"Diyarbakır Cezaevi'ni kapatıyoruz. Değerli kardeşlerim, ilk işimiz yeni cezaevini süratle yapıyoruz, bitireceğiz. Ve yeni cezaevi biter bitmez hemen o mevcut malum Diyarbakır Cezaevini de değerli kardeşlerim yıkacağız. Ve istiyoruz ki orası artık varlığıyla sürekli bize 12 Eylül'ü hatırlatmasın istiyoruz, hatırlatmasın."
Başbakan Erdoğan'dan yaptığım alıntı, hükmettiği devletin yeni vizyonunu anlatan; sade, anlaşılır, net ve kolay tamamlayıcı dört cümledir. "Diyarbakır Cezaevi'ni kapatıyoruz" ilk cümlesiyle hepimiz umutlanıyoruz. Bu cümle, duygusal bir girizgahın ardından gelmiştir ve itirazsız ortak kabuldur. 'İyi Kürtler' bu cümleyle yetinip durur. Devamını bekleme zahmetleri ve niyetleri yoktur. Ama Türk Başbakan, iki cümleyi patlatır ve bu, 'iyi'lerden ayrılan Kürtlerin sensorlarını rahatlıkla uyaracak büyüklüktedir: "Değerli kardeşlerim, ilk işimiz yeni cezaevini süratle yapıyoruz, bitireceğiz. Ve yeni cezaevi biter bitmez hemen o mevcut malum Diyarbakır Cezaevini de değerli kardeşlerim yıkacağız."
Yani Amed, zindanların en yenisine en iyisine layıktır. AKP gibi çalışkan hükümet de varken süratle yapılıp bitirilecek. Amed'i zındansız bırakmayan hükümet, elbette eskisini de yıkacak. Türk Milli Eğitim Bakanlığı arsasını beğenmiş, TOKİ sırada; değerlendirilir.
Mesele burada. Bu coğrafyada her şey yıkılıyor gibi yapılıyor ama yerine daha 'incesi' inşaa ediliyor. 'İyi Kürtler' zahmetli olduğu için eski veya yeni yerine değişmeyecek olan zindan gerçeğini görmek istemezler.
Başbakan, bu iki cümlenin ardından artık kendisini dinleyecek 'Kötü Kürt' bulamamanın rahatlığıyla abanır. Hatırlatma gereği duyarak sorgu mekanizmalarını bloke ettiğini düşündüğünden, tarihsel hafızamıza da müdahale hakkını kendinden bulur. "Abartmayın işte unutun gitsin" dercesine finalin tadını çıkarır: "Ve istiyoruz ki orası artık varlığıyla sürekli bize 12 Eylül'ü hatırlatmasın istiyoruz, hatırlatmasın."
Seyid Rıza ve Şeyh Said'i mezarsız bırakan devletin Başbakanı'na da bu yakışırdı.
Yanıtını hep birlikte göreceğiz.
Başbakan'ın Kürt meselesini niye kabuledilebilir ölçekte çözecek lider profiline sahip olmadığını, somut örnekleriyle çok yazdık. Hem düşünsel bagajı hem de politik işgüzarlığının çıplaklığını anlattık. Milliyetçi-muhafazakar özünün zinde, saldırgan ve kibirli halinin üzerine zaman zaman örtünen konjonktürel şallara aldanmadık. Akşam gazetesinden İsmail Küçükkaya'ya anlattıkları, çok net bir sağlaması oldu: "Selahattin Demirtaş... Sen önce bir Kürt ol bakalım... Akın Birdal, Niğdeli. Kürtlükle ne ilgisi var? Ufuk Uras aynı şekilde... Çok yanlış düşünüyorlar. Yanlış yere kanalize oluyorlar. Dünyadan yanlış örnekler veriyorlar. Çok konuşmayayım ama bunun faturasını da öderler. Kendileri öderler."
Başbakan'ın bu söylemlerini, her işaret aldıklarında BDP'ye ve 'kötü Kürtler'e kalem sallayanlar nasıl değerlendirdi? Cevabı çok kısa: Değerlendirmediler. Nerde zılgıt diye yakınarak Kürtlere dönüp 'idare edin' dediler.
Türk medyasının temel karekteristiği 1925'te neyse bugün de odur. Konjonktürel iyileşmeler ve projeler çok belirleyici değil. Haber malzemesi, sübvansiyon gerekçesi, kurbanı-mağduru ve okuyucusu olan Kürtler, Türk medyasını hem de bütün renkleriyle tanıdı... Dolayısıyla 'Ahmet Davutoğlu Fan Club', 'Übermensch şizofrenler', 'Tanrı yazarlar' ve 'kötü Kürt avcıları' koalisyonunun, 'Kürt aşkını'nın sahiciliğinin farkındayız. Fakat yakındığımız şu: Başbakan Erdoğan'ın "Sandığa gidin gerekirse 'Hayır' oyunu kullanın"; CHP Lideri Kılıçdaroğlu'nun "Sandığa gidin isterseniz 'Evet' deyin ama gidin" davetlerinde temsilini bulan ortak paydada buluşmanızı niye ulvi gerekçelerle beziyorsunuz?..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder