8 Şubat 2011 Salı

Şam'a da bekleriz!..

Tunus'un ardından Mısır da sallanınca Wallerstein'in 2. Arap Devrimi(The Second Arab Revolt – birincisi, 1916'da Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bağımsızlık mücadelesiydi) diye nitelendirdiği dalganın Şam'a da dayanabileceği beklentisi oluştu. Bu umudu besleyen ve dile getirenler bile çaresiz, örgütsüz, sindirilmiş, artık kök salmış korkunun kahrediciliği altında inleyen; zorunlu birlikteliğe mahkum edilmiş topluluklar bütününün önündeki yarım asırlık blokajın farkında. Arap halk isyanının Suriye'yi vurması "Arap devletleri" kategorisini aşar; dominonun üç koldan ilerlemesi anlamına gelir. Bunun farkında olan bizim gibi sıradan fanilerin bölgesel ittifakları gözardı etmesi saflık olurdu. Suriye, hem son Fars Şahı'nın, hem de yeni Türk Sultanı'nın koruması altında. 
Suriye'nin Kürt politikası ve bu güzergâhta ördüğü ilişkiler ağına bakıldığında bile ne kadar kıvrak ve zalim bir sistem olduğu açık. Nusayri azınlığın hüküm sürdüğü askeri diktatörlüğün bölgenin hem Şia hem de Sünni güçlerince himaye edilmesinin birinci ve en önemli gerekçesi elbetteki nüfusunun yüzde 10'unu oluşturanların Kürt olmasıdır. Bu realite, İran ve Türkiye'ye kendi üslupları ve uluslararası ittifak anlayışları çerçevesinde açık/gizli hamleler yaptırdı. Amerikan gazetesine reformculuğu çıtlatmak Türk aklıysa, dünya ajanslarına düşen ayaklanma çağrısı öncesi gözaltılar ve korku gösterisi Fars aklıydı. Baas'ın genç yüzünün de bunları birleşterecek kadar yeteneği ve mirası var. Aslında iki gün önce Türk Başbakan'ın, Aralık 2010'da imzalanan 11 anlaşmanın 2011 yılı sonuna kadar somut neticeler öngördüğü 6 hedeften ''Asi Nehri üzerinde Dostluk Barajı'nın temelinin atılması'' törenine katılması, hem de planlanan 'Öfke Günü'nün ertesi, aleni bir jestti. Kendisinin zamanlamayı hatırlatarak "Suriye ne kadar huzurlu olursa Türkiye de o kadar huzurlu olur" demesi boşuna değildi. "Yaşasın Türkiye-Suriye kardeşliği" diye coşan ve Haçlı Seferleri'ne atıfta bulunarak Mısır ve Tunus dışındaki Arap kardeşlerini mevcut rejimlere karşı teskin eden Erdoğan'ın "kardeşi Esad"a günübirlik ziyareti kaçınılmazdı. Dönüş uçağında ağırladığı kalemlerine “Sayın Esad’la bölgedeki gelişmelerle ilgili aynı kanaatleri paylaşıyoruz" derken, 'model' şişirmesinin epey etkisinde kaldığını da gizlemedi. 

Askeri diktatörlük 
nefes aldırmıyor

Tekrarlamakta zarar yok: Suriye bir askeri diktatörlüktür. 30 yıllık Hafız Esad iktidarının ardından iktidar blokunun teveccühüne mazhar olan oğul Beşşar Esad, diş doktorluğu gibi bir ulvi meslekten feragat ederek, 1994 yılından 2000’e kadar yüzbaşılıktan orgeneraliğe ilerleyip başkomutan oldu ve Devlet Başkanı sıfatıyla zirveye oturdu. Baas'ın genç ve reformcu yüzü olarak lanse edilen 'İngiliz terbiyesi'nden geçmiş Orgeneral Esad, babasının mesai arkadaşlarını ikna edebilirse yanılsamasıyla beklentiyi iyi yönetti. Katı devletçi ekonomi, ihracatının yüzde 60'tan ve gelirinin yüzde 15'ten fazlasını petrolden karşılayan ve kontrollü bir 'hür teşebbüs' ile göz kırpan Esad yönetimi ve 'Baas koruyucuları'nın aslında ekonominin yüzde 70'ten fazlasına nüfuz ettikleri, hiçbir yolsuzluk, rüşvet ve haksız kazançtan imtina etmedikleri sır değil. Siyasetten medyaya, ekonomiden sivil topluma kadar tamamen devlet bileşenlerinin hüküm sürdüğü ülke, Orgeneral Esad ve hempalarının insafını bekleyecek duruma getirilmiş. Yaklaşık 22 milyonluk nüfusunun yüzde 20'sini etkileyen yoksulluk ve yüzde 30'lara varan işsizlik oranıyla bağlantılı ekonomik sorunlar hazır kıta çözüm bekliyor. 2011-2015 yılları arasındaki süreçte kalkınmaya 14 milyar dolar yatıracağını vaad ediyor ve son iki ayda yoksul 420 bin aile için 250 milyon dolarlık bir fonla 'önleyici tedbirler' alıyor. Sadece başkent Şam'da son aylarda iki milyon kişi sübvanse edildi, bunların yüzde 72'si kamu görevlileri ve emeklilerden oluşuyor. 
Baas kendi bünyesindeki ve dışındaki en küçük bir muhalif sese bile tahammülsüzdür. Muhaberat'ın sarmaladığı toplumun en küçük birimlerine kadar nüfuz ettiği ve bunun nimetini rejime sunduğu sabittir. Son haftalarda çıkabilen tek ses Facebook üzerinden "2011 Syrian revolution" adıyla örgütlenen ve çoğunluğunu zaten Suriye dışında yaşayanların oluşturduğu bir ağ oldu. Bir de aralarında Ömer Amiralay ve Michel Kilo gibi isimlerin de yer aldığı 39 aydının imzaladığı açıklama var. 

Kürt nüfusun durumu

1960’lı yıllarda kamulaştırılan toprakların çoğu Kürtlerindi. 1962 yılındaki nüfus sayımıyla diğer parçalardan göçeden Kürlerin tespit edilmesi amaçlandı ve vatandaşlık için 1935 yılından beri Suriye’de yaşadıklarını ispatlama mecburiyeti getirildi. Gizli hesap da zengin kuzeydoğu bölgesinin Araplaştırılmasıydı. Böylece 120.000 Kürt’ün vatandaşlığı iptal edildi; içlerinde general olanlar bile vardı. Kurnaz ve ustaca Ortadoğu'nun her tarafına mutlaka bir bağlantı kurma başarısı gösteren Hafız Esad döneminde, bir yandan diğer parçalardaki Kürt organizasyonlara sureti haktan görünürken 'Arap kemeri' planıyla da resmi Irak ve Türkiye sınırına Arapları yığdı. Kürtlerin arasında bir tampon oluşturmayı amaçlayan bu plan, araya giren İsrail savaşı ve Müslüman Kardeşler ayaklanması dönemleri hariç işlemeye devam ediyor. Yüzlerce Kürt köyü boşaltıldı, onbinlerce Kürt iç kesimlere göçerttildi.

'Olmayan' Kürtler

Halen 200 binden fazla Kürt, 'yabancı' statüsündedir. Gayrimenkul edinme, seçme/seçilme, pasaport verilmediği için ülkeden ayrılma veya ayrılmışken dönme hakları yok. Hekim ya da mühendislik yapamaz, devlet kurumlarında çalışamazlar. Evlilikleri gayriresmidir.
100 binden fazla Kürt de 'kayıtsız' statüsündedir. Yani 'yabancı'larla evliliklerden doğanlar ve sayıma katılmayanların oluşturduğu kesim. Nüfus kayıtları, dolayısıyla nüfus cüzdanları bile yok. Eğitim, sağlık gibi temel haklardan yararlanamıyor.
Qamişlo katliamının ardından uluslararası konjonktürün de etkisiyle Kürt bölgesini ziyaret eden Baas iktidarının ilk Devlet Başkanı olan Beşşar Esad bu ziyaretinde Kürtlerin varlığını kabul ettiğini 'yabancı' ve 'kayıtsız' Kürtlerin vatandaşlığa alınacağını taahhüt etti. Bu, taahhüt olarak kaldı, Kürt toplumu bütün unsurlarıyla cendereye alındı. Çünkü Qamişlo katliamı da tıpkı 1960'da Amude'de bir sinema salonunun içindeki 300 Kürt ile birlikle ve 1980'lerde Haseke'de çoğunlukla Kürt siyasi tutsakların bulunduğu bir cezaevinin yakılması gibi tezgâhlanmış 'önleyici tedbir'di.

