22 Nisan 2010 Perşembe

23 Nisan ve 75 pare riya

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı... Ulus, egemenlik, çocuk ve bayram... Resmi şair Behçet Kemal'in "tanrısalığı haketmiş ırkı"nın Turan ve at koşulan topraklardan umudunu kesecek kadar akıllı olan Mustafa Kemal tarafından dünyaya hükmetmek için doğmuş Türkler tahayyülünü zinde tutma gayesiyle zerk edilen "bir ordu gibi yaratılan ulus" tutkularının disipline edilmiş bileşimi. Kemalizm, bu tutkuları gerçekleştirecek bütün imkanlara sahip değildi ama koşulların cevaz verdiği oranda korporatizmin en ala versiyonları arasında kulaç atıyordu. Dolayısıyla dört kavramı bir araya getirip, kutsal bir ayin düzenlemek mübahtı... 

'İşte, bugün bir Meclis kuruldu'

Ermenilere karşı temeli atılan imparatorluk bakiyesinin son müslüman unsurlarının birlikteliğinin ürünü Türkiye Meclisi'nin(TBMM) 23 Nisan 1920 yılında açılışının yıldönümleri, Milli Hakimiyet Bayramı olarak kutlanıyordu. Çocukları Koruma Cemiyeti de 23-30 Nisan'ı Çocuk Haftası ve haftanın ilk gününü de 1929'dan itibaren çocuk bayramı olarak kutluyordu. Bu iki bayram 23 Nisan 1935 yılında '23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı' adı altında bir araya getirildi. TRT, UNESCO'nun 1979'u Çocuk Yılı olarak duyurmasının ardından, Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği'ni başlattı. Bayramı, çocuk gruplarını davet ederek kendince 'uluslararası düzeye' taşıdı. Böylece Türkiye'nin ilk ve tek resmi bayramı olarak kabul edilen 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, her sene devlet erkanının yüzünden süzülen pişkinliğin riyakar gülücükle birleştiği bir dizi ritüelin ambalajla sunulduğu bir ayin olarak idrak edilir. Şimdi biz, Ulusal Egemenlik kısmını bir sonraki konu başlığı olarak tehir edelim ve Çocuk Bayramı'na bakalım. 

E be gözü toprak doyan Saip

61 yaşında hayata veda eden devlet memuru müzik öğretmeni Saip Egüz, çocuklar için maalesef sadece 'minik kuş' gibi masum bir şarkı miras bırakmadı; '23 Nisan' gibi Türk eğitim sisteminden geçenlere musallat olan bir de 'şiir' bıraktı. Rahmetlinin üç kıta ve her kıtanın son iki mısrasının tekrarlandığı 'şiir'i, ruhumuza nüfuz etmedi ama ezberlenmiş bir tekerleme gibi çakılıp kaldı: "Bugün yirmi üç Nisan/Hep neşeyle doluyor insan."

Armağan sahibi yaşıyordu

Milli olan veya millileştirilen bütün unsurlara o gün neşeyle dolmaları veya 'miş' gibi yapmaları dikte ediliyordu. Aslında neşe hiç olmadı. Saip Egüz'ün "İşte, bugün bir Meclis kuruldu/Sonra hemen padişah kovuldu" dediği kadar hızlı ve sade olmadı herşey. İstanbul Hükümeti'nin Lozan'a davet edilmesini gerekçe yapan Ebedi Şef'in, Meclis'e, 'padişahın kovulması' için sunduğu kanun teklifini incelemek üzere bir komisyon kuruldu. Komisyonun aleyhte tavrı anlaşılınca, üyelerine nota verip tutuklamakla tehdit etti. E yani karar da olumlulaştı. Silahlı unsurlarca sarılmış Meclis, saltanatı ilgayı münasip gördü. Padişahın dramı bir kenara, tebaanın kovulan kısmı da, ya kalanlar?.. Armağan sahibinin yaşadığı 1938'in sonuna kadar, bırakalım çocuk hassasiyeti, çocukların da dikkate alındığı planlar, projeler ve uygulamalı sadeleştirmelerin dramı vardı. Çocuklar, toplu katliamların, insan avının, cezalandırma, terbiye ve ıslah etmenin gaddarlığından muaf tutulmadı. Bazen babaları kahreden acının göstergesi olarak ölüm sırası önce onlara verildi. 

Sonrası çok mu farklıydı?

Değildi ama uzun süre öldürülmesi gereken çocuklar yoktu. 1960'a kadar Müslüman olmayanların herşeye rağmen kalanları dışındakiler terke zorlanmıştı. Türk olmayı veya Türk'e hizmet etmeyi kabul edip biat edenlere dokunulmadı. Bu kabullerin kalıcılığı için uğraşlar verildi. Bu arada, paralet toplumun nüveleri de büyümeye başladı. Uzun süren parti devletinin ardından 'çok partililik' denemesi yapıldı. Armağan sahibinin "bir ordu gibi yaratılan ulus"taki ordu, ulus adına yönetime el koymaya başladı. Bunu her on yılda bir tekrar etti. Çocukların yaşını büyütüp idama gönderdi. Kemalizmin aksayan yönlerini revize etmekle kalmadı, yeni sentezleri de bünyesine kattı. Asimilasyon katmerleştirildi;eğitim, sağlık ve beslenme yetersiz kaldı; adalet sağlanamadı. Açlık, yoksulluk, üretimsizlik ve çarpık bir ekonomik düzen üzerine bina edilen şekli parlamenter sistem, özündeki militarizm ile yetinmeyip onun toplum mühendisliğine de rıza gösterdi. Ama 23 Nisan, hep bayram olarak kutlandı. Anadilini evinde bırakmak zorunda bırakılan çocuğa, kaşık üzerinde yumurtayla yürüyüp neşeli olması istendi.

Muhafazakar demokrasi ve çocuklar

Geçmişi çok uzatmayalım ve gelelim günümüze. Yani Avrupa Birliği'ne girmek isteyen, etrafına caka satmaya başlayan muhafazakar-demokrat iktidarın Türkiyesi'ndeki duruma. Dünya sistemine entagratif bir ekonomik düzenin asgari koşullarına sahip, uluslararası yükümlülükleri benimseyen ve içerde de demokrasi havarisi kesilen siyasi kadroların Türkiyesi'ne. Tabi bu kadronun, paralel toplum içinden sistem içine devşirildiği notunu düşerek. 

Uluslararası sorumluluklar

Türkiye, bugün itibariyle çocuk haklarıyla ilgili 10'un üzerinde uluslararası sözleşmeye taraftır ve kendi mevzuatını bunlara uyarlama konusunda taahhütleri var. BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ve BM Çocuk Hakları Bildirgesi, başlıcalarıdır. Fakat şimdi izah edeceğimiz gibi hem Türkiye'nin çekinceleri ve dayanağı hem de BM'nin bunu kabul etmesi, Türk olmayanların savunmasızlığının da rehavetidir.

Çocuk Hakları Sözleşmesi  

Geçmişi daha eski olmasına rağmen 1979 yılında Çocuk Haklarına dair Sözleşme, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edildi. Türkiye, 14 Eylül 1990'da imzaladı. Sözleşme, 9 Aralık 1994′te Türkiye Meclisi’nde kabul edilip Bakanlar Kurulu'nda 27 Ocak 1995′de imzalandı. Aynı gün Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girdi, böylece iç hukuk normu haline geldi. Bitmedi... Türkiye hiç çekincesiz olarak bir uluslararası sözleşmeye taraf olmuş/olur mu?.. Haklısınız, olmaz. Türkiye bu sözleşmenin de 17, 29 ve 30. maddelerine çekince koydu ve devam ediyor. Aslında, detaylarına giremeyeceğiz ama Türkiye, 54 maddelik Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin onlarca maddesini ihlal ediyor, dikkate almıyor: 2, 3, 6, 12, 35, 37, 38, 40, 41 ve 43. maddeler gibi...

Çekinceli maddeler

Sözleşmenin 17, 29 ve 30. maddelerinden, T.C. Anayasası ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması hükümlerine dayanarak kendisini muaf tutuyor. Halbuki, mevcut T.C Anayasası, askeri darbeninin ürünü ve meşruluğu tartışmalı bir anayasadır. Lozan Antlaşması üzerinde ise büyük bir manipülasyon var. BM'nin de 51. maddenin "Bu Sözleşme’nin amacı ve konusu ile bağdaşmayan hiçbir çekinceye izin verilmeyecektir" şeklindeki 2. hükmünü bizzat ihlal ettiği görülüyor. Türkiye'nin çekince koyduğu üç madde, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Komitesi'nin çocuğun onuru, gelişimi ve çocuk ile diyalog hassasiyetlerini de gözardı ediyor.
* 17. maddenin taraf devletlere vaaz ettiği, "Kitle iletişim araçlarını çocuk bakımından toplumsal ve kültürel yararı olan ve 29'uncu maddenin ruhuna uygun bilgi ve belgeyi yaymak için teşvik ederler" ve özellikle "Kitle iletişim araçlarını azınlık grubu veya bir yerli ahaliye mensup çocukların dil gereksinimlerine özel önem göstermeleri konusunda teşvik ederler" hükümleri, Türkiyenin kırmızı çizgilerine dokunuyor.
* 29. maddenin "Taraf Devletler çocuk eğitiminin aşağıdaki amaçlara yönelik olmasını kabul ederler" dedikten sonra sıraladığı hükümler arasında "Çocuğun ana-babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygının geliştirilmesi" yer alıyor. 
* 30. maddenin "Soya, dine ya da dile dayalı azınlıkların ya da yerli halkların varolduğu devletlerde, böyle bir azınlığa mensup olan ya da yerli halktan olan çocuk, ait olduğu azınlık topluluğunun diğer üyeleri ile birlikte kendi kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma ve uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz" öngörüsü ise Türkiye'nin resmi ideolojisinin omurgasını zedeliyor. 

Anayasa ve Lozan

12 Eylül'de askeri darbe yapan Türk ordusu, yönetime el koydu ve terbiye ettiğini düşündüğü Türkiye toplumuna bir de itaat edeceği kutsal metin bıraktı. Bu bir toplumsal sözleşme değil, topluma dayatılan ve yüzde 92'sinin onayı söke söke alınan bir direktifler manzumesiydi. İşte halen yürürlükte olan bu Anayasa'nın hem dibacesi hem de değiştirilmesi dahi teklif edelemez 3. maddesi Türkçeyi kutsayıp, diğer dillere bariyer koyuyor. Anayasa'nın bu maddesi, ruhuna uygun bir çok madde ile pekişiyor; bunlar hem TCK ve TMK gibi kanunlarda hem de ticaretten yerel hizmetlere kadar bir çok alanda, kendisini kanun, yönetmelik, genelge olarak gösteriyor. Dolayısıyla, böyle bir anayasadan Kürtçe eğitime cevaz vermesi beklemek hatadır, çekince de kendi içinde tutarlıdır.

Lozan'a rağmen Lozan'a

Lozan Antlaşması'nda durum aynı değil. Evet, Kürtler Lozan'ın mağdurudur; ülkelerinin insan unsurunu dikkate almadan bölünmesi ve tekçi otoriter sistemlere mahkum edilmelerinin kaynağıdır. Ancak Lozan Antlaşması, Kürtlerin dolayısıyla Kürt çocuklarının dillerini öğrenmelerini, kullanmalarını yasaklamayı öngörmedi. Türkiye, yıllardır Lozan Antlaşması'nın azınlık olarak kabul ettiği Ermeni, Rum ve Yahudi toplumları dışındakilere kendi dillerinde eğitimi yasaklıyor. Sadece Kürtlere değil, müslüman olmayan Asuri-Keldanilere de... Prof. Baskın Oran ve Prof. Fikret Başkaya, Lozan Antlaşması'nın hükümlerinden Türkiye'nin işine gelmeyenlerin uygulanmadığını belirtiyor. Bu konuda kitap bile yazıldı. Özellikle konuyla ilgisi bakımından 39. madde önemli.
Lozan Antlaşması'nın 39. maddesinin ilgili hükmü şöyle: "Herhangi Türkiye tebaasının gerek münasebatı hususiye veya ticariyede, gerek din, matbuat veya her nevi neşriyat hususunda ve gerek içtimaatı umumiyede herhangi bir lisanı serbestçe istimal etmesine karşı hiçbir kayit vaz'edilmeyecektir.
Lisanı resmi mevcut olmakla beraber, Türkçeden gayri lisan ile mütekellim bulunan Türk tebaasına mehakim huzurunda kendi lisanlarını şifahî surette istimal etebilmeleri zımnında teshilatı münasibe ibraz olunacaktır."
Yanisi şu: "Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır. Resmi dil mevcut olmakla birlikte, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için uygun kolaylıklar gösterilecektir..."
Türkiye Cumhuriyeti, 340 sayılı yasayla, Lozan'ı iç hukukunda yürürlüğe koymuş durumda. Anayasa'nın 90. maddesi, "uluslararası antlaşmalarla kanunların uyuşmazlıkları halinde, uluslararası antlaşma hükümlerinin esas alınacağını" söylüyor. Ama Türkiye iyi bir manipülatif manevrayla Türk olmayanların haklarını gaspetmeyi sürdürüyor. Kürtlerin diline, dolayısıyla çocuklarının sağlıklı geleceğine bu antlaşmaya dayanarak ve maaselef bu antlaşmaya rağmen konulan ipotek duruyor.

AKP çekincede ısrarlı

Aile ve Kadından Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, Şırnak Milletvekili Sevahir Bayındır'ın, Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin üç maddesindeki çekincenin kaldırılıp kaldırılmayacağına yönelik soru önergesine verdiği yanıtta, Türkçe dışında neden anadilde eğitimin olamayacağını dünyadaki diller ve resmi diller bağlamında savundu. Kavaf, çekincenin kaldırılmasına yönelik herhangi bir çalışma bulunmadığını söyledi. Üstelik Bakan Kavaf'a göre 20 milyon nüfuslu Kürtlerin çocukları kendi kültüründen yararlanma ve kendi dilini kullanma bakımından sorun yaşamıyor.
Amed Milletvekili Akın Birdal da Anayasa'nın 41. maddesinin değiştirilmesi görüşülürken önerge vererek, maddeye "Çocuk hakları sözleşmeleri çekincesiz olarak uygulanır" cümlesinin eklenmesini istedi. Önerge Genel Kurul oylamasında AKP'nin çoğunluğuyla reddedildi.

Sadece anadil mi?

Elbette çocukların sorunu sadece anadilde eğitim değil. Ama anadil çocuk haklarının elifidir. Devlet güçleri, 1989'dan bu yana 373 çocuk öldürdü. En son Mart 2010'da Van'n İran sınırına 10 kilometre uzaklıktaki Çaldıran İlçesi'ne bağlı Hangedik Köyü'nde, Çatak Anadolu Lisesi birinci sınıf öğrencisi 14 yaşındaki Mehmet Nuri Tançoban askerlerce vurularak öldürüldü. Erdoğan'ın 'kadın da olsa çocuk olsa güvenlik güçlerimiz gerekeni yapacaktır...' emrini verdiği Mart 2006'dan itibaren çocuk ölümlerindeki yükseliş dikkat çekiyor. Sadece 2006'da 17 çocuk öldürüldü. 2006'da öldürülen  Abdullah Çetinkaya sadece 8 aylıktı. 2009'da Cizre'de öldürülen Mehmet Uytun 18 aylık...

Binlerce çocuk cezaevinde

AKP Hükümeti, sadece ölüm emri vermekle yetinmedi, acımasız bir terbiye politikası da uyguluyor. Terörle Mücadale Kanunu'nda yaptığı değişiklikle çocukların 'terörist' olarak ve ağır ceza mahkemelerinde yargılanmalarının önünü açtı. Adalet Bakanlığı verilerine göre, cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü sayısı 119 bin 82'ye yükselirken, tutuklu çocuk sayısı ise 2 bin 629 oldu. İstatistiklere göre cezaevlerinde 18-20 yaş arasında ise toplam 8 bin 554 kişi bulunuyor. Cezaevinde bulunan çocukların neredeyse yüzde 90'ı tutuklu; bir yıldır mahkemeye çıkarılmayanları bile var. TMK mağduru çocuklar, şiddetli bir müdahale sonucu gözaltına alındıktan sonra da tam bir şiddet sarmalının içine alınıyor. Gözaltında, cezaevinde fiziki şiddetten psikolojik tahribata kadar resmi ideolojinin mengenesinden sıkıştırılıyor. Türkiye'de cezaevindeki çocukların sayısı açısından Avrupa'nın üçüncüsü şerefine nail olmuş; ancak 'siyasi saiklerle' cezaevine kapatılan çocuklar konusunda ipi göğüslemiş durumda. Çocukların cezaevindeki toplam nüfusa oranı en yüksek olan beş ülke arasında Türkiye, ikinci sırada bulunuyor. 

Çalışan çocuklar

Türkiye, 1998'de minimum çalışma yaşını 15 olarak belirledi ve 2001'de en kötü şartlardaki çocuk işçiliğini yasaklayan 138 ve 182 sayılı ILO sözleşmelerini kabul etti; fakat hâlâ 6-14 yaş arasında yüzbinlerce çocuk işçi var. Üstelik bunlar en sağlıksız koşullarda ve cüzi ücretlerle çalıştırılıyor. Bu rakamlar içinde evlerde çalıştırılan kız çocukları da yok.

'Bugünün küçükleri 
yarının büyükleri'

Çocuklara bayram armağan edenin bizleri hayret içinde bırakan ve zekamızı zorlayan büyük özdeyişi "Bugünün küçükleri, yarının büyükleridir"in gereğinin nasıl yapıldığını, Çocuk Vakfı'nın değerlendirmesini baz alarak gösterelim:. 
* Toplam hane halkının çoğunluğu sağlıklı olmayan fiziki ortamlarda yaşıyor
* Yoksulluğu şefkat siyasetiyle (yardım dağıtma) erteleme alışkanlığı
* Ailedeki ekonomik, sosyal ve kültürel kriz, aile içi çatışma ve şiddeti artırdı 
* İşsizlik karşısında sosyal güvenliğin sağlanamaması sonucu, aile ve çocuk sorunları derinleşti
* Türkiye’nin aile ve çocuk merkezli insani gelişme ve refah göstergeleri dünya ortalamasının altında,
* Türkiye aile ve çocuk politikaları ile Avrupa Birliği'ne hazır değil
* Bebek ve 5 yaş altı çocuk ölümleriyle anne ölüm oranı hâlâ yüksek
* Anne ve çocuk sağlığı geliştirme programı yaygınlaştırılamadı
* Anne ve çocuk sağlığı hizmetlerinde bölgeler arası eğitim ve sağlık göstergelerindeki farklılık giderilemedi
* Çocukların beslenme bozukluğunun neden olduğu hastalıklar yaygın
* Çocuklarda ağız ve diş sağlığı oranı yüksek
* Beş yaş altı beslenme bozuklukları azaltılamadı
* Okul sağlığı hizmetleri dünya ortalamasının altında
* Adölesan sağlığı hizmetleri çok sınırlı düzeyde
* Koruyucu sağlık ve çevre sağlığı açısından Türkiye riskli ülkeler arasında
* Toplam hane halkının yüzde 20’si temiz su içemiyor
* Mayın, gösteri ve bombalama olaylarında çok sayıda çocuk hayatını kaybetti
* Okul öncesi eğitim oranı en düşük grup köy çocukları
* Okul öncesinde batı bölgelerinde oran daha yüksek
* Erken çocukluk gelişimi programı yaygınlaşamadı
* Kızların okullaşma oranı her alanda erkek öğrencilerin altında
* Türkiye’de sınıf ortalaması 36 (Dünya ortalaması 26)
* Türkiye’nin dünya ortalamasına göre 143 bin sınıf açığı var
* Örgün eğitim okuma alışkanlığı kazandıramıyor ve kitabı sevdiremiyor
* Okul başarısı ve hayat başarısı arasında denge kurulamadı
* Eğitimin gerçekleştiği fiziki mekânlar niteliksiz mimari yapılardan oluşuyor
* Türkiye, nitelikli genel eğitimde başarılı olamadı
* Ortaöğretimde bürüt okullaşma oranı yetersiz
* Eğitim süresi uzadıkça kızların okullaşma oranı düşüyor
* Türk eğitim sistemi felsefe öğretiminden uzaklaştı
* İlk ve ortaöğretimde sanat ve kültür eğitimi çok alt düzeyde
* Okullarda şiddet yaygınlaşma eğilimi gösterdi
* Türkiye, eğitimde yaş ve cinsiyet ayrımcılığını aşamadı ve durum eğitimin bütün aşamalarında kızların aleyhinde
* Türkiye, eğitim profili ve göstergeleri bakımından Avrupa Birliği standartlarına hazır duruma getirilemedi
* Türkiye, birbuçuk milyonu bulan korunmaya muhtaç ve kimsesiz çocuğa sosyal güvenlik sistemini kuramadı
* SHÇEK şemsiyesi altındaki çocuk yuvası ve yetiştirme yurtları yönetilemedi
* Yuva ve yetiştirme yurtlarını yerel yönetimlere devretmeyi öngören düzenleme yapılamadı
* Türkiye’de dört çocuktan biri yoksul
* Yoksulluk sınırındaki aileler sosyal güvence altına alınamadı
* Göç çocuklarının en çok yaşadığı iller Kürt bölgesi
* Özürlülerin sağlık, eğitim ve sosyal göstergeleri kötü
* Türkiye’de beş çocuktan biri çalışıyor
* Güvence altında çalışan çocukların izin, iş güvenliği, iş kazası, dayak ve azarlama sorunları aşılamadı
* Sokakta çalışan çocukların sayısında artış oldu
* Sokaktaki çocukların sayısı bilinmiyor
* Sokaktaki çocuklar için koruyucu, önleyici, tedavi ve rehabilite edici projeler yaygınlaştırılamadı
* Çocuk suçları konusu, çocuk adalet sistemi yerine, ceza yasaları içerisinde düzenlenmesi eğilimi sürdürüldü
* Suç işlediği ispat edilen çocukların tek seçeneği hâlâ ceza.
* 15 yaşın üzerindeki çocuklar hakkında ceza dışında bir seçenek yok
* 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu, çocuk adalet sistemi yerine ceza kontrol sistemine dayalı bir yaklaşımla hazırlandı
* Çocukların, Çocuk Mahkemeleri dışında Ağır Ceza Mahkemeleri’nde yargılanması değiştirilemedi
* Çocuk Mahkemelerinin yaygınlaştırılması sağlanamadı
* Yargılamadaki çocuklara hizmet veren kurumların fizikî ve sosyal şartları iyileştirilemedi
* Türk çocuk hukuku ve çocuk yargılama hukuku standartları geliştirilemedi
* Türkiye’de çocuk ihmali ve istismarı yaygınlaşma eğilimi gösterdi
* En yaygın çocuk istismar türü ekonomik istismar
* Çocuklara karşı işlenen fizikî istismar türlerinin oranlarında artış gözlendi
* Cinsel istismar vakalarında artış oldu
* Çocuk pornografisi konusunda Türkiye riskli ülke
* Son üç yılda akranlar arası şiddet ve çocukların kesici alet ve ateşli silah kullanması arttı
* Anayasa’nın çocuk hakları merkezli yeniden düzenlenmesi sağlanamadı.

Çocuklar kutlasın büyükler utansın

Kemalizm, kolektif bir travmanın kaynağı olarak kendini yeniden üretme kabiliyetine sahiptir. Bu sistem Kürt bölgesinde  siyasi, askeri, kültürel ve ideolojik baskıyla yürüyor. Sistem böylece militarist ve otoriter niteliğini muhafaza ediyor. Muhafazanın 'güçlü ordu' gereksinimi de yukarıda sıraladığımız şekliyle Kürt çocuklarını perişan etmekle yetinmiyor bütün çocuk nüfusunu etkiliyor. Çocuk haklarına sıra mı geliyor?... Milliyetçilik, ırkçılık ve mantığı zorlayan sınırsız garabetlerle yüklü törencilik geleneği de sistemin, ikiyüzlülüğü artık perdelenemeyen kuruntularının gösterisi... Çocuklar masum ve büyüklerin hezeyanından muaf tutulmalıdır. Tamam Türkiye'nin çocukları, her bayramı doya doya kutlasın ama büyükler artık riyalarını cıvık bir tebessüm ile bize sunmasın...

14 Nisan 2010 Çarşamba

Bu da sabır ağulardan süzülmüş

Ahmet Türk, legal Kürt siyasetinin büyüğü; parti kapatıldı, vekilliği düşürüldü, yasaklı. Bakın şimdi onunla ilgili bir cümleye nasıl başlıyoruz. Kapatılan DTP'nin siyasi yasaklı Eşbaşkanı Ahmet Türk... Bu bile Kürtlerin, Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkisini ve kendi statüsüzlüklerinin açık tarifidir. 
70 yaşına dayanmış, ciddi sağlık sorunları olan ve belleğine acıların en katmerlisi damıtılmadan akıtılmış ama bunu dervişane bir mizaca tahvil edebilmiş biri... 
Elbette iyimser ve umutlu... 
Türk aydınının bile 'en sağduyulu Kürt' dedikleri Ahmet Türk, son iki yıla sığdırılan adaletsizliğin; neden şimdi ve orda saldırıya uğradığının farkında ama buna rağmen, itidalli. 
Tamam, Türk medyasının büyük bölümü zıvanadan çıkmadı ama ikinci gün 'İşte saldırganın ifadesi' diye avukat-polis-savcı ortak yapımı saldırgan ifadesini pazarladı.
Bugün Hürriyet’in 3. sayfa faciası zihinsel hemoroid Yılmaz Özdil’in Star adlı baloncuklu kağıt tomarından itibaren Kürt halkı; değerleri ve siyasetçilerine yönelik küfürlerinin, yalama olmuş ırkçılığının bir tezahürüyle karşılaştık. Hadi ırkçılıklarını gizlemeyen yayınları ve proergenekon sözcü'sünü anladık da Özdil'e ne oluyor? diye soramıyoruz. 
Yılmaz Özdil 'Kerkürt' manşeti atarken, Ahmet Türk'ün adresini verirken ne yazdığını biliyordu dün ne yazdığını bildiği gibi...Yılmaz Özdil'in duygularına tercüman olduğu büyük çabaların ürünü bir topluluk var... Görmezden gelinemez... 
Kürtler iyidir, PKK kötüdür;güvercinleri iyidir,şahinleri kötüdür;şahinlerin azılı olanları ölsün.Yok ya hazır ölsün demişken Kürtler ölsün... İşte bu iki cümledeki kadar incedir 'azılı'nın ölü seviciliğinden Kürt'ün ölümüne karar verme anı ve hızı... 
Bakın Samsun'dan üç örnek...
Ekip Gazetesi-İsmail Temiz:Kendi seçim bölgeniz gibi rahatça gezeceğini sanırsanız yanılırsınız. Türk'ün darp edilmesi de bunun kanıtıdır.
Halk Gazetesi-A. Yener Cabbar:Devleti suçlamak yerine 'Biz ne yaptık' diye aynaya baksalar 'O yumruğun nereden geldiğini' daha iyi anlarlar.
Haber Gazetesi-Necdet Uzun:Bu kişileri, polislerin arasında gören herkesin içinden aşağı yukarı aynı duygular geçer... 
Samsun basınının bir bölümü böyle... Bir de gazetelerdeki okur yorumları ve sosyal ağlardaki paylaşımlara bakın... 
Yani Yılmaz Özdil yalnız, bilgisiz ve sahipsiz değil... O, büyük bir ırkçı güruh üzerinden sörf yapıyor. Yılmaz Özdil, bilerek ve isteyerek düşmanlık; düşmanlığa teşvik ve tahrik ediyor... 
Ahmet Türk, failinin tutuklandığını hatırlatan gazeteciye, "Faili önemsemiyorum, geleceği önemsiyorum" karşılığını verdi... Ahmed Arif demişti: Bu da sabır ağulardan süzülmüş...

11 Nisan 2010 Pazar

Epeydir soyunmuşsun Soner!


Soner Yalçın... 
Evlatlık mı, ortalama bir ailenin şanslı evladı mı?
21 yaşlarında Aydınlık'ın Ankarası'nda(2000'e Doğru vs...) departman müdürü olmasının eğitim tercihleriyle ilgisi var mıydı?
Sağlık alanının sünnetini meslek edinmekten niye vazgeçti?
Ahmet Çörekçi Paşa'nın hayatındaki keskin viraja viyadük çeperi olması doğru muydu ve bunun menzile ilerleyişte payı neydi?
'Teşkilat' ile rabıtası neydi? 'Efendi'si, 'tetikçi'si, 'silahşör'ü kimlerdi...
Neyse kafanızı karıştırmayalım... 
Soner de korkmasın...
Soner Yalçın, hepinizin bildiği Türk gazeteci-yazar-dizi yapımcısı-konsept danışmanı-internet yayıncısı- belgesel hazırlayıcısı- Hürriyet'in pazar muhabeti, diye devam eden marifetli bir zat... 
Teşkilatın kalemşörü..
Epey zamandır, dolaylı atışlardan vazgeçip direkt Kürtleri hedef almaya başladı. Tabi, maharetine yakışır tarzda yapıyor. Her atış, beraberinde çeşitli yönlere mesaj saçıyor... Kimi zaman BDP'lileri hedefleyip, bir işaret fişeğini de Kandil'e gönderme zahmetine kapılıyor. Kimi zaman Kandil'e uzun menzili bir enstrümanla saldırınca cephe gerisini sağlam tutmaya çalışıyor. Bazen baskın Kürt damarının dışında duran hatta düşmanlık yapanlara böğürerek, aferin alacağını düşünüyor. Kısa süre sonra Avrupa'dan 'istihbari' bilgiler üzerine 'haber' inşa ediyor... Barzani denilence irkiliyor gibi yapıyor, Öcalan denilince kurnaz hilelelere gark oluyor... Velhasıl teşkilatın kafası karışık ve kendisinin prototip seçileceği konu da uzun... 
İsterse bütün 'eserler'inden satır satır gideriz... Şimdilik şu kadarıyla yetineyim:
Ortalama bir Türk insanı hele milliyetçilik damarı biraz daha açıksa;
Binbaşı Ersever'in Anıları, Teşkilatın İki Silahşörü, Reis ve Bay Pipo'nun kahramanı olmak ister ama 'Beco'nun ebedi yolculuğundan gururla haz duyar... 

Gelelim son pazar muhabetine...

'Yılmaz Erdoğan'ın kafası niye karışık' başlıklı yazısı... Önce toptan bir değerlendirme yapayım. Bu hayatımda gördüğüm en kaba, en ucuz, en düzeysiz fakat en açık Soner Yalçın yazısıydı...
Muhabetin konu mankeni olarak Yılmaz Erdoğan'ı seçiyor ve başta onu 'kimi Kürt aydını' kategorisine yerleştiriyor. Daha sonra görüleceği gibi, 'kimi' önce bir kenara atılıyor, ardından 'aydını' da gidiyor. Soner ve 'Kürt' dediği dünya karşı karşıya kalıyor... Büyük cüret, dediğinizi duyar gibiyim... 

Neden Yılmaz Erdoğan?

Çünkü Yılmaz Erdoğan, Kürt danyasından devşirdiklerini yazın macerasının ham maddesi olarak kullanarak, Türk pazarında ticaret yapan bir arkadaş... Kabul görecek donanıma sahip, çok zorlandığında Mehmetçik Vakfı'na nakit havale yapacak ekonomik birikimi de çok şükür var... Bir ayağı Kürt dünyasında gerçi çekmek için büyük efor harcıyor, diğer ayağı Türk gösteri aleminin böğründe... Selahattin Demirtaş'ın popülerliğine sığınarak seslenişine buzdan bir duvar örerken, Recep T. Erdoğan'ın sofrasında Hakkari kent merkezinden tereyağı...  Dolayısıyla Kürtlerin önemli bölümü Yılmaz Erdoğan'a dargın... 'Dargın', burda bilinçli bir tercihtir ve maalesef iki yöne doğru değişim potansiyeli hem var hem de hızlıdır... Bu anlamda Yılmaz Erdoğan üzerinden çürük iki kolon dikip araya, Mahmut Esat ağzıyla ikinci el biriketlerden duvar örmek, estetik kaygısı da taşımaz...
Sadece bu da değil... Hakkarili olması, Soner Yalçın'ın uzun süredir dini tercihi ve kökeni konusunda soy-adı benzerliği taşıdığı Küçük ile yoğunlaştığı Barzani meselesine gitme imkanı veriyor. Eşinin ailesinden dolayı Şeyh Said konusundaki 'uzmanlığı'nı konuşturma olanağı tanıyor Soner'e... Bence de zekice!

Akıl hocalığı

'Kimsenin akıl hocalığına soyunacak değilim' diyor ya Soner Yalçın, çok mütevazi olduğunu düşünürsünüz ama o da ne? elinde Türk Dil Kurumu sözlüğüyle karşımıza dikiliveriyor. Önce Yılmaz Erdoğan şahsında 'solcu'lara ama aslında yukarıda yalnız bıraktığını söylediğim 'Kürt'e akıl hocalığına başlıyor. Bize 'özgürlük'ün tarifini veriyor... 
Durduk ve itiraz ediyoruz... Çünkü her şeyi Türk bilmem ne kurumunun sözgecinden geçiren yalçıngiller, bir de tefsir ekliyor. Bir şerh koyup katılalım... Biz o sözgeci attık ancak 'bir toprak ağasının kölesi ya da bir şeyhin müridi özgür olamaz' önermen doğru, ancak yine eksiktir... Eğer o ağa ve şeyh, 'Kemalist rejim'in kölesi ise bunun tarifini Türk Dil Kurumu sözlüğü vermez...

Politik kör müyüz?

Yazar, kimi Kürtlerin politik kör olduğunu 'Kürt açılımı' ve 'Anayasa değişikliği' başlıklarına yaklaşımla izah ediyor. 'Özgürleşme' olarak bakıldığından yakınıyor... Kürt siyasetinin dinamosunun böyle bir bakışı yok... Yazar da bunu bildiği için zaten 'bazı' zayıf halkasından asıl meramına sıçrıyor... 

'Kemalist Devrim'

Akıl hocalığına binaen aradaki dolgu malzemesini geçiyorum ve cümlesini alıyorum:"Kendini hâlâ “solcu” olarak tanımlayan kimi Kürtlerin, Kemalist Devrim olgusuna çarpık/ şaşı baktığı sır değil. Önyargılıdırlar."
Daha nasıl açık yazsın değil mi? Sömürgecinin, statüsünün gayri meşruluğunun farkında olmamasının mümkün olmadığı sabittir. 86 yıl oldu... Soner Yalçın müsterih ol!.. Önyargılı olmadığımız gibi çarpık/şaşı da bakmıyoruz... Kemalist Devrim'in bu ismi nasıl aldığını, iki ismin nasıl bir araya geldiğini Kürtlerden daha iyi kimse bilemez. Teşkilatın bütün ideolojik donanımıyla sizin ruhunuz üzerinde yaptığı hipnotizma, eleştiri yeteneğinizi felce uğratmış ve ruhunuzu, hayret ve saygı hisleri ile doldurmuş olabilir. Ama biz 24 Anayasası ile kafamıza inen balyozun ne olduğunu anladık, karşı çıktık... 86 yıldır kiminle kavga ediyoruz sanıyorsun? Tekirdağ'daki ayçiçeği üreticisiyle, Silifke'deki çilek tarlası sahipleriyle, Zonguldak'taki kömür işçisiyle, Amasya'daki besiciler mi? 
Direkt, sağlam gözlerle ve önyargısız bakıyoruz: Kemalist sistem bütün ideolojik tezler, fiziki unsurlar ve stepneleriyle varlığımızın reddi üzerine bina edilmiştir. Bu binaya 25'ten beri yükleniyoruz... O da biz de büyüyoruz(kaçak katlar ekliyor)... Nihayet çatladı... Çatladı ki stepneler epeydir azgınca devrede...

Mevcuttan yana mıyız?

Yine Kürt dünyasının baskın siyasal yapıları ve kitlesi açısından değerlendiriyorum... Bu sistemde kim bir gedik açarsa, koca beton duvara kim bir fındık kabuğu fırlatırsa iyi yapar... Bu iyi yapma, yanlarında dizilmemizi gerektirmez... İki cümle önce tanımladığım anlayışın, 'Kürt açılımı' ve 'Anayasa değişikliği' konusundaki tutumu çok nettir. Üstelik, bunu yaşayarak, bedelini ödeyerek gösteriyor... Türkiye'ye hükümet eden siyasi kadro ile Kemalizmin bekçisi ordu arasında Kürtler sözkonusu olduğunda nüansları aşmayan ortak duruş var... Kendisini 'solcu' hatta ötesi olarak tanımlayan Soner Yalçın da dahil özünde aynı değirmene su taşıyorlar...

Kemal iyi Kemalizm kötü mü?

Soner Yalçın, bize ortaöğretimdeki Türk İnkilap Tarihi ve Atatürk İlkeleri'nden fırlama cümlelerle 'Kemalist Devrimi' anlatıyor... Zahmet olmuş. Kemalist Devrim, emperyalizme, feodalizme ve tüm gericiliğe karşıymış! 
Kendi deyimiyle 'breh breh'... 
Alaturka oksimoron da böyle işte... Çok uzatıp, detaylara boğmayacağım ama Kemalizm ne kadar iyiyse Mustafa Kemal de o kadar iyidir... O kadar iyidir ki hala kendisini koruma kanunu var. Bırakın Kürtleri, Türklerin bile 600 yılık belleğini hükümsüz kılan, tekçi bir yapıyla Anadoluyu etnik ve kültürel bir mezarlığa çeviren hatta büyük bir bölümünün burda ölmesine bile fırsat vermeyen bir sistemi biz Kürtler mi savunacağız?.. İşinee!

Şeyh Said 

Teşkilatın kalemşörü için Şeyh Said, gerici ve İngiliz destekli ayaklanmacı... Kürtlerin, büyük çoğunluğunun Şeyh Said konusunda kafası berraktır... Mustafa Kemal'in Kürtlerin desteğini suistimal edip 24'te sırt çevirmesi üzerine Kürtler, siyasal taleplerini ifade edecek organizasyona yöneldiler... Bu fark edilince Yusuf Ziya ve Cibranlı Halit ile arkadaşları, çeşitli hilelerle tutuklandı... Öncü kadronun tasfiyesinin ardından Şeyh Said'e yönelince, doğal liderliğe geçmek zorunda kaldı ve Türk ordusunun provokasyonu ile erken başlayan çatışma, katliamla sonuçlandı. İngiliz desteği de Kürtlerin aksine bölgedeki gerici devletlerin yanındaydı. Seyid Rıza da Ağrı'daki katliamın ardından Kemalist Türk sisteminin nüfuz etmediği son alan Dersim'e kanlı girişinin kurbanı bir halk adamıydı. Şeyh Said ve Seyid Rıza... Hem Kürt hem de baskın mezheplerin önemli şahsiyetleriydi ve Kemalizmin tekçi devlet modelini reddediyorlardı. Böyle olduğu için tasfiye edildiler... Bunları ona detaylandıracak namuslu Türk aydınları bile vardır...
 
Beyimiz akıl hocalığını da aştı

Yazısının şiddetini giderek artıran Soner Yalçın, artık akıl hocalığıyla da yetinmiyor. Yakup Cemil'in ruhu konuşuyor gibi: "Bugün ya Kemalist Devrim’in safında olursunuz ya da Şeyh Said’lerin, Seyid Rıza’ların..."
Çok korkup cevap veriyoruz: Kemal ve istlerinin safında olmanın karşılığını 1924'te aldık... Gazi'ye saygılarımızı ilet...

Müsterih ol 

Kürtler, bütün inanç gruplarıyla kendi yenilgili, direniş dolu ve gecikmiş tarihlerine sahip çıkıyor... Dün olduğu gibi bugün de hem kendi içlerinde hem de tepelerindeki dört egemen unsur ve ittifaklarına karşı en temel haklarına sahip olmanın uğraşı içinde. Bunu da, sonradan istila ettiği değil, tarihi yurdunda yapıyor...
Kürt aydınını dert etme, müsterih ol... Eğer Kürtler için de hayırlı birşey yapmak istiyorsan, Kürtlerin gasp edilen ve olması gereken haklarını 'Efendileri'nden de talip et... Bak bu aralar, Kürtler ısrarla 1921 Anayasası'nı hatırlatıyor... Anlaşılan senin de çaprazdan böyle bir tarihi yolculuk anımsatman var... Kemalist olmayan Türk tarihçilerle o döneme bir yolculuk yap... 
Bak daha yaptığın ve yapımında emeğin olan televizyon dizilerindeki 'Kürt' tipine de sıra gelmedi...
Biz seni, sen de bizi tanıyorsun ve son öneri: Lütfen bizim refere edeceğimiz değil, kendi inandığın Türkçe sözlükteki 'ırkçılık' maddesine bak ve Kürt gözlüğünü tekrar tak..
'Dost acı söyler...'