı. 

Güvenlik Müsteşarlığı kuruluyor

Türk Genelkurmay Karargahı ile iyi paslaşan Türk Hükümeti, bu öneriyi hayata geçirmek için canhıraş bir gayretle çalıştı. Şaşırmadığımız tesadüfe bakın ki Müsteşarlığın doğumu, EMASYA Protokolü'nün ölümü ile birlikte gündemimize yeniden girdi. Bütün bilgileri bir havuzda toplayıp operasyonel güçlere tevdi edecek Kamu Güvenliği Müsteşarlığı'nın kuruluşu ilan edildi. Başbuğ'un 'artık gerek yok' dediği EMASYA Protokolü de mevta oldu. 

Kürtler açısından değişen ne?

Yine net bir cevap: Hiçbir şey... Türk devlet sistemi bütün ceberrutluğuyla Kürtlerin gırtlağına basmış durumda. Başbuğ'un kapsamlı savaş konsepti yürürlükte. Direktif, Kamu Güvenliği Müsteşarlığı, Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi, Darbe Anayasası, TSK İç Hizmeti Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu, İller İdaresi Kanunu(liste uzar), uzantı ve uygulayıcılarıyla Kürtlere parmak salamaya devam ediyor.

1 Şubat 2010 Pazartesi

BDP kendinden emin

Kapatılan altı partinin ardından siyaset sahnesinde yerini alan Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) 1. Olağanüstü Kongresi'ni 'Türkiye partisi olma veya Türkiyelileşme' kavramları gölgesinde yaptı. Kongre öncesi bu kavramlara gerçeklik kazanacak katılım arayışları yoğunlaştırıldı; bunun gerekliliğine ikna olmuş bir yapının varlığı anlatıldı. Bu iki kavram Türkiye yakasında olumlu ama tereddütle karşılanıyor. Kürtlerin önemli bir bölümü için de riskli ve entegrasyonun yeni versiyonu olarak algılanıyor. 
DTP'nin yeni eşbaşkanları, Türkiye'nin demokratik bir sol seçeneğe; radikal demokratların birlikteliğine ihtiyacı olduğunu ve bunun asal bileşeni olma gayretlerinin bakiliğini teslim ediyor.  AK Parti ve CHP'nin birbirlerinin alternatifi olmadığını; AK Parti'nin  sistem içi ve statükoyla özünde uzlaşma halindeki seyrini vurguluyor. DTP Eşbaşkanı Gültan Kışanak, Türkiye sol güçlerine "Peki siz buna hazır mısınız?" diye sordu. İşte yukarıda bahsedilen risklerin farkında olan Kışanak, şu izahı yapmayı zorunlu buluyor:  "Türkiyelileşme iddiamızın kaynağında bu inanç yatıyor. Bizim için Türkiyelileşmek, ne Türkleşmektir ne de düzen partileri ile aynı çizgiye gelmektir."

Demirtaş biraz daha açtı

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, 20 yıllık siyasal hareket geçmişlerinin altını çizdi; devlet ve demokrasi kavramlarının bunca bedel ödeyen bir toplum için ne anlama geldiğini anlattı. Demirtaş, Kürtlerin acı deneyimlerinden süzerek geliştirdikleri demokrasinin içini doldurma kapasitelerine işaret etti. Demirtaş da 'Türkiyelileşme'den şunu anladıklarını söyledi: "Çözüm perspektiflerimizi, modellerimizi, politikalarımızı Türkiye'nin her bir noktasında ve her kes için uygulanabilir hale getirmek." 

Fiili müdahale ve net talepler

Demirtaş, önümüzdeki dönemde toplumsal muhalefetin rotasına da dikkat çekti. Türkiye'de örgütlenme ve sistemin aparatı durumundaki siyasal organizasyonları deşifre edip seçenek sunma mücadelesine paralel olarak Kürtleşmenin pratik gereklerini anlattı. Demirtaş'ın anlatımlarından sadeleştirilen net güzergah şöyle:
* Kürt sorunun temel sorun olduğu yönündeki bakış açısı değişmiyor.
* Devleti, demokratik toplum düzeninin organizatör örgütü haline getirmek, demokrasi anlayışının temeli.
* Yaşamın bütün alanlarında seferberlik ruhuyla yeniden örgütlenme ve tasfiye etmeye kalkanları ilk seçimde tasfiye etmek.
* Kürtler AKP ve CHP'nin teşkilatlarından topluca istifa etmeli. 
* Parti içi demokrasi daha fazla geliştirilecek.
* Yalan ve yanlışlarla dolu tarih ders kitapları gerçeğe uygun bir şekilde değişmeli.
* Küçük çocukların her sabah Türklüğe biat ettiği 'andımız' kaldırmalı.
* Anadillerinde, bilimsel ve ücretsiz eğitim yapabilecekleri donanımlı okulları devlet açmalı. 
* Lozan Antlaşması, BM İkiz Sözleşmeleri; Çocuk Hakları ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmelerinden kaynaklanan hakları  kullanarak; herkes kendi anadilinde eğitimi fiilen hayata geçirmeli. Anayasa'nın 90. maddesi vatandaşa bunu bir görev olarak emrediyor. 
* Aileler, elinizde dilekçelerle Milli Eğitim Müdürlüklerinin kapısına dayanın; ya çocukların kendi anadillerinde eğitim hakkını tanırlar, ya da bu asimilasyoncu eğitim sistemi kilitlenir.
* Öğretmenler, fiilen anadilde eğitimi başlatmalı.
* Üniversite öğrencileri, anadilde eğitimin öncülüğünü yapmalı.
* Sanatçılar, kendi anadilinizde de sanat eserleri üretmeli.
* Esnaflar, "Kürtçe ticaret" yapın; Ticaret ve Esnaf odaları bu konudaki sorumluluklarını yerine getirmeli.
* Sağlık emekçileri ve doktorlar, anadilinizde hizmet verin; hekimler hastanın anadili ile konuşmayı tercih etmeli. 
* Kürt işverenler-sermaye sahipleri, kendi topraklarına yatırım yapmalı.
* Asker aileleri, çocuğunuzun ölümüne seyirci kalmamalı; gerekire askerlik şubelerinin kapısına dayanmalı.
* Hükümet, çözüm istiyorsanız işe, tutuklattığınız çocukların ve DTP'lilerin serbest bırakılmasını sağlamakla başlamalı. 
* BDP, bu politikaların sadece çağrıcısı değil, uygulayıcısı, takipçisi ve destekçisi olacak.
* Demokratik siyaset akademileri bütün kentlerde aktif hale getirilecek. 
 *Kürt sorununun siyasal yönü ve barış konusunda da daha aktif bir politika yürütülecek. 
* Hükümet ile siyasal bütün konuları diyalog içinde müzakere etmeye BDP hazırdır ve ehliyet sahibidir.