Onlar hep fedakar

Suriye Kürtleri arasında özgün ciddi bir örgütlü güç oluşamadı. Kuzey ve Güneyli örgütlerin seksiyonları şeklindeki oluşumlar da orayı hep cephe gerisi olarak gördü. Suriye, Ortadoğu'daki konumlanışı, komşularıyla ilişkiler ve rejimin selameti açısından PKK'nin Suriye ve Lübnan'daki varlığını zımnen kabul ederek, hükümranlığındaki Kürtlerin taleplerini ötelemiş oldu. Kısmi yumuşama yaşandı; rejim, Kürt toplumunun boynundaki mengeneyi daha fazla sıkmadı ama “tolerans”ı aşmadı, tek bir yasal hak tanımadı. Hama'daki katliam gibi üç büyük darbeyle bastırılan Müslüman Kardeşler'in muhalefetine karşı Sünni olan Kürtlerin nötrleştirilmesi bile büyük başarıydı. Kürtler de PDK ve YNK'nin ardından artık bütün enerjilerini PKK'ye kanalize etmiş oldular. Bugün herhangi bir Türk veya İran cezaevinde Güneybatılı Kürtleri görebilirsiniz, Dersim'den Urmiye'ye kadar gerilla saflarında onlar var. PKK-Suriye ilişkileri, Öcalan'ın Suriye'den çıkması ve uluslararası komplonun ardından farklı bir veçheye büründü. Bugün Güneybatı'daki en etkili güç ve Suriye'deki en örgütlü muhalefeti PKK'nin siyasal çizgisindeki Partiya Yekitiya Demokrat (PYD) yürütüyor.

Türkiye-İran-Suriye

ABD'nin müdahalesi ardından Türkiye-Suriye ilişkileri, geçmişin çelişkilerini bir kenara iterek anti-Kürt ittifakını temel payda aldı. Adana Protokolü ile start alan süreç, 2003 yılında yapılan karşılıklı üst düzey ziyaretlerle önemli ivme kazandı. Irak’a komşu olan Türkiye, Suriye, Ürdün, İran ve Suudi Arabistan ile Mısır dışişleri bakanlarının önce İstanbul’da ardından Suriye’nin başkenti Şam’da yaptıkları toplantılar ikili temaslara da zemin hazırladı. Ocak 2003’te Suriye Dışişleri Bakanı Faruk Şara, uzun yıllardan sonra ilk üst düzey ziyaret için Türkiye’ye geldi. Şara, Irak konusundaki görüşmelerin yanı sıra, Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın mesajını Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e ileterek, iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi konusundaki temennilerini aktardı. Nisan ayı içinde Suriye, Türkiye ve İran’ın üçlü bir anlaşma imzalayarak özellikle "Kürt devletinin engellenmesi konusunda ortak hareket ettikleri" açıklandı. Bunu Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın 2004 yılında Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret takip etti. İlişkiler, bu minvalde devam ederek 2009 Aralık ayında Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi'nin ilk toplantısında 51 anlaşma, protokol ve mutabakat zaptının imzalanmasıyla zirve yaptı. 
Bu, üç devlet arasında Kürtlere yaşam hakkı tanımamayı hedefleyen ittifakın su üzerindeki yüzü. Trafik daha çok perde gerisinde tam hız devam ediyor. Güney Kürdistan için tetikte olmak ve diğer parçalardaki Kürtlerin haklarını gaspetmeyi sürdürmek için birbirlerini himaye eden, destek veren, uluslararası arenada işbirlikleri ve pazarlık yolu açan üç devletin, Arap dalgasını Nusayri ve Şia burçlarına ılık bir rüzgarla atlatma gayretleri anlaşılır. 20 milyonun üzerine basarak 'model' cakası satan Sultan'ın çarpıtma, manipülasyon ve pazarlama dehasının farkındayız. Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'in son Fars Şahı ile son Baas Orgenerali'nden daha az zalim olmadığını; Filistin meselesinin kirli bir manivelaya dönüştüğünü görebiliyoruz.
Pale D. Heban'ın "İtiraz, ret ve isyanım; Kahire'de Tahrir Medyanı'nda, Amed'de Özel Mahkeme'de, Urmiye'de idam umursamazlığında, Mutki'de utanca aynayım..." dediği kadar bütünlüklü ve bir o kadar parçalanmış olsak da atalarımızın “Hayatta her şey inceldiği yerden kopar ama zulüm en kalın yerinden” sözünü yabana atmayız... Engels'in "ayaklanma sanatı"nı izah eden Lenin'in öncü, halk ve koşullar üçlemesinin, zamanın insafına terk edilmemesinin zorunluluğu üzerindeki ısrarını unutmamak lazım. PYD dahil bütün Kürt siyasetinin 'belirsiz beklenti'nin kahrediciliğini dikkate alması ve ulusal birliği de zorlaması gerekmiyor mu?..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder