18 Temmuz 2006 Salı

Türk-İslam sentezinin körlüğü

(18 TEMMUZ 2006)- Mazlum-Der Genel Başkanı Ayhan Bilgen, Radikal’den Neşe Düzel’e verdiği mülakatta, Türkiye’deki islam soslu turancıların bam teline basan tespitlerde bulunmuştu. Bilgen şunları ifade etmişti: “İslami çevrelerde 'Kürt ya da Türk'e ne gerek var? İslam kimliği hepimize yeter' görüşü var. Çünkü İslam'ın, kimlikleri, farklılıkları, dilleri reddeden bir algılama gibi servis edilmesi tam bir dayatmacı, 'faşizan' din anlayışını getirir. Aslında bunlar, 'çalmayacaksın, öldürmeyeceksin, zulme boyun eğmeyeceksin, güçlüden yana olup zayıfa sırt çevirmeyeceksin' gibi dinin amaçlarını mı ön plana çıkarıyorlar, yoksa kazanç getiren, güçlüden yana olan kimliklerini mi dinle meşrulaştırıyorlar? İkincisini yapıyorlar. Devlet ve İslam'ı entegre eden bu kimlik, sadece milliyetçi Müslümanların değil, Türkiye'deki Müslümanların büyük çoğunluğunun hoşuna gidiyor. Türkiye'de, devletin İslam'la barışıp, entegre olup, diğer kimlikleri bastırmasını hoş karşılayan tehlikeli bir Müslüman kimliği var. Alevi'nin, gayrimüslimin varlığını kabullenmeyen, zorunlu din derslerinden memnun olan, cemevi konusunu sadece Alevilerin iç tartışması gören, misyonerliği vatan bölme faaliyeti olarak algılayan dini reşeks var bunlarda. Bu görüş, dini kimliği öne çıkaran siyasi partilerde de, gazetelerde de temsil ediliyor.”

“Günah bizden gitti”

Bu tespitlere Bilgen’in bizzat işaret ettiği çevrelerden yoğun bir saldırı başlatıldı. Bilgen’in Kürtler ve PKK konusundaki yaklaşımına yine aynı riyakarlıkla ‘islam’ adına ateş püskürdüler. Bunların başını da Yeni Şafak ve Zaman gazetesi ile yazarları çekti, devamını da çeperlerindeki unsurlar getirdi. Aynı çevreler devlet terörünü bir yöntem olarak ayan beyan kulanan İsrail’in saldırılarına yönelik timsah gözyaşlarını dökerken, Türk devletinin her alanda uyguladığı terörü görmezden gelerek tamamen öz kimliklerine kavuşabilme becerisi gösteriyorlar. AKP’nin ürünü Yeni Şafak gazetesinin 17 Temmuz tarihli sayısında iri puntolarla yer alan “Günah bizden gitti” manşeti buna küçük bir örnektir. Adı geçen gazete ve benzerlerinin K.Kürdistan’daki çatışmaları İsrail’in Lübnan saldırısıyla bağlantı içinde gösterip ABD-İsrail ittifakına işaret etmeleri nasıl bir ruh hali içinde olduklarını ortaya koyuyor. AKP liderinin “Umarım duygularım, aklım, bilgim ve tecrübelerimin önüne geçmez” cümlesini sorgulamadıkları gibi; bütün yaşamları katmerli devlet şiddeti altında geçen ve bugün bu şiddete direnme yolunu seçen Kürt gençlerinin bu kısa ömre sığdırmak zorunda kaldıkları duygu, akıl, bilgi ve tecrübeleri ne diyor? sorusunu sorma cesareti gösteremiyorlar.
Peki bunların başlarını dayandıkları ve ha gayret biraz daha kadrolaşma dedikleri AKP’nin temsil ettiği Türk devletinin İsrail ve ABD ile ilişkileri nedir? Bu ilişki ve işbirliği Kürtlere karşı nasıl kulanılmıştır sorularını açalım.

İsrail ile ilişkiler

Çok öncelere gidip, ortak istihbarat ve gizli operasyonları anlatmadan görünen bir kaç noktaya temas edelim. 23 Şubat 1996'da imzalanan Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması (AEİA) iki ülke arasındaki yakın ilişkinin de göstergesi olmuştur. Bu anlaşma iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik boyuta geçtiğini göstermektedir. Bu anlaşmanın 28 Ağustos 1996 Savunma Sanayii İşbirliği Anlaşması (SSİA) ve 14 Mart 1996 Serbest Ticaret Anlaşması (STA) yapılarak kuvvetlendirmesi, stratejik işbirliğinin yapısının sağlamlaştırılmasında etkili olmuştur. İki devlet, ABD'nin de katıldığı deniz (Güvenilir Denizkızı-Reliant Mermaid) ve hava (Anadolu Kartalı-Anatolian Eagle) tatbikatları aynı zamanda ikili olarak gerçekleştirilen ve reel savaş taktiklerini denedikleri tatbikatlar sonucu ortak harekat kabiliyeti kazanmıştır. Her yıl en az iki kez düzenledikleri stratejik diyalog toplantıları ile bölgedeki gelişmeler ile ilgili ortak görüş alışverişinde bulunarak iki ülke arasında ortak bir anlayış birliği oluşturmuşlardır. İki ülke arasında derinleşen ekonomik ilişkiler sonucunda ise İsrail, Türkiye'nin Ortadoğu'daki önemli ticaret partnerlerinden birisi olmuştur.

ABD ile ilişkiler

Türk devleti soğuk savaş döneminden bu yana ABD’ye göbeğinden bağlı devletlerinden biri. Bu bağlılık her dönem yeniden revize edilerek sürdürülüyor. 11 Eylül 2001'de New York'taki 'İkiz kulelere' ve Washington'da Pentagon’a düzenlenen saldırı ABD dış politikasında yeni bir doktrinin- 'önleyici savaş' (Pre-emptive Strike)- uygulama alanı bulmasını beraberinde getirdi. Afganistan ve Irak harekatları ile sırada bekleyen Suriye ve İran’a yönelik çok yönlü harekat bunun sonucu. ABD Başkanı George W. Bush'un İran ve Suriye'yi ‘‘haydut devletler’’ (Rogue states) arasında saydığı ve tanımlamanın değişmediği ortadadır. AKP’nin temsil ettiği iktidar bu çizginin dışına çıkamadığı gibi Meclis’teki vekillerin karşı çıktığı 1 Mart tezkeresini unutturmak için verdiği büyük çabalar sonucunda yeniden Stratejik Vizyon Belgesi gibi ortaklaşmanın mutluluğunu balandıra balandıra yansıtmıştır.

Kürtler neresinde?

20 yıldır Türk devletinin bu ittifak politikasının ana hedefi Kürt hareketidir. Bu ittifak sonucunda bir çok operasyon yapılmış ve Kürtlerin önüne diplomatik bir set çekilmiştir. Kürt hareketi, İsrail saldırılarına karşı Filistinli gerillalarla birlikte savaşıp kayıplar verirken; bugün AKP’ye yamanan cenah, ABD eliyle komünizmle mücadele adına silah başındaydı. Bu ittifak 15 Şubat uluslararası komplosunun içinde değil midir? Bu komplo bütün bilgi ve belgeleriyle ortadır. Bu ittifak sayesindedir bugün hala Kürtlerin siyasal iradesi görmezden geliniyor. Kirli bir savaş her alanda yürütülüyor.
Ortadoğu’nun en önemli güçlerinden biri reel politika deyip farklı ittifaklara girebilirdi. Mevcut gerçeklik bu ittifakı gerektiriyor deyip İsrail ve ABD’yi dikkate alabilirdi. Ama bunlar Kürtlerin içinde de dillendirilmesine rağmen yapılmıyor. Ne dünyayı algılama biçimi ne de felsefi paradigmasının gereği belirlenen çözüm stratejisi bunu öngörmüyor.
Şimdi yeniden başa dönelim ve Mazlum-Der Başkanı Bilgen’e karşı çıkıp; Erdoğan’ın tehdit konuşmasını “Günah bizden gitti” diye manşetlerine taşıyanlara soralım. HPG-TSK çatışmasını İsrail’in Lübnan saldırısıyla ilişkilendirenlere soralım. Sizin Müslümanlıktan anladığınız nedir? Kürtler sizin belirlediğiniz gömleği giymek zorunda mıdır?

21 Haziran 2006 Çarşamba

Kuyruğun yenilenme becerisi!

(21 HAZİRAN 2006)- Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Şemdinli Davası'nın sanık astsubayları Ali Kaya ve Özcan İldeniz'i, Umut Kitabevi'nin bombalanması olayıyla ilgili olarak suçlu buldu. Üstlerinden talimat alsalar bile hukuk dışı fiillere yeltenmemeleri gerektiği konusunda devletin bütün paravan-paramiliter organizasyonlarında yer alanlar için belki ders olur. Kör-topal yürüyen yargının yerel ayağının verdiği bu ‘daraltılmış’ karar bile olumlu bulundu. Bu da hukuk normlarına, devletin suç işleme hoyratlığının ‘fiskelenmesine’ dahi olan özlemin ifadesidir.
Şemdinli halkı bir ilki gerçekleştirerek ‘derin devleti kuyruğundan yakalamıştı’. Hatta bütün tereddütlerine rağmen devletin resmi kolluk güçlerine ‘bu kuyruktan üç adet numune’ buyur etmişti.
Başından beri çağdaş-demokratik-hukuk devletinden beklenenlerin esamesi okunmadı. Öncelikle olay alanı içinde topluluğu tarayarak bir kişiyi öldüren Jandarma Uzm. Çvş. Tanju Çavuş’un dosyası ayrıldı. Bu şok, Savcı Ferhat Sarıkaya’nın, 3. Selim’den başlayarak günümeze kadar getirdiği ‘gizli devlet’ ve ‘kirli savaş’ deşifresiyle yeniden umuda dönüştü. Ancak Savcı Sarıkaya’nın TSK yapılanmasını dikkate alarak, bunu 7. Kolordu Komutanlığı dönemi pratiğiyle bütünleştirip, tanımladığı ‘çete’ sistematiğinin tepe noktasına müstakbel Genelkurmay Başkanı Mehmet Yaşar Büyükanıt’ı oturtması ve bütün bu tespitlerin devletin İstihbarat Dairesi Başkanı Sabri Uzun tarafından da ifade edilmesi yeni bir süreci başlattı. TSK, geleneksel refleksini gösterek, ültimatom verdi. Temsili iktidar, gecikmeksizin hem savcı Sarıkaya hem de Daire Başkanı Uzun’un kellesini paşalara servis etti. Bu kadar ayan beyan durum karşısında temsili iktidar ve hükümran askeri bürokrasi ‘az hasarla atlatma’ yolunu seçtiler. Bunun için de Sarıkaya’nın yerine atanan Savcı Metin Dikeç, ikinci duruşmada, duruşmanın seyrini bile beklemeden hazırladığı 12 sayfalık mütalaasını cebinden çıkarıp okudu. Böylece Şemdinli Davası’nın seyri, kapsam ve nitelik bakımından değişmiş oldu. Olay, üç kişilik ‘adi çete’ tanımlanması ve buna uygun cezalarla kapatılmış oldu. Hem TSK komutası sıyrıldı hem de AKP Hükümeti’ne ‘üzerine gittik’ şerefi bahşedildi. Verilen kararın daha temyiz aşaması var, iki taraf da farklı gerekçelerle itirazda bulunacak.
Başa dönelim. Her şeye rağmen karar olumlu ama yetersiz. Organizmanın kendisiyle hesaplaşılmadıkça, kesilen kuyruk maalesef kendisini yenileme becerisine sahiptir.
TUNCEL FİKRET

23 Mayıs 2006 Salı

Kızıl Elma vizesi

(23 MAYIS 2006)- Mehmet Yaşar Büyükanıt, Hasan Kundakçı, Necati Özgen, Veli Küçük, Muzaffer Tekin, Ümit Özdağ, Doğu Perinçek, Kemal Kerinçsiz, Sedat Peker, Taner Ünal, Semih Tufan Günaltay, İbrahim Şahin, Korkut Eken, Selahattin Uğurlu, Mehmet Ağar, Deniz Baykal vesaire...
TSK, Özel Harp Dairesi, JİTEM, JİT, TİT, ASAM, VKGB, USP, Özel Kuvvetler, Öztürkler, Ergenekon, İP, CHP, MHP, DYP vesaire..
Yukarıdaki özel ve tüzel kişilikleri eşleştirin demeyeceğiz; çünkü hepsinin dolaşım hakkı var. Hiçbir kişiliğin özdeşleştiği tüzel kişiliğin dışındakinde varolmama koşulu yok. Hepsinin cebinde Kızıl Elma vizesi var. Ve bütün bunların vesikalı ‘iyi çocuklar’ı hazır kıta. Cumhuriyet’e giden yoldan itibaren bu coğrafyanın başına musallat olmuş kanlı bir ezberin köleleridir. Sadece Kıbrıs, ya da Kürdistan’da değil, Türkiye’nin her noktasındadırlar. Yasal varlık, hukuksal zemin tatmin etmez bunları. Susurluk’ta kamyon çarptı yine durdurulmadı. Şemdinli’de kuyruklarına ayak basıldı, ‘acımadı ki’ deme pişkinliğine vurdular. ‘Sauna’da terlediler, 'Danıştay’da patladılar. Paklanmıyor, paklanamıyor.
Mevcut cumhuriyetin kuruluşu, zihniyeti, yapısı ve devamlılığını sağlayan bu güçtür. Bu gücün de göçeceği başka yer yok. Tamamen teslim olmasına, ‘Kürt coğrafyası sizindir. Yapın yapacağınızı’ demesine rağmen AKP ve liderine geçit vermeye niyetleri yok. Bu doyumsuz canavarın iştahı engellenemiyor. ‘Söyleminiz yetmez, kafanızı da değiştirin. Revize etmeniz yetmez açın eşlerinizin başını!’ diyor. DEP’lilerin dokunulmazlığına iki el iki ayak kaldırarak ‘evet’ diyen RP-FP’nin akıbeti biliniyor. AKP ve lideri de Kürt sorununda teslim olmakla Çankaya’da zemzem banyosu yapacaklarını sandılar. AB’de ısrar, hukukta ısrar, adalette ısrar ve cesaret gösterilseydi... AKP’nin ve liderinin böyle bir siyasal şekillenmesi, bunu aşabilecek bir vizyonu yok. Özal gibi bunun bedelini canıyla ödeyebilecek cesareti de yok.
Tekrar başa dönelim...
Garibim Bingöllü Porsor’un baba formasyonuyla aleme savrulan Aslan.
Akın Birdal suikastçilerinden Semih Tufan Günaltay’ın Karslı üç hemşehrisi.
Dedeleri Yeniçeri ağalağından, Süveyş harekatı, Anafartalar derken kendisi Kıbrıs’taki Türk Mukavemat Teşkilatı referanslı bu lanetli çizginin varisi Muzafer Tekin.
Bunlar sadece ‘ey toplum bunları görmekle yetin’ kadardırlar.
Organizasyon şemasının tepe noktasında bulunan önemlidir.
Onun adı da: X
Rütbesi: Orgeneral
Görevi: TSK Kara Kuvvetleri Komutanı
Bekleyen görevi: Türk Genelkurmay Başkanlığı

3 Mayıs 2006 Çarşamba

Yeni asimilasyon hamlesi

(03 MAYIS 2006)- Türk Devleti’nin, topyekün savaş seferberliğini devreye sokarken, Kürt silahlı muhalefeti ve siyasal demokratik kurumlarının yanı sıra Kürtçe ve Kürt kültürüne yönelik yeni bir saldırı dalgası başlattığı da ortaya çıktı. Valiliklere etkin asimilasyon talimatı veren Türk İçişleri Bakanlığı, özellikle ilköğretimden itibaren Türkçe ve Türk kültürünün dayatılmasını istedi. Türkiye’deki Kürt nüfus, Kürt şirketleri ve basın yayın organlarına karşı “tedbirler” öngörüldü.
İçişleri Bakanlığı Toplumla İlişkiler Daire Başkanlığı, 81 İl Valiliği’ne gönderdiği tedbir maddeleri konulu yazıyla, ilk ve ortaöğretim okullarında Kürt hareketine karşı branş öğretmenlerinden oluşan komiteler oluşturulmasını istedi. Kürtçenin sadece ev ortamına hapsedilmesini öngören Bakanlık yazısında, bizzat ögretmenlerden Kürtçe ve Kürtlüğe karşı tecrit, teşhir ve rehabilitasyon uygulamaları isteniyor. Yazıda, Türkiye kentlerine yerleşen Kürt nüfus yapısının araştırılması, tespit edilmesi talimatı verilerek, buna göre etkili tedbirlere başvurulacağı ifade ediliyor. Bakanlık, Kürtlerin şirketleri ve basın yayın organlarına karşı da ‘bir dizi tedbiri’ sıralıyor.
6 Mart 2006’da Valiliklere "Gizli" ibareli "Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı 81 İl Valiliği ile Tedbirde Adı Geçen Valiliklere Gönderilen Tedbir Maddeleri" adlı bir yazı gönderildi. Tedbir maddeleri uyarınca ilköğretim ve ortaöğretim okullarında branş öğretmenlerinden oluşan komiteler oluşturuldu. Komiteler, DTP’li yurtsever ailelerin özellikle okul çağındaki çocuklarını tespit ederek, onlarla “özel olarak” ilgilenecek. Yani ilköğretim çağındaki çocuklar, öğretmeleri tarafından “fişlenecek”. İBTİDB, valiliklerden "öğrencileri terör örgütlerine karşı bilgilendirmek/bilinçlendirmek için, tüm okullarda, yurt ve pansiyonlanda periyodik olarak seminer, konferans, panel vb." düzenlenmesini istedi.
Valiliklere gönderilen yazıda, PKK saflarında yer alanların ailelerinin tespit edilerek, aileler üzerinden gerillaların “teslim olmalarının” sağlanması isteniyor.
Önemli bir asimilasyon işlevi gören Yatılı İlköğretim Bölge Okulları ve Pansiyonlu İlköğretim Okulları için de bir dizi önlemden söz ediliyor. Yazıda, kız öğrencilerin kaldığı yurtlarda kadın öğretmenler görevlendirilerek, buraların özendirilmesi istendi.

Türkleştirme gayreti

Toplumla İlişkiler Daire Başkanlığı’nın yazısında Kürtçe uyarısında da bulunularak, Kürtçenin eğitim/öğretim dili olmasına izin verilmeyeceği ifade ediliyor. Kürtçe ve Kürt kültürüne karşı bazı tedbirler ise şöyle:
"- Kürtçe’nin eğitim dili olarak kullanılması konusunun ‘Bağımsız Kürdistan ve Kürt Ulusu Yaratma’ gayretlerinin bir parçası olduğu hususunun, bölücü terör örgütü ve yandaşı kuruluşlar ile bağlantısı ortaya konulacak, ulaşılan sonuçlar yurt içi ve dışındaki çalışmalarda bir mesnet olarak kullanılacaktır.
- Etnik ve Kürt kimliğinin yaratılması kapsamında kendisini Kürt olarak tanımlayan velilerin çocuklarına ‘Türkçe ve Türk Kültürü’ dersi yerine ‘Kürtçe ve Kürt Kültürü’ dersinin verilmesini amaçlayan gayretlere itibar edilmemesine yönelik girişimlere devam olunacak, ‘Türkçe ve Türk Kültürü’ derslerine katılım teşvik edilerek, bu derslerin zorunlu hale getirilmesine çalışılacaktır.”

Demografik araştırma ve “tedbirler”

Kocaeli, Adana, İstanbul, İzmir, Mersin, Yalova, Denizli, Aydın, Manisa, Antalya, Ankara, Bursa, Muğla ve Sakarya illerinin varoşlarına yerleşen Kürt nüfusun tespit edilerek, bu alanların demografik, sosyo-kültürel, ekonomik ve psikolojik durumlarını belirleyen kapsamlı bir çalışma yapılması isteniyor. Bakanlık yazısında devamla Kürtler açısından hem kendi yakın tarihlerinde hem de Türkiye’deki dini azınlıkların tarihinde yaşanan gelişmeleri hatırlatan ifadeler yer alıyor. Çünkü Bakanlık, bu çalışmaların ardından gelecek işlemleri de şöyle anlatıyor: “Kısa, orta ve uzun vadede alınacak tedbirler belirlenecek ve onayı müteakip icra edilecektir.”

Kürt şirketlerini “terbiye”

Kürt hareketine ilgisi olan “şirket ve firmalarla, yasal çerçevede gerekli mücadele yapılarak etkin önlemler saptanıp uygulanacak” denilen Bakanlık yazısında, “bu suretle söz konusu firma ve şirketlerin terör örgütleri ile ilgili ilişkilerini kesme zorunluluğunu duymaları sağlanacaktır” ifadesi kulanılıyor. Türkiye’deki yargı sistemi düşünüldüğünde, “yasal çerçeve” ve “ilişki kesmi zorunluluğu duyma” belirlemelerinin anlamı ortaya çıkıyor.

24 Nisan 2006 Pazartesi

Topyekün savaş seferberliği

(24 NİSAN 2006)- 7. Kolordu Komutanı olduğundan beri K. Kürdistan’daki infaz ve toplu cinayetleri komuta ederek mevcut yasaları bile ‘takmayan’ müstakbel Türk Genelkurmay Başkanı Mehmet Yaşar Büyükanıt, barış sözcüğüne tahammülünün olmadığını ve Kürtlere karşı topyekün savaşta ısrarlı olduğunu dün yine deklare etti. Şemdinli iddianamesinde çeteciliği ve kontrgerillanın başında olduğu delillerle tespit edilmesine rağmen, siyaset-yargı-medya üçlemesini rehin alarak, hükmünü sürdüren Büyükanıt, topyekün savaş konseptini yürüteceklerini açıkladı. Büyükanıt, Savcı Sarıkaya’nın görevden alınması ve Güney’e saldırı konularında yorum yapmadı; ancak Kuzey Kürdistan’daki mevcut durumu ‘normal’ olarak tanımlayıp ‘seferberlik’ halinin olmadığına şükretti. Şimdi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin seferberlik sistemi ve savaşı hali tanımlamalarına bakıp içinde bulunulan süreçle kıyaslayalım.
TSK’ye göre seferberliğini tanımı: “...devletin tüm güç ve kaynaklarının, başta askeri güç olmak üzere, savaşın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde; hazırlanması, toplanması, tertiplenmesi ve kullanılmasına ilişkin bütün faaliyetlerin uygulandığı, hak ve hürriyetlerin kanunlarla kısmen veya tamamen sınırlandırıldığı haldir.” (2941 Sayılı Seferberlik Savaş Hali Kanunu Md.:3)
Uygulama alanı bakımından kısmi seferberlik: “Yurdun belirli bir veya birkaç bölgesinde uygulanır.”
Kapsam bakımından Milli Seferberlik: “Silahlı Kuvvetler dışındaki Milli Güç unsurlarını kapsar.”
Savaş hali: “Savaş ilanına karar verilmesinden bu halin kaldırıldığının ilan edilmesine kadar devam eden süre içinde hak ve hürriyetlerin kanunlarla kısmen veya tamamen sınırlandırıldığı durumdur.”
Yine ‘yasal’ olarak seferberliğin ilanının nasıl yapılacağı şöyle açıklanır: ”Savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, ayaklanma olması, vatan veya cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini işten ve dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması hallerinde, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulu’nun da görüşünü aldıktan sonra genel veya kısmî seferberlik ilânına karar verir.”
Şimdi de mevcut duruma bakalım.
AB sürecini içine sindiremeyen TSK, ‘yendik’ dediği Kürt hareketinin toplumsal tabanının gittikçe güçlendiğini, yasal açılımların birer lütuf yerine, olması gerekenler olarak algılandığını, Kuzey Kürtlerinin ‘yerel iktidara’ geldiğini ve imha-tecrit-marjinal kılma üçlemesinin tutmadığını gördü. Buna bir de Güney Kürtlerinin devletleşme çabası eklenince TSK’nin geleneksel refleksleri devreye girdi. Hakkari ve çevresinde Türk devlet güçleri tarafından gerçekleştirilen ve manipüle edilen bombalamaların 9 Kasım 2005 günü Şemdinli’de gerçekleştirileninde halk, failleri suçüstü yakalayalarak, kontrgerillayı deşifre etti. Olayı araştıran Van Savcısı, son gelişmeler ışığında özel savaşı sorguladı ve asker-sivil militarist bürokrasiyi işaret ederek suç duyurusunda bulundu. Newroz, büyük katılımlar ve net mesajlarla alanlarda kutlandı.
TSK meşru savunma konumundaki Kürt gerillalara karşı operasyonlara başladı. İddianamenin ardından AKP Hükümeti muhtırayı alarak ‘teslimiyeti’ seçti. Kontrgerilla faaliyetini doğrulayan Emniyet İstihbarat Daire Başkanı görevden alındı; Savcı hakkında inceleme başlatıldı. K. Kürdistan’daki sivil itaatsizlik eylemleri silahla bastırıldı. Sabri Uzun’un “merkezi operasyonlar başladığında ulusal basın devreye sokulur” itirafına uygun bir şekilde Türk medyasında saldırı propagandası yapıldı. Topyekün savaş konseptini herhangi bir dirençle karşılaşmadan yürütmeye başlayan TSK, savaş hali moduna geçti.
Bolu, Kayseri, Burdur ve Isparta’daki savaş birliklerini hava gücü desteğiyle operasyonlara çıkaran TSK, Kuzey Kürdistan’daki mevcut askeri yapısıyla yetinmeyerek, zırhlı birliklerini de sevk etmeye başladı ve bu sevkıyat halen devam ediyor. Deniz Kuvvetleri dışındaki bütün savaş birliklerini seferber eden TSK, Güney sınırına zırhlı birliklerini konuşlandırıyor. Bütün bu askeri hareketlilik sürerken, Şemdinli iddianamesini hazırlayan savcı görevinden alındı. ‘Terörle Mücadele Yasa’ tasarısı jet hızıyla düzenlenip Bakanlar Kurulu’nda geçirildi. Devlet terörünü meşrulaştırmaya yönelik tasarı, Türk yargı ve medyası tarafından memnuniyetle sunuldu. Yine Türk medyası aracılığıyla ‘askeri harekatın 16 ay süreceği’ ve ‘asker izinlerinin kaldırıldığı’ duyuruldu.
Bütün bu gelişmeler olurken müstakbel Türk Genelkurmay Başkanı, savaşta ısrarı savunarak ‘seferberlik yok’ diyor. Sınırötesi operasyon sorusunu da yanıtsız bırakıyor. Büyükanıt, resmen ilan etme gereği duymayacak kadar, evrensel hukuk ve uluslararası normları tanımayabilir. Mevcut Türk devlet yasalarının anlamsızlığını söylemeyebilir. Fakat mevcut durumun, savaş hali yasalarıyla desteklenen, tüm ‘milli güçleri’ (yasama-yürütme-yargı-medya) kapsayan Büyükanıt komutasındaki “topyekün savaş seferberliği”nden başka tanımı da yok.
TUNCEL FİKRET

6 Şubat 2006 Pazartesi

Trabzon’da DEVLET infazı

(06 ŞUBAT 2006)- Son aylarda Karadeniz illerinde devlet destekli olduğu belirtilen saldırılara bir yenisi eklendi. Trabzon’daki Santa Maria Katolik Kilisesi’nin İtalyan papazı, dün kilisede uğradığı silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi.
Bir süredir Karadeniz bölgesi ile ilgili ‘stratejik bölge’ tanımlamaları yapılmaya başlandı. On yıllarca ‘Rusya, boğazlardan sıcak denizlere inmek istiyor’ diyen zihniyet, yakın dönemde yeni bir teraneyi devreye soktu. Özellikle Gürcistan ve Ukrayna’nın geçirdiği turuncu devrimlerden sonra bir iç göl niteliğindeki Karadeniz’in Rusya için bilinenden çok daha büyük önem taşıdığı savunuluyor. Sözkonusu ‘stratejik akıllar’ bununla da yetinmiyor. İran’ın Trabzon limanıyla dış ticaretine yol vermek istediğinden tutun; ABD’nin havalimanına göz koyduğuna kadar bir dizi evhamı bu sanal stretejik nokta belirlemesine veri kabul ediyor. Bırakalım TAYAD üyelerine yapılan saldırıları, Trabzonspor oyuncalarına yapılan saldırılarda dahi devlet idarecileri ve ‘güvenlik güçlerinin’ seyirci kalmakla yetindikleri ortada. Hatta Karadeniz üzerinde yürütülen uyuşturucu ticaretinin ve yerli mafyaya göz yummulsun taleplerinden sonra bölgedeki en ufak demokratik talebe karşı kalabalık güruhlar salıverildi. İşte son olarak dün kendi halinde bir Kilise papazı öldürüldü. Şimdi bunu sıradan bir kişinin refleksi olarak kabul etmek mümkün mü? Trabzon Barosu Başkanı Mehmet Şentürk, Hürriyet gazetesinde yer alan açıklamasında, şehirde idari anlamda bir ’gevşeklik’ olduğunu söylüyor. Şentürk’e göre, ‘kolluk kuvvetleri’  görevini yerine getirmiyor.
Bakınız Kurtlar Vadisi-Irak filmi Trabzon’da iki sinemada, altı salonda toplam 32 seans olarak gösterime girmiş. Bu bir gösterge değil mi?
TUNCEL FİKRET

2 Şubat 2006 Perşembe

Şemdinli kapatılıyor



(02 ŞUBAT 2006)- Şemdinli halkının bombalama olaylarını gerçekleştiren devlet görevlilerini suçüstü yakalamasının ardından, yanlış bilgilendirme ve olayın kapsayıcı tarafını görmeme çabası ilk günden itibaren devreye sokuldu. Olay bütün vehametiyle ayan-beyan ortadayken, Kara Kuvvetleri Komutanı Büyükanıt’ın astsubaylardan Ali Kaya için “Tanırım, iyi çocuktur” demesini, olayın “lokal” olduğu tespiti izledi. Buna müteakip uzman görüşlerine başvuruldu. Her olayı Türkiye’yi dünyanın merkezine oturttarak ‘stratejik akıl’ yürüten uzmanlar, Barzani’nin etkinlik çabasından, PKK’nin Hakkari’nin ilçelerini “tampon bölge” olarak belirleyip “yeni kalkışmanın hazırlığında olduğu”na kadar bir dizi sanal belirlemeyle, oluşu-failleri-amacı belli ve suçüstü yapılan Şemdinli olaylarını yadsıma uğraşına girdiler. Hükümet kanadından gelen açıklamalar da havada kaldı. Zaten kalacağının sebebini yine AKP’nin etkin isimlerinden Burhan Kuzu’nun “Başbakan halkı teskin etmek istedi. Bu olaylarda sonuca gidilemez, bir yerde tıkanır” ifadesinde gördük.

Uygulamalı dizayn...

Olayın yargı süreciyle birlikte, yukarıda saydığımız bakış açısına uygun bir dizayn yapıldı. Saldırıdan sonra Şemdinli’ye ulaşan Hakkari Milletvekili Esat Canan’ın ve müdahil avukatların itirazları görmezden gelinerek, bir kişinin ölümüne ve 5 kişinin yaralanmasına neden olan Uzman çavuş Tanju Çavuş ile bombalama fiilini gerçekleştiren itirafçı ve astsubayların dosyaları ayrıldı. Amaç; “örgütlü suç” yani çete davasından “lokal”, “münferit” ve “meşru müdafaa” kalıplarına uygun hale getirmek. Böylelikle dosyası Van’dan Hakkari’ye gönderilen Tanju Çavuş, ilk duruşmada tahliye edildi. Peki bir kişiyi öldüren ve 5 kişiyi yaralayan ve bunu da rahatlıkla ifade eden Çavuş’un dosyasıyla ilgili deliller toplandı mı? Cevap hayır. İşte “hayır”ın göstergesi:
* Mahkemede dinlenilmesi talep edilen 4 nizamiye polisinin ifadeleri alınmadı.
* Öldürülen Ali Yılmaz'ın yakınları ve yaralı 5 kişi mahkemede dinlenilmedi.
* Hakkari Cumhuriyet Savcısı Fahri Turan tarafından alınan görgü tanıklarının ifadeleri dikkate alınmadı.
* Ali Yılmaz'a 3 kurşun isabet etmesine rağmen sadece koluna isabet eden tabanca kurşunu Adli Tıp Kurumu'na gönderildi.
* Çavuş’un aynı yerde görev yapmalarına rağmen adı geçen astsubayları tanımadığını söylemesi yeterli görüldü.

İyi çocuk...

Org. Büyükanıt’ın “Tanırım, iyi çocuktur” dediği astsubaylardan Ali Kaya şimdi de Meclis Komisyonu tarafından Susurluk Raporu’nu hazırlayan Kutlu Savaş’a sorulacak. Aslında Söz TV’nin sahibi M. Ali Altındağ, Komisyon üyelerine geçen hafta verdiği ifadede, Büyükanıt’ın ilk günkü cümlesinin bir kısmına katıldığını söyledi. Altındağ, Ali Kaya’nın 1992’den sonra bölgede aktif olan JİTEM elemanlarından olduğunu, bölgede tanındığını hatırlattıktan sonra aynı dönemde 7. Kolordu Komutanı olan Büyükanıt’ın Ali Kaya’yı tanıdığını; dolayısıyla bölgedeki JİTEM uygulamalarından da haberdar olduğunu açıkladı. Ancak Altındağ, “iyi çocuk” Kaya’nın kendi oğlunun öldürülmesinde de fail olduğunu belirtti.

İstendiği gibi...

Sonuç olarak, astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz ile itirafçı Veysel Ateş’in Seferi Yılmaz’ı öldürmek kastıyla Umut Kitapevi’ni bombaladıkları Van Başsavcılığı’nın dosyaları ayırma gerekçesinde istenmezse de yer aldı. Kaya’nın savunulmasını gelecek dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ilk günden üstlendi. Bu üstlenme olayın pek de “münferit” olmadığının yeterli kanıtı. Tanju Çavuş ile ilgili duruşmada normal bir mahkeme prosedürüne dahi uyulmayarak delillere başvurma gözardı edildi. Olay mahalinin önemli tanıklarından Esat Canan, Meclis Komisyonu’na alınmadı. Komisyona AKP’nin Kürt üyeleri de alınmadı. CHP adına Komisyon’da yer alan Mesut Değer de tehdit altında olduğunu açıkladı. Aksine inanmak istememize rağmen, olayın siyaset-yargı-ordu üçlemesinin ilk günkü ritüeline uygun kapatılacağı endişesi geçerliliğini koruyor.
TUNCEL FİKRET