28 Şubat 2011 Pazartesi

Erbakan'ın mirası!..

Prof. Necmettin Erbakan, sistem içinde, sistemin aygıtlarıyla; 'din' eksenli ama 'milli' sahiplenmeyi ihmal etmeyen bir rota izledi.
Bunun için teşkilatçılıkta çok iyi, söylemde çok cömert, 'milli devlet' ile barışık, askeri bürokrasiyi iknayı seçen yerli bir hatipti...
Boynunda kravat ama başında namaz takkesi olabilen; akademide 'prof' titri ile tarikatta en iyi 'şakirt'e siyaset libasını yakıştırandı... 
Cumhuriyet öncesi belleği tekrar yükleyen bir cumhuriyet yetiştirmesi, CHP dışında gelişen paralel topluma CHP'nin türevi olmayan partiler sundu...
Siyonizme abartılı, emperyalizme tek yanlı yükleniyordu. Kürtler için hayıflanıyor ama 'dış parmak' ile 'milli zaviye'yi aşamıyordu; bir de büyük kötülüğü oldu. 
Kürtler içinde de örgütlenen tek Türk siyasetiydi. En eski parti CHP ve en popüler parti ANAP dahil hiçbiri gerçek anlamda Kürtlerin içinde örgütlenemedi. Oy endeksli bir teşkilatın çalışmasını esas aldılar. Milli Nizam Partisi ile başlayan gelenek ise, toplumsal hücrelere nüfuz etmeye çalıştı. Oy vermenin yetmeyeceği, buna göre davranış kalıpları ve refleksleri geliştirmenin; 'kardeşlik', 'vatan', 'gelecek' gibi kavramların özgün yorumuna göre siyasal kimlik oluşturmanın gerekliliği sunuldu. Bu uğraşın açtığı alan, bugün de AKP tarafından büyütülüyor. Türk devletinin bütün aygıtlarının hoş karşılanmadığı, 'yabancı' görüldüğü bir coğrafyada, o devletin başka bir uzvunun son bağ olma dayatması... Kürtleri, devletin mevcut nitelliklerini koruma lehine devlete bağlayan ama bunu müthiş bir siyasal illüzyonla devletin hilafına gösteren büyük yetenek... İşte bugün AKP'nin giderek sağlamlaştırmaya, kopmaz hale getirmeye uğraştığı bu bağı ilk ören Erbakan'dı. Devletin güvenlik kurumlarının örgütlenmesinin dışında, haklılığına inananların içinde yer aldığı bir örgütlenme...
Buna rağmen Erbakan, savaşı sevmedi; Özal'ın barış çizgisine inandı, denedi ama başaramadı. Hırslıydı, azimli bir iyimserdi ama nihayetinde ideali olan bir siyasal aktördü. 
Kürtlerin üzerinden koca bir adım atarak Filistin'e uzanmayı marifet gösterendi. Onun siyasal dünyasının bugün bile uğraştığımız çarpık izdüşümünden sorumludur ama ona ihanet eden yetiştirmelerinden bin kat daha mertti. Erbakan, zalim değildi... Rahmet Allah'ındır...

25 Şubat 2011 Cuma

Strateji büyük, siz küçüksünüz!..

Bütün kötü deneyim ve sonuçsuz gayretlere rağmen 31 Ekim’de sona eren eylemsizliği, 2011 genel seçimlerine kadar uzatan KCK, bu geniş zaman aralığının asgari adımlarla beslenmesi gerektiğini eklemişti: Operasyonların durdurulması, Kürt siyasetçilerin ve çocukların serbest bırakılması, Hakikatleri Araştırma ve Adalet Komisyonu kurulması, yeni anayasa hazırlığı ve barajın düşürülmesi gibi... Devlet/Hükümet, kamuoyunun da itirazı olmadığı halde bu zaman aralığını beslemekten ziyade zehirlemeyi tercih etti. 
Türk devletinin büyük stratejisinin gereği olarak dağları bloke etmenin rahatlığıyla tavizsiz şiddetin toplumsal alana taşınması, kitlesel itirazın daraltılması, siyasal faaliyetin tolere edilebilir düzeyde tutulması ve sistemin sinir uçlarının hassas kalkanlarla korunmasının meşruluğu savunuldu/savunuluyor. İmparatorluk mirasının aktüel versiyonunun cevaz verdiği şekilde Kürt tarafı ile üstten kurulan iletişimin alta doğru kontrollü akışını sağlayıp perde önünde ret; soft ikna aygıtlarıya her alana nüfuz etmeye çalışıp paravan birimler kullanarak katliamla tehdit edebiliyor. Böylece bir yandan özel savaşın bütün teknikleri boca edilirken; kayıtdışı görüşme, seçim sonrası için yuvarlak vaat; herkes seçimde boyunun ölçüsünü alsın baskısıyla kasnak dönüyor...

Büyük strateji

Dünyadaki örneklerinde görüldüğü gibi Türk devletinin 90'ların sonundan itibaren temelini attığı ve zaman zaman revize edip güncellediği büyük stratejisinin önemli belirleyeni askeri zor olmasına rağmen hepsi bu değildir. Bunun böyle olmadığını zaten yıllardır hem Genelkurmay Başkanları hem de Başbakan'dan dinliyoruz: Mali, diplomatik, ekonomik, kültürel, psikolojik desteklerle sosyal ve siyasal yanılsamalar kombinasyonunun eşlik ettiği devlet şiddeti. Etik baskı gücü için Kürtlerin her tabakasından devşirmeyi sağlayarak "umudu tüketme" ve "gönüllülük ruhu"nu zedeleyip, somut güç biçimleri kadar mühim olan bu alanı çökertmek. Arther Ferill'in deyimiyle büyük stratejisi; "devleti savunmanın siyasi, diplomatik, ekonomik ve hatta dini araçlarını kapsıyor..."

KCK, devlet ve kimi Kürtler

Kürt tarafının kolektif aklı, halkının/halkların uzun erimli çıkarları için tarihsel deneyimleri gözardı etmeden bilgelik ve sağduyuya dayanan bir strateji izliyor. Clausewitzçi anlamda zor bir sanatı, Lord Kitchener'in "Hoşumuza gittiği gibi değil, yapmamız gerektiği gibi savaşmalıyız" gerçekliğiyle dengelemeye çalışıyor. 
Türk devleti, büyümek, bölgesel güç olmak ama yakıcı sorunlarını da varlığının temel direklerine halel getirmeden ayağının altına itmek istiyor. Kürt tarafına karşı bütün alanlarda tedavülde tuttuğu yıpratma ve yıkma staretejisinde elbette temel dayanaklarından birini ordu oluşturmaya devam ediyor. İşte kimi Kürtlerin anlamak istemediği aslında Almanların iki eksen teorisine benzer bir pratiğin iki ucu açık bir şekilde cereyan ediyor olmasıdır. Almanlar, 'askeri başarı matriksini kurduğu sürece askerlerin kendi alanlarında kalacağını' ileri sürdüler. Türk iktidarı, hem bunu hem de tersini yapma kabiliyetini geliştirdi. Modernizasyon ve profesyonel dopingle mobil savaş gücü geliştirilirken, yeni savaş konseptine uymayan unsurlarını da ekarte etti. Başarısız savaş tecrübesini ve askerin politik hadsizliğini bir kenara atıp, suni bir arınma gösterisiyle de 'güçlü milletin güçlü ordusu'nu Kürtlerin tepesinde tutmayı sürdürüyor. 
Biraz sonra somutlaştıracağım kimi Kürtlerin anlamak istemediği başka bir noktanın kısmi sorumluluğu da KCK ve bağlı yapılara ait. Tarihsel ittifak yorumu ve yeni ortaklık arayışı ters tepebiliyor. Türk tarafını ikna için kullanılan tarihsel ittifak etaplarının hepsinde 'iyi' ve 'kötü' Kürtlerin olduğu pek önemsenmedi. Türk iktidarı, meşrulaştırma aralığından sızarak baskın Kürt hareketini by-pass edip, bu rotada yeni bir işbirlikçiliği geliştiriyor. Şok geçişlerin, model sunumların veya bağlanan uzun ekonomik serum kablolarındansa kablosuz bağlantının olmasına şaşırmayacağız. Winston S. Churchill, "Bir müttefiki savaş alanına getiren manevra, büyük bir muharebeyi kazanan manevra kadar yararlıdır" derken; Engels, boşuna "İki taraf arasında mütereddit kişileri kendi tarafınıza toplayınız" diye uyarmıyor. Kürt hareketi, stratejinin; 'bağlantısız ve oportünist kararların kaotik bir çamuru' ve 'doğrusal bir süreç' olmadığının farkında, dolayısıyla kusurlarına rağmen uzun soluklu bir savaş örgütünün halk hareketine dönüşmüşlüğünün gereklerini yetersiz ve eksik de olsa yerine getiriyor. Ama meşruiyet aralığından kaçak tüyen yeni işbirlikçilik de yeni devlet aklının yeteneklerine uygun. 
Somutlaştıracağım, dediğim isimlerden bir bölümü Türk Başbakan'ın kırmızı çizgilerini defalarca deklare ettiği çemberin içinden çemkiriyor, bir bölümü zıplamaya hazır, bir bölümü tereddütlü... 

Çemberdeki prototip

Onun tartışacağımız, eleştireceğimiz fikri yok. Entelektüel birikimini de nefsine yenik düşüp ensest ilişkiyle kirleten bir muhteris... Sıfatlardan sıfat beğenemiyorum. Çapı, etkisine bakmadan neredeyse bütün İslam tandanslı yapıların içinde dört döndükten sonra Kürt mahallesine de girip çıkmış biri. Uzun süredir yarıştığı Ümit Fırat'ı pes ettirip önüne geçme şerefine nail. Artık sadece Kürt işbirlikçiliği değil, iktidar övücülüğü alanında Türklerin de takdirine mazhar. Ahmet Altan'ın bile cahş diyebildiği; Türk iktidar puştluğunun gayri meşru fırlaması olarak torunlarına miras kalacak muteber bir nam. Yüzü, aklı, vicdanı teflon. Türk güvenlik dehasının suikast yapılabilecek bir değer atfederek, komikleştirdiği figüran. "MİT Müsteşarı'na mektup" ve "Başbakan'ın haklı soruları" gibi iki şaheseri kaleme alabilmiş biri. 
Türk Başbakan'ın himaye listesinde yanına iliştirdiği diğer isim için daha önce yazdım, haksız değilmişim. Nihal Atsız'ın oğlu Yağmur Atsız'ın "Çorak Kürd İntelligentsiyası’nın nâdir vâhalarından" diye yüceltip, "yöneltilen kalleşçe tehdîdi" şeklindeki halkla ilişkiler çalışmasına katkı sunup "bütün kalbim ve beynimle lânetliyorum!" diye de sayesinde Kürtlere küfür ettiği Taraftar kapsülü.

Çembere zıplamaya hazır

O herşey ama tek şey. Örgüt lideri, dilbilimci, yazar, şair vesaire diye uzayıp gider. 74'ünden sonra 15 Şubat'ta TRT-6'te  "seçimden önce dönecektim, spekülasyon olur diye seçimden sonra"ya eşlik gülmsemesini gördüm. Türkiye değişmiş, demokrasi gelmiş, AKP iyiymiş, güzelmiş hoşmuş. İçişleri Bakanı bizzat aramış... Halbuki "Yenik değiliz / boşa gitmedi çektiğimiz acılar" diye başlamış, "savaş alanlarında çarpışanlar var" diye hatırlatmıştın, biz umutlanmıştık. "Torbamız tohum dolu / koşar adım giriyoruz kavgaya" diye müjdelemiştin. Kavgaya girmedin ama 'torban'la koşar adım iktidar tünelinden devleştirdiğin kirli dil niye?.. 
"Kırgın umutta / Keder tortusunda / Acıda, zehirde, pusuda / Yılma / Doğan günü bekle" demiştin, Kürt çocukları yılmadı, üstelik beklemekle de yetinmedi. Gülümsedi, ağlarken bile gülümsemeyi düşledi; çalıştı, belki şehrimizin iklimi bizlerle değişir diye Akdeniz'e dayandı... Kavga ve sevda bitmedi; umut ve hasret tükenmedi; dağlarının doruklarında, egemenin zindanlarında isyancılar çoğalmaya devam ediyor... 
"Bir öfke gibi hatırlarım / Keskin dişlerini efendilerin / Gülüşleri, kamçıları, darağaçlarını...Kavgamdan bir gül çıkar / Bilirim" diyordun ya, biliyoruz hiçbir zaman şiir tadında olmadın. Tarihin, tanık olduğun bütün zorlu dönemlerinde kaytardın; 14'lü yaşlardaki bir çocuğun heyecanını, 20'li yaşlardaki bir gencin isyankarlığını, 30'lu yaşlardaki örgütçünün zamansızlığını, yaşlı bir Kürt'ün feraset ve sabır ile donanmış yapıcılığını hiç yaşamadın.
Bir kaybedensin ve dönmenden yanayım. İtirazım, dönüş için öne sürdüğün argümanlara ve mevcut Türkiye'nin güzellemesinedir... Şu soruyu kendine sormaya takatin var mı: 30'lu yaşlardaki Batman Belediye Başkanı'nı 170 yıl hapisle tutuklu yargılayan devlet, niye davet ediyor?..

Kararsız potansiyel

Son örneğe gelmeden, ismini yüzümüze vuran Türk Başbakan'ın ikinci el sözcüsüne kısaca değineyim. İlk kez Mayıs 2002'de Kırmızı Işık adlı programı sunduğu zaman izlemiştim. Konuğu Sedat Peker'di. O soruyor gibi yapıyor, Sedat Peker soruyu eliyle koymuş gibi cevabını veriyordu. Peker, Turancılıktan Enver Paşa'ya, korkuyu yenmesinden tarihi kişiliklere merakına, ne kadar temiz bir yurttaş olduğundan çekirgelerin en iyi savaş besini oluşuna kadar anlatıyordu. Sedat Peker, sonunda onu takdir ederken, o da hayranlığını ifade ediyordu... Gelişti, büyüdü, serpildi; Başbakan Erdoğan'ın Sözcüsü ve 'harflerinin yazıcısı' oldu. Şimdi ikinci el bir sözcü ama son kullanma tarihi açık. Hem bir televizyon kanalının başında hem de Radikal gazetesinde köşe kapmış. Bu köşeden Kürtlerin payına düşen de iktidar menziline göre nasiplenmek. Ona göre "Demokratik açılıma destek veren Kürt aydın ve sanatçılarının baş belası oldu PKK" ve tehditle baskı altına alıyor, seslerini kısıyor. Ancak, artık Hakkari'ye gitmeye yüzü olmayan birinin "Şahin'dir eti yenilmez" dediği Kürt sanatçısını "PKK’nın tehdit ve baskılarına karşı en cesur çıkışı yine o yaptı" payesiyle Türklere pazarlıyor: "Türkçeyle ilgili sözlerine takılacaksanız, teröre başkaldıran sözlerine de takılın."
Sadece şu 15 Şubat sürecindeki gösterilerde bile 100'ü çocuk 500'e yakın gözaltı, 55'i çocuk 100'ün üzerinde tutuklama, kolları kırılan, kafaları yarılan çocuklar dahil 50 yaralının ne anlama geldiğini bilmiyorlar mı?..
Türk devletinin büyük stratejisinin sadece küçük bir parçasına monte edilen minik vida, somun, burç ve bazen sadece yağ olduklarını farketmelerini ve yüzlerini halka çevirmelerini bekleyeceğiz...
Lütfen büyük resmi ihmal etmeyin!..

8 Şubat 2011 Salı

Şam'a da bekleriz!..

Tunus'un ardından Mısır da sallanınca Wallerstein'in 2. Arap Devrimi(The Second Arab Revolt – birincisi, 1916'da Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bağımsızlık mücadelesiydi) diye nitelendirdiği dalganın Şam'a da dayanabileceği beklentisi oluştu. Bu umudu besleyen ve dile getirenler bile çaresiz, örgütsüz, sindirilmiş, artık kök salmış korkunun kahrediciliği altında inleyen; zorunlu birlikteliğe mahkum edilmiş topluluklar bütününün önündeki yarım asırlık blokajın farkında. Arap halk isyanının Suriye'yi vurması "Arap devletleri" kategorisini aşar; dominonun üç koldan ilerlemesi anlamına gelir. Bunun farkında olan bizim gibi sıradan fanilerin bölgesel ittifakları gözardı etmesi saflık olurdu. Suriye, hem son Fars Şahı'nın, hem de yeni Türk Sultanı'nın koruması altında. 
Suriye'nin Kürt politikası ve bu güzergâhta ördüğü ilişkiler ağına bakıldığında bile ne kadar kıvrak ve zalim bir sistem olduğu açık. Nusayri azınlığın hüküm sürdüğü askeri diktatörlüğün bölgenin hem Şia hem de Sünni güçlerince himaye edilmesinin birinci ve en önemli gerekçesi elbetteki nüfusunun yüzde 10'unu oluşturanların Kürt olmasıdır. Bu realite, İran ve Türkiye'ye kendi üslupları ve uluslararası ittifak anlayışları çerçevesinde açık/gizli hamleler yaptırdı. Amerikan gazetesine reformculuğu çıtlatmak Türk aklıysa, dünya ajanslarına düşen ayaklanma çağrısı öncesi gözaltılar ve korku gösterisi Fars aklıydı. Baas'ın genç yüzünün de bunları birleşterecek kadar yeteneği ve mirası var. Aslında iki gün önce Türk Başbakan'ın, Aralık 2010'da imzalanan 11 anlaşmanın 2011 yılı sonuna kadar somut neticeler öngördüğü 6 hedeften ''Asi Nehri üzerinde Dostluk Barajı'nın temelinin atılması'' törenine katılması, hem de planlanan 'Öfke Günü'nün ertesi, aleni bir jestti. Kendisinin zamanlamayı hatırlatarak "Suriye ne kadar huzurlu olursa Türkiye de o kadar huzurlu olur" demesi boşuna değildi. "Yaşasın Türkiye-Suriye kardeşliği" diye coşan ve Haçlı Seferleri'ne atıfta bulunarak Mısır ve Tunus dışındaki Arap kardeşlerini mevcut rejimlere karşı teskin eden Erdoğan'ın "kardeşi Esad"a günübirlik ziyareti kaçınılmazdı. Dönüş uçağında ağırladığı kalemlerine “Sayın Esad’la bölgedeki gelişmelerle ilgili aynı kanaatleri paylaşıyoruz" derken, 'model' şişirmesinin epey etkisinde kaldığını da gizlemedi. 

Askeri diktatörlük 
nefes aldırmıyor

Tekrarlamakta zarar yok: Suriye bir askeri diktatörlüktür. 30 yıllık Hafız Esad iktidarının ardından iktidar blokunun teveccühüne mazhar olan oğul Beşşar Esad, diş doktorluğu gibi bir ulvi meslekten feragat ederek, 1994 yılından 2000’e kadar yüzbaşılıktan orgeneraliğe ilerleyip başkomutan oldu ve Devlet Başkanı sıfatıyla zirveye oturdu. Baas'ın genç ve reformcu yüzü olarak lanse edilen 'İngiliz terbiyesi'nden geçmiş Orgeneral Esad, babasının mesai arkadaşlarını ikna edebilirse yanılsamasıyla beklentiyi iyi yönetti. Katı devletçi ekonomi, ihracatının yüzde 60'tan ve gelirinin yüzde 15'ten fazlasını petrolden karşılayan ve kontrollü bir 'hür teşebbüs' ile göz kırpan Esad yönetimi ve 'Baas koruyucuları'nın aslında ekonominin yüzde 70'ten fazlasına nüfuz ettikleri, hiçbir yolsuzluk, rüşvet ve haksız kazançtan imtina etmedikleri sır değil. Siyasetten medyaya, ekonomiden sivil topluma kadar tamamen devlet bileşenlerinin hüküm sürdüğü ülke, Orgeneral Esad ve hempalarının insafını bekleyecek duruma getirilmiş. Yaklaşık 22 milyonluk nüfusunun yüzde 20'sini etkileyen yoksulluk ve yüzde 30'lara varan işsizlik oranıyla bağlantılı ekonomik sorunlar hazır kıta çözüm bekliyor. 2011-2015 yılları arasındaki süreçte kalkınmaya 14 milyar dolar yatıracağını vaad ediyor ve son iki ayda yoksul 420 bin aile için 250 milyon dolarlık bir fonla 'önleyici tedbirler' alıyor. Sadece başkent Şam'da son aylarda iki milyon kişi sübvanse edildi, bunların yüzde 72'si kamu görevlileri ve emeklilerden oluşuyor. 
Baas kendi bünyesindeki ve dışındaki en küçük bir muhalif sese bile tahammülsüzdür. Muhaberat'ın sarmaladığı toplumun en küçük birimlerine kadar nüfuz ettiği ve bunun nimetini rejime sunduğu sabittir. Son haftalarda çıkabilen tek ses Facebook üzerinden "2011 Syrian revolution" adıyla örgütlenen ve çoğunluğunu zaten Suriye dışında yaşayanların oluşturduğu bir ağ oldu. Bir de aralarında Ömer Amiralay ve Michel Kilo gibi isimlerin de yer aldığı 39 aydının imzaladığı açıklama var. 

Kürt nüfusun durumu

1960’lı yıllarda kamulaştırılan toprakların çoğu Kürtlerindi. 1962 yılındaki nüfus sayımıyla diğer parçalardan göçeden Kürlerin tespit edilmesi amaçlandı ve vatandaşlık için 1935 yılından beri Suriye’de yaşadıklarını ispatlama mecburiyeti getirildi. Gizli hesap da zengin kuzeydoğu bölgesinin Araplaştırılmasıydı. Böylece 120.000 Kürt’ün vatandaşlığı iptal edildi; içlerinde general olanlar bile vardı. Kurnaz ve ustaca Ortadoğu'nun her tarafına mutlaka bir bağlantı kurma başarısı gösteren Hafız Esad döneminde, bir yandan diğer parçalardaki Kürt organizasyonlara sureti haktan görünürken 'Arap kemeri' planıyla da resmi Irak ve Türkiye sınırına Arapları yığdı. Kürtlerin arasında bir tampon oluşturmayı amaçlayan bu plan, araya giren İsrail savaşı ve Müslüman Kardeşler ayaklanması dönemleri hariç işlemeye devam ediyor. Yüzlerce Kürt köyü boşaltıldı, onbinlerce Kürt iç kesimlere göçerttildi.

'Olmayan' Kürtler

Halen 200 binden fazla Kürt, 'yabancı' statüsündedir. Gayrimenkul edinme, seçme/seçilme, pasaport verilmediği için ülkeden ayrılma veya ayrılmışken dönme hakları yok. Hekim ya da mühendislik yapamaz, devlet kurumlarında çalışamazlar. Evlilikleri gayriresmidir.
100 binden fazla Kürt de 'kayıtsız' statüsündedir. Yani 'yabancı'larla evliliklerden doğanlar ve sayıma katılmayanların oluşturduğu kesim. Nüfus kayıtları, dolayısıyla nüfus cüzdanları bile yok. Eğitim, sağlık gibi temel haklardan yararlanamıyor.
Qamişlo katliamının ardından uluslararası konjonktürün de etkisiyle Kürt bölgesini ziyaret eden Baas iktidarının ilk Devlet Başkanı olan Beşşar Esad bu ziyaretinde Kürtlerin varlığını kabul ettiğini 'yabancı' ve 'kayıtsız' Kürtlerin vatandaşlığa alınacağını taahhüt etti. Bu, taahhüt olarak kaldı, Kürt toplumu bütün unsurlarıyla cendereye alındı. Çünkü Qamişlo katliamı da tıpkı 1960'da Amude'de bir sinema salonunun içindeki 300 Kürt ile birlikle ve 1980'lerde Haseke'de çoğunlukla Kürt siyasi tutsakların bulunduğu bir cezaevinin yakılması gibi tezgâhlanmış 'önleyici tedbir'di.

Onlar hep fedakar

Suriye Kürtleri arasında özgün ciddi bir örgütlü güç oluşamadı. Kuzey ve Güneyli örgütlerin seksiyonları şeklindeki oluşumlar da orayı hep cephe gerisi olarak gördü. Suriye, Ortadoğu'daki konumlanışı, komşularıyla ilişkiler ve rejimin selameti açısından PKK'nin Suriye ve Lübnan'daki varlığını zımnen kabul ederek, hükümranlığındaki Kürtlerin taleplerini ötelemiş oldu. Kısmi yumuşama yaşandı; rejim, Kürt toplumunun boynundaki mengeneyi daha fazla sıkmadı ama “tolerans”ı aşmadı, tek bir yasal hak tanımadı. Hama'daki katliam gibi üç büyük darbeyle bastırılan Müslüman Kardeşler'in muhalefetine karşı Sünni olan Kürtlerin nötrleştirilmesi bile büyük başarıydı. Kürtler de PDK ve YNK'nin ardından artık bütün enerjilerini PKK'ye kanalize etmiş oldular. Bugün herhangi bir Türk veya İran cezaevinde Güneybatılı Kürtleri görebilirsiniz, Dersim'den Urmiye'ye kadar gerilla saflarında onlar var. PKK-Suriye ilişkileri, Öcalan'ın Suriye'den çıkması ve uluslararası komplonun ardından farklı bir veçheye büründü. Bugün Güneybatı'daki en etkili güç ve Suriye'deki en örgütlü muhalefeti PKK'nin siyasal çizgisindeki Partiya Yekitiya Demokrat (PYD) yürütüyor.

Türkiye-İran-Suriye

ABD'nin müdahalesi ardından Türkiye-Suriye ilişkileri, geçmişin çelişkilerini bir kenara iterek anti-Kürt ittifakını temel payda aldı. Adana Protokolü ile start alan süreç, 2003 yılında yapılan karşılıklı üst düzey ziyaretlerle önemli ivme kazandı. Irak’a komşu olan Türkiye, Suriye, Ürdün, İran ve Suudi Arabistan ile Mısır dışişleri bakanlarının önce İstanbul’da ardından Suriye’nin başkenti Şam’da yaptıkları toplantılar ikili temaslara da zemin hazırladı. Ocak 2003’te Suriye Dışişleri Bakanı Faruk Şara, uzun yıllardan sonra ilk üst düzey ziyaret için Türkiye’ye geldi. Şara, Irak konusundaki görüşmelerin yanı sıra, Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın mesajını Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e ileterek, iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi konusundaki temennilerini aktardı. Nisan ayı içinde Suriye, Türkiye ve İran’ın üçlü bir anlaşma imzalayarak özellikle "Kürt devletinin engellenmesi konusunda ortak hareket ettikleri" açıklandı. Bunu Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın 2004 yılında Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret takip etti. İlişkiler, bu minvalde devam ederek 2009 Aralık ayında Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi'nin ilk toplantısında 51 anlaşma, protokol ve mutabakat zaptının imzalanmasıyla zirve yaptı. 
Bu, üç devlet arasında Kürtlere yaşam hakkı tanımamayı hedefleyen ittifakın su üzerindeki yüzü. Trafik daha çok perde gerisinde tam hız devam ediyor. Güney Kürdistan için tetikte olmak ve diğer parçalardaki Kürtlerin haklarını gaspetmeyi sürdürmek için birbirlerini himaye eden, destek veren, uluslararası arenada işbirlikleri ve pazarlık yolu açan üç devletin, Arap dalgasını Nusayri ve Şia burçlarına ılık bir rüzgarla atlatma gayretleri anlaşılır. 20 milyonun üzerine basarak 'model' cakası satan Sultan'ın çarpıtma, manipülasyon ve pazarlama dehasının farkındayız. Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'in son Fars Şahı ile son Baas Orgenerali'nden daha az zalim olmadığını; Filistin meselesinin kirli bir manivelaya dönüştüğünü görebiliyoruz.
Pale D. Heban'ın "İtiraz, ret ve isyanım; Kahire'de Tahrir Medyanı'nda, Amed'de Özel Mahkeme'de, Urmiye'de idam umursamazlığında, Mutki'de utanca aynayım..." dediği kadar bütünlüklü ve bir o kadar parçalanmış olsak da atalarımızın “Hayatta her şey inceldiği yerden kopar ama zulüm en kalın yerinden” sözünü yabana atmayız... Engels'in "ayaklanma sanatı"nı izah eden Lenin'in öncü, halk ve koşullar üçlemesinin, zamanın insafına terk edilmemesinin zorunluluğu üzerindeki ısrarını unutmamak lazım. PYD dahil bütün Kürt siyasetinin 'belirsiz beklenti'nin kahrediciliğini dikkate alması ve ulusal birliği de zorlaması gerekmiyor mu?..