Yerel seçimlerde devletin tek parti öncülüğünde birleşmesine rağmen Kürt kentlerinde alınan yenilgiden anlaşıldı ki; Kürtler, etrafına kırmızı çizgiler çizilen yeni alana da sığmıyor. Siyasal organizasyon kabiliyeti ve kitlesel örgütlenmede işlerlik kazanan yatay geçişlerin bireysel haklar bariyerini aşmaya yönelik kolektif bir yüklenme olduğu gerçeği, sistemin sinir uçlarında titreşim yarattı. Kolektif haklar sözkonusu olunca akli melekeleri ile dini mükellefiyeti, milli hassasiyetler çamuruna saplanan muhafazakar-demokrat Başbakan, devletin diğer uzuvlarıyla mükemmel bir kaynaşma halinde düğmeye bastı. Böylece görülmekte olan davanın operasyonları başladı ve sürüyor. Son olarak Urfa’da polis-p.z.v.nk işbirliğiyle GAP alanındaki siyasetçi ve sivil toplum aktivistleri de devletin bekasının kutsal mekanları olan emniyet-adliye-cezaevi kıskacına alındılar. İki gündür de 'KCK ana davası’ görülüyor.
KCK davası, Kürtlerin 30 yıllık legal kazanımlarını süpürme ve onları terbiye edilmiş bireylerden oluşan bir yığın olarak tutma istemidir... Yığın olmayı reddeden, itiraz edebilme kabiliyeti kazanan Kürt’ün sistem karşısında konumlanması ve toplum/halk/millet bilinciyle aidiyet çatısına gereksinim duymasının külfetli olduğunu bilen devlet, kendi içindeki sorunları erteleme veya gözardı etme fedakarlığından kaçınmıyor…
Yeni devletin aklı, Kürt meselesini çözmek yerine, kontrol edilebilir düzeyde tutmayı, siyasi aktörlerini bertaraf etmeyi öngörüyor. Bir önceki devlet aklını 'kaba' buluyor, sadece şiddet kullanmakla yetersiz kaldığını düşünüyor. Devlet zoruna; ekonomik, siyasal, kültürel ve diplomatik lojistik sağlama gayretine büyük önem atfediyor. Yeni devlet aklı konusunda devletin tüm etkin aygıtları hemfikirdir. Çünkü çerçeve Anayasa'nın ilk üç maddesinin Kürtlere kabulü, siyasi temsilden yoksun 'Türk milleti' Kürtlerinin itiraz etme yetilerinin yitirilmesi. Özetlenen bu çerçeveyi Kürt siyaseti görüp, tepki gösterince büyük reformcu Başbakan da çekinmeden merhametli ellerini Kürtlerin kafasında gezdiren hayranlarını bile üzüyor.
İstişare öncesi
AKP iki gün Kızılcahamam’da istişare ve değerlendirme toplantısı yaptı. Toplantıdan önce uzun bir konuşma yapan Başbakan, toplantıdan ne çıkacağını da müjdeledi. Napolyon’un "biricik ciddi söz sanatı tekrardır" sözüne sadık danışmanlarının iddia, tekrar ve yayılmayı esas alan iletişim oyununun, yalanı hakikat olarak ruhlara yerleştireceği sanrısıyla hazırladıkları konuşma metninin Kürtlerle ilgili bölümü tarihiydi. Mahmut Esat’ın ruhunu Fevzi Çakmak’ın yetkisiyle birleştirip Kürtlere parmak sallayan Başbakan, nüfuzunun ruhlar üzerinde yarattığı hipnotizmaya olan güven patlamasıyla böğürdü. Pale D. Heban’ın dediği gibi "Erdoğan, Türk sağının riyakar, ikiyüzlü, kibirli, ırkçı halinin yeni dünya modelidir". Ancak yarattığı hipnotizma her siyasal cenahtan önemli bir kesimin eleştiri yeteneğini felce uğrattığından, hayret ve saygı hisleriyle dolan ruhlarının en sert tepkisi, 'konuşmasını beğenmedim’ ölçüsünü aşamadı. Yoksa "Bizim Cumhuriyetimiz, halkı bütün renkleriyle, bütün farklılıklarıyla, tüm zenginliğiyle kucaklayan bir zihniyet üzerine bina edilmistir" sözüne 'yalan’ zor gelse bile 'yanlış’ diye şerh konulurdu. İttihatçılık, Kemalizm ve Türk-İslam Sentezi’nin güncel izdivacına dikkat çekilirdi…
BDP gibi bir partiye "Barış bunların kitabında yok“ sözüne en azından kitap hatırlatılırdı…
Medyanın başlık seçimlerini dikte ettikten sonra "Almanya’daki Türkler azınlık hukukuna sahiptir. Benim ülkemde yaşayan Kürt kardeşlerim, Kürt vatandaşlarım azınlık hukukuna değil. Anadilde eğitim olmaz" restine karşılık Kürtlerin hukuku sorulurdu…
"Bizde ülkemizi bölme gayreti içerisinde olanlar var… O görünmeyen ama zihinlerinizde oluşturduğunuz bir yapının bayrağını asmak istiyorsunuz" sözlerinin kimden aşırma paranoya olduğu teslim edilirdi…
"Ne istiyorsunuz da alamıyorsunuz. Neyi arzu ettiniz de alamadınız? Parlamentoya mı giremediniz? Devletin üst kademelerinde yönetici mi olamadınız? Her yerde varsınız" sözlerindeki egemen dilin pişkinliğine işaret edilir, müellifine gönderme yapılırdı…
Jean-Paul Sartre'ın Yahudi toplumunun Avrupa macerası için söylediklerini güncelersek, Kürtlerin dostu bilinen 'demokrat’ zavallı bir savungandır. Kürt’ü ideolojisinden, ailesinden, halkından kopararak demokratik ergitme potasına atmak, oradan çıplak ve yalnız, bütün öteki insanlara eşit bireysel bir varlık olarak çıkarmak gerektiğini düşünür. Irkçı, insan olarak yokedip Kürt’ü alıkoymak isterken öteki de Kürt’ü yokedip onu yalnız insan olarak; yani yurttaşlık ve insanlık haklarının genel ve soyut öznesi olarak yaşatmak istemekte. Azgınca saldırılan ve gevşekçe savunulan Kürt’e, ölüm veya sıtma tercih olarak sunulmakta. AKP değişim talebi üzerinden sörf yapıyor diye depreşen tedip ve tenkil ruhunun görülmemesi salık verilmekte…
İstişarenin şerri
İki günlük istişare toplantısının ilk günü ilgili bakanlar, Kürt hareketinin kaynakları, mücadele yöntemleri ve mevcut durum, hukuki ve adli boyutları konusunda ve mücadelede ana politikalar, işbirliği ve koordinasyon sunumlarını yaptılar. Soruları yanıtladılar. İkinci gün de seçim analizleri tartışıldı.
Toplantının sonunda, öncesindeki mantığı daha sert bir dille ifade eden konuşma metniyle Başbakan huzura çıktı. "Erdoğan çözmek istiyor ama ne yapsın, statükoya bu kadar hükmedebiliyor" tezini bir kez daha çöpe attı. En ambalajsız haliyle kendi duygularına tercüman olan danışmanlarının satırlarını şevkle okudu: "Bu ülkede Tayyip Erdoğan hangi hakka sahipse, bu ülkede benim Kürt kökenli vatandaşım da aynı hakka sahip, farklı olan ne? Aynı hakka sahip. Ben Rizeliyim diye farklı bir şey talep etmiyorum ki, benim böyle bir derdim yok ki, o da aynı hakka sahip."
Başbakan’a göre sıkıntı yok. Akıl almaz şeyler(anadilde eğitim gibi) gündeme geliyor ama buna karşı milletçe el ele omuz omuza durma zorunluluğu var.
Başbakan, ismini anmayacak kadar tiksindiği BDP’ye de 'samimi' çağrıda bulundu: "Eğer dürüstlerse, eğer samimiyseler, silahlarını bıraksınlar sandığa öyle gitsinler. Ama şu anda aldığın oyun kıymeti harbiyesi yok, çünkü bu oy şaibeli oy, bunu çok iyi bilmemiz lazım."
Şaka gibi değil mi? 'Millet iradesi, demokrasi, hukukun üstünlüğü, adalet ve hak’ kavramları ağzında pelesenk olan bir Başbakan’ın cümleleri…
İstediği gibi olmuyor
Niye bu kadar öfkeli? sorusunun cevabı sadece onun zihinsel kodlarında gizli değil. İşler istediği kıvamda gitmiyor:
* 'Öcalan üzerinden Kürt hareketini Kürt taleplerinden kopararak geri çekilmeye ikna etme', hem Öcalan’a hem de Kürt hareketine çarptı. Dolayısıyla namünasip bir dille rest çekiyor.
* Uzun bir zamana yaydığı vaad et, işlet ve oya tahvil et modeli, Kürt siyasetinin çözüm yollarını alabildiğine açması sonucu deşifre oldu. Bunun üzerinde yarattığı/yaratacağı baskıyı savuşturmak için önleyici saldırganlığı tercih ediyor.
* Yargısını oluşturma derdindeyken yargıyı sorumlu tuttuğu KCK davası için 'şaşırmayın, gereğini düşünün’ talimatı veriyor.
Beklenti nedir?
Bütün olumsuzluklarını utangaç bir edayla karşılayan ve snopluk derecesinde bir hoşgörü gösterisi yaparak, seçim takvimleri mazeretini meşrulaştırma gayretindeki çeper efradın tavrına şaşırmıyoruz. 14 Nisan ile birlikte KCK operasyonları başladığında yazdıkları ortada. Sevinçli bir telaş sarmıştı toplum mühendisliğinin her nevi halini. Mutlu ve beklentiliydiler. Kürtlere siyasal çoğulculuk müjdesi veriyorlardı. KCK her yere sızmıştı ve Erdoğan’a domates atacak birimler oluşturacak kadar ileri gitmişti. Etyen Mahçupyan bile 'Kürtlerin 28 Şubatı' diye selamlamıştı. Kürtler AKP’nin kuyruğuna takılacak yepyeni bir siyasal yapı geliştirebilecekti. En liberal demokratları bile sadece fotolu 'tarihsel bellek' hatırlatmasına kızdı. Esasta sorun yoktu ama usulde özensizlikler vardı.
Şimdi tek itirazları ve belki de beklentileri sadece 8 belediye başkanının tutuksuz yargılanması, yani görüntünün şıklaşması. Hemen ardından dönüp Kürt hareketine teessüflerini bildirecekler: "Ancak işte, daha ne olsun?"
Olmazsa da kaybedecek tek cümleleri var: Yazık oldu…
Hakikaten de yazık!
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder