19 Mart 2010 Cuma

'Türk çocuğu' değildik


Anlattı:
"Bundan tam 20 yıl önceydi. Tuncel, Patnos'ta; Fikret de Doğubeyazıt'ta lise son sınıftaydılar. Bir sonraki yıl İstanbul'daki üniversitelere gelecekleri, kendileri için büyük çaba gerektiren güzel bir ihtimaldi. Ben, üniversiteye yeni girmiş, gazetecilik okuyan, henüz reşit olmayan, gençliğe adım atmanın heyecan, kaos ve tereddütünü yaşayan bir çocuktum. 
Üç yıl sonra öldürülecek Turgut Özal, Cumhurbaşkanı; küçümsenerek hatırlanacak olan Yıldırım Akbulut, Başbakan; bir yıl sonra istifa edecek olan Necip Torumtay, Genelkurmay Başkanı; tarihimizin lanetli sayfalarında rezervasyon yaptıran ve şimdi yine iktidar partisinin A Takımı'nda yer alan Abdülkadir Aksu, İçişleri Bakanı; şimdi bir köstebek gibi saklanıp arada bir günah çıkarma belirtileri gösteren Hayri Kozakçıoğlu, OHAL Valisi'ydi. Bu günleri gördüğü için ölmek isteyen Süleyman Demirel, sayısını unuttuğum dönüşlerinden birini daha gerçekleştirip, naylon Hüsümettin Cindoruk'tan DYP Genel Başkanlığı'nı almış, zirveye çıkacak basamakları hazırlıyordu. Ergenekon'un avukatı olduğunu şimdi resmen ilan eden Deniz Baykal, Demirel ile birlikte bir sonraki dönemin koalisyon ortaklığını bağlayan ve Özal'ı devirmek üzerine anlaşan anamuhalefet SHP'nin Genel Sekreteri'ydi. Bunlardan habersizliğini naifçe ifade eden ve siyasetten birden çekilecek olan Erdal İnönü de anamuhalefet lideriydi.
Memleket sancılı, İstanbul'dan kulak kabarttığımız OHAL öfkeliydi. Darbe sonrasının ikinci üniversite kuşağındaydık. Med-cezirlerin, çarpan etkisinin ışık hızına varmasıyla alabora olmuş tasavvurların içindeydik. "Kürt meselesi, Kürtlerin Kürtlüklerinin inkârına itiraz etmesi, daha doğrusu itiraz etmeye ikna edilmesiyle ortaya çıkıyor" tezinin deliliydik. Elbette, iki 10'u bulmayan ömrümüze sığdırdığımız, tanıklıklarımız, çıkarımlarımız vardı. Toplumbilimci Prof. Ünsal Oskay'ın 'Cumhuriyet'i okumak yerine Tan'ı okuyun' önermesinin alt metnini bilmiyorduk ama Cumhuriyet'i bırakmıştık. Önermedeki ikinci bölüm ise Prof. Oskay'ın da şaşkınlığıydı. Logosunda dağ, kitap ve silah bulunan; orijinalinin dörtte biri haline getirilmiş bir yayını ikame ettik. Sonra kimimiz, kitabın yanına diğer ikisini de aldı, kimimiz kitapla yetindi. 
Evet tam 20 yıl oldu.
Kabaran kulağımıza ilk ses, Nusaybin'den geldi. Kamuran Dündar ve arkadaşlarının vurulması sonrası Nusaybin ayağa kalktı. Nusaybin'i Cizre izledi. Tarih 20 Mart 1990'ı gösterdiğinde vaziyet şuydu: Dünya artık 'serhildan' kavramı, kepenk ve kontakt kapatma eylemleriyle tanışıyordu. 12 kent merkezi abluka altına alınmasına rağmen halk direniyor, çatışıyordu. 10'dan fazla insanın ölüm haberine yüzlercesinin gözaltına alındığı eşlik ediyordu. Cizre, bedeli ağır olan bir semboldu. Karakol, Tarım Müdürlüğü, PTT radyolink tahrip edilmiş; Kaymakam Mustafa Büyük'e göre Türk bayrağı yakılıp Atatürk büstüne kıyılmıştı. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, beraberindeki Emniyet Genel Müdürü Sabahattin Çakmakoğlu ve Jandarma Genel Komutanı Burhanettin Bigalı ile askeri bir uçakla Diyarbakır'a ulaşıp, basın mensuplarının karşısına geçerek, 'kontrol altında', 'sokağa çıkma yasağı', 'devletimiz hakimdir', 'bölücü teröristlerin tahriki' gibi klişeleri aynı cümlelelere sıkıştırdı. 20'sindeki gelişmeler, 21'in şiddetinin önhabercisiydi. 

21'e varmadan

21'e varmadan benim payıma düşeni... Büyük inşaat bloklarının arasına sıkıştırılmış tek göz derme çatma yapı. Sekiz kalasın bağlantısına iki kat döşenen tahtalar ve üzerine ince süngerlerin atılmasıyla oluşturulmuş koğuşa girdiğimde Reşitler bekliyordu. Kerim Aydın Erdem'in genel müdür olduğu TRT, Atatürk büstünü çok önemsemişti. Onlarca insanın ölümünden daha fazla yer almıştı. Sadece İstanbul'da yüzlerce, belki binlerce büst vardı. Yetmezdik ama olsundu. Araba tekerleği(lastik) ve benzin hazırdı. Halkalı'dan başlayacaktık. Geçirildi Mustafa Kemal Atatürk'ün boynuna tekerlek ve yakıldı...

Yüksek sesle

21 Mart, İstanbul Üniversitesi... Biz Marmara'dan gelenler de merkez binanın bahçesinde toplandık. Fakülte duvarlarına, o güne kadar yazılamayanlar yazıldı; asılamayanlar asıldı. Newroz ve bugün anlatıldı. Kortej oluşturuldu. Büyük boy yeşil-sarı-kırmızı renkli bayraklarla Beyazıt'a doğru yürüyüşe geçildi. Sloganlar eşliğinde meydana yığılan odunlar ateşe verildi. Üç polis panzeri ile 300 kadar kalkanlı çevik kuvvet polisinin bakışları arasında 'Kürt halkına ayrılma hakkı. Kahrolsun sömürgecilik', 'Yaşasın Newroz' gibi pankartlar ile flama ve bayraklar, giriş duvarlarına asıldı. İlk kez bir marşa eşlik ettim. İlk kez o kadar yüksek sesle ve o kadar fazla kişi tarafından haykırılan 'Kürt' ve 'Kürdistan' kavramlarını korkusuz duydum. 
Üniversite bahçesine yine kortej halinde geri döndük. Bahçede koca bir ateş yakıldı, çember oluşturuldu. Konuşmalar yapldı, şiirler okundu. 
Bu sırada meğer İstanbul Üniversitesi Rektörü Cem'i Demiroğlu polise 'buyursunlar' demiş. 400 çevik kuvvet polisi, üç panzerin eşliğinde; önlerinde kendisi için her zaman bahçedeki ağaçlara kemik torbası asılı bulunan Çevik Kuvvet Şube Müdür Necmettin Yıldırım üniversitenin bahçesine girdi. Çevik kuvvet ve saldırı sesleri, koalisyondan oluşan sayımızı yarıya düşürdü. Hukuk Fakültesi ile Siyasal Bilgiler Fakültesi arasındaki alanda çöp kutuları devirerek barikatlar kurduk. İTÜ Madencilik'ten Mustafa ile beton ayaklı banklardan hem fırlatılacak bir kütle hem elde bulunması işe yarayabilir kalaslar edindik. Çok soğukkanlıydı Mustafa ama ben bir sahne gösterisinin içinde acemi oyuncu gibiydim. Fondaki müziği duymayan, seyircinin reaksiyonunu görmeyen biri. Hemen üniversiteyi boşaltmamızı isteyen Necmettin Yıldırım, 'Eyleme son verip dışarı çıkarsanız hiç birinize dokunmayacağız" diyerek 10 dakika süre verdi. Aramızdan çıkan üç kişi, Çevik Kuvvet Şube Müdürü ile pazarlık yaptı. Necmettin Yıldırım'ın 'Siz Türk çocuğusunuz, yüzünüzü kapamanıza gerek yok' şeklinde bağırması üzerine hayatımın kilit cümlesi kurulacaktı. 'Biz Kürdüz, Kürt çocuğuyuz; Türk çocuğu veye Türk değiliz' diye haykırdı, üçlüdeki en cesurumuz. Kalanlarımız zafer işaret yaparak, polislerin arasından dışarı çıktı. 
Kendimizin fatihi olmanın en önemli adımını atmıştık."
Boynuna tekerlek geçirilen Atatürk ne oldu? diye sordum.
"Boynunda yanan tekerleği çekseydik, büst yıkılırdı. Ama çekmedik, tekerliğin alevi bize yeterli geldi. Çirkinleşen büst yerinde kaldı. Beceremedik mi yoksa fazlasına cesaret mi edemedik, bilmiyorum."
Anladım, sonra devam ederiz...

15 Mart 2010 Pazartesi

Bak şu konuşana!

Aynı zihniyetin ürettiği lafları, yeni soslarla bulamaçlayıp güncelleyen 11. Genelkurmay Başkanı'dır İlker Başbuğ. 78'de bir üniversiteli öğrenci grubu, Kemalizmin reddi ve zorun önemini teorize ederek, kendi tasavvurlarını da aşan 'Parti'yi kurduklarında, Kenan Evren Türk Genelkurmay Başkanı'ydı. 32 yıl olmuş. Bu 32 yılda, Başbuğgiller Anadolu'nun bağrından söktükleri insan evladını tereddütsüz ölüme yollamış, toplumsal üretimi semirmiş, kayıtdışı ekonomi dahil beslenebileceği bütün ambarlara dadanmış; Kürt toplumunun önemli bir bölümünü kara bir çukura mahkum etmiş, haliyle Türk toplumundan da iki katını ucubeleştirmiştir. 
Türk Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, 'terörizm' 'güvenlik', 'tehditler' ve 'dayanışma içinde mücadele' konularında bilindik Türk ordu görüşlerini bir kez daha tekrarladı. 'Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu’'nun açılış konuşmasını yapan Orgeneral Başbuğ, 'terörizm' ile ilgili genel tanımlamalarını yaptıktan; uluslararası işbirliğinin önemi ve İslam konusundaki 'hassasiyetini' anlattıktan sonra konuyu PKK'ye getirdi. Koruculuk sistemine neden sarıldıklarını anlattı, ekosistem gibi afilli bir kavramla entelektüel cakasını serpiştirdi. 
Başbuğ, 'bedeli ağır oldu ama başarılıyız' diyor. Nedir başarının kıstası? 'Kendi inisiyatifiyle eylem yapabilme gücü' diye tarif ediyor. Önce tek cümlede geçtiği 'bedel'e bakalım ve hangi zihinsel savunma hattı uğruna o bedel ödenmiş.  
Açlık sınırının, asgari ücretin iki katı olduğu; işsizliğin alıp başını gittiği; sırtındaki devasa boç kamburuyla uluslararası nakit akışına mahkum yaşayan Türkiye, 20 milyonu yoksulluk sınırı altında yaşayan halkını savaş ekonomisine mahkum etmiş. 15-20 milyar YTL arası denetlenemeyen bütçesi ile aslan payı TSK’nin. Ayrıca Alkolü içecekler/Tütün mamullerinden Milli Piyango biletlerine, at yarışı kuponlarından sayısal lotoya kadar pek çok alandan kesilen fonların en az yüzde 2’si TSK’ye akıyor. TSK’yi Güçlendirme Vakfı kaynakları, Milli Savunma Bakanlığı’nın Özel Kanunlara Dayanan Gelirleri, Geri Ödemeleri Hazine Müsteşarlığı Bütçesi’nden yapılan yabancı devlet ve firma kredileri de TSK’nin gelir kaynakları arasında. Tabii ki denetimsiz.
BM’nin İnsani Gelişmişlik Raporu’nda eğitim ve sağlık gibi sektörlere ayırdığı pay açısından Türkiye 94’üncü sırada yer alırken, askeri harcamalarda ise NATO içinde ABD’den sonra ikinci sırada bulunuyor. 
Türk devleti, profosyonel ordu, denizaltı projesi, hava filosunu güçlendirme, insansız hava uçakları ve bilumum modernizasyon ataklarıyla, bütçenin önemli bir payını yutuyor. 
Milli Savunma Bakanlığı’nın verilerine göre, Kara Kuvvetleri’nin 402 bin, Hava Kuvvetleri’nin 63 bin, Deniz Kuvvetleri’nin 53 bin, Jandarma Genel Komutanlığı’nın 280 bin, Sahil Güvenlik’in de 2 bin 200 olmak üzere toplam 800 bin 200 TSK personeli bulunuyor. Gayri resmi rakamın 1 milyonu bulduğu kaydediliyor. Bu rakamın 115 binini rütbeliler oluşturuyor. 
Türk Kara Kuvvetleri : 4 Ordu, 9 Kolordu, 1 Piyade Tümeni, 2 Mekanize Piyade Tümeni, 1 Zırhlı Tümen, 1 Eğitim Tümeni, 11 Piyade / Motorlu Piyade Tugayı, 16 Mekanize Piyade Tugayı, 9 Zırhlı Tugay, 5 Komando Tugayı, 1 Kara Havacılık Tugayı, 2 Topçu Tugayı, 5 Eğitim Tugayı, 1Yardım Tugayı. 
Deniz Kuvvetleri: 13 Denizaltı, 18 Fırkateyn, 6 Korvet, 20 Mayın Avlama / Tarama Gemisi, 24 Güdümlü Mermili Hücumbot. 
Türk Hava Kuvvetleri: 17 Muharip Filo, 1 Keşif Filosu, 1 Tanker Filosu, 5 Ulaştırma Filosu, 3 Arama Kurtarma Filosu, 10 Eğitim Filosu. 
Bunlara paramiliter yapılanmalar dahil değil(Kontra örgütlenmesi, korucular vs.)
Yukarıdaki rakamlarla, bu kuvvet yapısı birleştiğinden Kürt gerillaların karşısında aktif savunma yaptığı gücün fiziki devasılığı daha net görülüyor.
Peki NATO'nun ikinci büyük ordusu, bütün ittifaklarının tanıdığı imkanlara ve Kürt toplumu gibi siyasal faaliyet sonucu milliyet bilinci gelişen bir toplumun ürünü olan gerilla gücüne karşı askeri olarak başarmış mı?
Aklı başında her askeri uzmanın, stratejistin hatta sıradan askerin de teslim edebileceği bir gerçeği kabullenmek istemiyor ama kocaman hacmine; sınırsız-sorumsuz yetki ve desteğine rağmen Kürtlere askeri olarak pes ettiremedi. Eğer, 32 yılın sonunda dünya sistemi bile allak bullak olmuşsa ve devletsiz toplumların siyasal organizasyonlarının ittifak hatları da yerle bir olmuşsa ve buna rağmen Kürtler, devlet zoru karşısında pes etmemişse Türk ordusu başarmamıştır.
İdeolojik olarak başarmış mıdır?
Ret, inkar ve imha teslisine dayalı kutsal güzergahı tıkandı. Ret ve inkar için Başbuğ'un seleflerinin vahlamalarını dinledik. İmha meselesi de ZAP'landı. Artık durum, 'Efendim kolektif değil de bireysel haklar olsun' noktasının gerekleri ile idare ediliyor. Kürtlerin önemli merkezlerinde artık Kürt siyasal aktörlerinin toplumsallaşan gücü iktidardır. Büyük bir manevra alanı sağladığı Türk siyasetinin Kürtler içindeki son akıncısı da yediği tokatların ardından 'açılım' muammasıyla cebelleşiyor.
'Kendi inisiyatifiyle eylem yapabilme gücü' olup olmamasından Başbuğ'un haberi var ama yine de hatırlatalım. Nerdeyse üç yıldır eylemsizlik kararı uyguluyorlar. Fena mı? 
Kürtler şimdi, Newroz'a hazırlanıyor. Kentlerin en büyük alanları artık Newroz'a ayrılıyor. "Ekonomik, sosyal, kültürel, psikolojik tedbirlerle silahlı savaş desteklenmeli" demek zorunda kalıp uluslararası angajmanın tahsilatına güvenen Başbuğ ise araya sıkıştırdığı dünkü sempozyumdan sonra da halkla ilişkiler çalışmasına dönecek. Çünkü Kürt savaşının azgın çocuğu Ergenekon'un annesi TSK'nin itibarı için çırpınıyor. 
Aşağı bakıyor Saldıray, yukarı bakıyor Şenergiller... 
Kolay gelsin... 12. sırada Işık Koşaner var...

4 Mart 2010 Perşembe

NATO doktrini ve kardeştir operasyonlarınız

ABD'nin paylaştığı "Terörizmle mücadelede askeri operasyonlar gerekli, ancak yeterli değil. Aynı zamanda siyasi, diplomatik, iktisadi ve kültürel alanlarda çalışmalar yapılması gerekli" şeklindeki NATO doktrini, Türk Genelkurmayı ve Türk Hükümeti'nin yine ABD hakemliğinde üzerinde anlaştığı, buna göre posizyon aldığı bir politika.
2007'de üzerinde anlaşılan bu politika, NATO müttefiklerinin de temel diskuru. Türkiye, yoğun bir askeri ve siyasi saldırının ardından 'demokratik açılım'ı bunun gereği olarak gündeme aldı. Türkiye, bu yönde bazı adımlar atarken, kontrol edilemez birimlerini tasfiye etti. İçerde direnç noktası oluşturabilecek Kürtlerin önemli bir bölümü de enterne edildi, rehabilitasyon süreci devam ediyor. Bunun dışarıda olmayacağını düşünmek mümkün müydü? Operasyonların temel mantığı çok nettir: Kürt hareketini sistemin içine çekmek, istemeyen kısımlarını etkisiz kılmak, marjinalize etmek; olmadıysa 'acı güç' ile susturmak.
Kürt hareketi de bunun farkında ve buna göre manevralar geliştirdi/geliştiriyor. Son bir yılın dökümü yapıldığında anlaşılmaması abestir. 

Erdoğan-Obama görüşmesi

Bu görüşmede, 5 Kasım 2007'deki temel noktalar teyid edildi ve Obama döneminin üslubu ile süslendirildi. Siyasi arena ve askeri sahada Kürt dinamiğinin pasifize edilemeyeceği anlaşıldığı için baskı-daraltma-kuşatma ve istenilen değişime zorlamanın enstrümanlarına ağırlık verileceği anlaşıldı. Bunun gerekleri kimi aksaklıklara rağmen belirlenen takvim eşliğinde yürüyor. ABD'nin kriminal suçlu ilan etmeleri, Avrupa'daki baskılar, Türkiye'deki cezaevlerini doldurma hamleleri, Güney Kürdistan ile ilişkiler, diplomatik muhasara vs...  

FBI Başkanı Ankara'da

ABD'nin Federal Soruşturma Bürosu (FBI) Başkanı Robert S. Mueller, Kasım ayı ortalarında Ankara'da ciddi temaslarda bulundu. ABD ile Türkiye arasında 'terörizmle mücadele' konusunda çok yoğun ve derin hukuki işbirliğinin bir unsuru olarak Ankara'daydı. FBI Başkanı, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kağan Köksal ile görüştü. FBI Başkanı, işbirliğinin yeni argümanları ve özellikle Batı Avrupa'da yürütülecek operasyonel faaliyetlerin kapsamını masaya yatırdı.

NATO toplantısı

Şubat ayının ilk haftasında NATO Savunma Bakanları İstanbul’da toplandı. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün ev sahipliği yaptığı gayrı resmi toplantıya, 28 üye ülkenin Savunma Bakanları katıldı. NATO’ya üye olmaya hazırlanan Gürcistan ve Ukrayna da toplantıya heyet gönderdi. Ana gündem maddesi Afganistan'dı. Toplantıda, NATO’nun yeni hedefleri, sivil koordinasyon, yetki devri ve askeri operasyonların finansmanı konuları görüşüldü. Ancak, Afganistan konusunda önemli bir görevin tevdi edileceği Türkiye'nin de istekleri vardı. Bu isteklerin ne olduğu zaten toplantıdan önceki hafta Ankara'da ağırlanan ABD'nin Irak'taki Kuvvetlerinin Komutanı Orgeneral Ray Odierno başkanlığındaki heyet ile kapsamlı görüşülmüştü. Fakat işin bir de NATO ve Avrupa'yı ilgilendiren ayağı vardı.  

Odierno üzerinden Güney 

ABD'nin Irak'taki Kuvvetlerinin Komutanı Orgeneral Ray Odierno ve beraberindeki heyet, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile görüştü. Toplantıya, ilk defa Emniyet, Dışişleri, Milli istihbarat Teşkilatı, Genelkurmay ve Jandarma temsilcileri birlikte katıldı. İçişleri Bakanlığı'nın resmi açıklamasına göre, "PKK'ya karşı alınan ve alınabilecek somut önlemler üzerinde duruldu". Bu toplantıda, hem Türkiye'nin hem de ABD'nin, Irak Merkezi Yönetimi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile peşpeşe yaptıkları görüşmeler değerlendirildi. Türk İçişleri Bakanlığı'na göre Kürdistan Yönetimi PKK'ye karşı olumlu bir noktada ancak bunun yetersizliği tespit edildi. Toplantıda, kamuya açıklandığı kadarıyla 'Üçlü Mekanizma' kapsamında ifade edilen 'PKK'nin etkisiz hale getirilmesi, faaliyetlerine son verilmesi' anlayışı teyid edildi. 
Şurası çok önemliydi: Orgeneral Odierno ile önümüzdeki dönemde, ortaklaşa uygulanabilecek yöntemler, öncelik ve ivediliklerine göre belirlendi.
Odierno, İçişleri Bakanlığı'nın ardından Genelkurmay Başkanlığı ve Dışişleri Bakanlığı'nda görüşmeler gerçekleştirdi. Türkiye tarafı, bu görüşmelerin, PKK ile mücadelede yeni bir ivme kazandıracağına inandığını saklamadı.

Robert Gates devam etti

İstanbul’daki NATO savunma bakanları toplantısı ardından Ankara’ya geçen ABD Savunma Bakanı Robert Gates, Başbakan T. Erdoğan, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ile görüşmesi ardından bir grup Türk ve Amerikalı gazetecinin sorularını yanıtladı. Gates, Genelkurmay Başkanlığı'ndaki görüşmesi hakkında "Orgeneralin de söylediği gibi nihai çözüm herkesi öldürmek değildir, zaten Barzani'yle görüşmemizde bölgesel yönetimin PKK'ye şiddete son vermesi yönünde baskı kurmasının önemine işaret ettim" dedi. Gates ayrıca, işbirliği bağlamında istihbarat, keşif ve gözetleme araçları konusunda ihtiyaç olduğunu, Başbakan Recep T. Erdoğan’a da söylediği gibi Washington’a dönünce bu konuda başka neler yapabileceklerine bakacaklarını belirtti. Gates, “Topluma dönmeye hazır olanla, iflah olmayacakları birbirinden ayırmak gerekir. Bu bağlamda Başbakan Erdoğan’ın girişimini (Milli Birlik Projesi) olumlu karşılıyoruz” dedi. Gates'in Ankara'dan sonraki durağı İtalya'ydı...

Josef Anderson da buyurdu

Amerika'ın Irak Gücü Kurmay Başkanı Josef Anderson ise geçen hafta Ankara'nın konuğuydu. Anderson ve beraberindeki heyet, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve diğer yetkililerle görüştü. Türk tarafı, Güney'de veya Güney'e yürütülecek harekatlar için istihbarat paylaşımında günde 6 saatlik bir bilgi akışı süresinin uzatılması ve PKK'ye yönelik olası bir askeri operasyon durumunda ABD'ye yapacağı bilgilendirmenin zamanlamasıyla ilgili istemlerini iletti.

Avrupa'da ne yapılıyor?

Kürt hareketinin Avrupa'daki mevcudiyeti, ilk göçlerle birliktedir. Kurumları, siyasal organizasyon boyutu, politik potansiyel nüfuzu, hem ülkedeki etkinliği hem de nüfusuyla birlikte arttı. Evet siyasi yapıların ivme gücüyle ancak zorunlu bir sonuç olarak Kürtler çeşitli kurumlar yarattılar. Medya kurumları da bunun içindedir. Fakat Kürt medyası demek artık sadece Kürt siyasal organizasyonları demek değildir. Ancak Kürt medyasının büyük ve etkili bölümü, Kürt siyasi yapılarından yana taraftır. Üstelik medya, bulunduğu alanla sınırlı olmayan bir güce sahip olduğu için mesela Belçika polisi, KNK'yi basarken Roj TV'yi de basıyor. Batı, PKK'nin ne, nasıl olduğunu bilmiyor mu? İtalya'da geçen mart ayında bulunan silahlı bir fotoğrafın uluslararası bir operasyonun gerekçesi olamayacağına Kürtlerin inanmayacağını bilmiyor mu?

Kardeş operasyonlar

Mesele şudur: Yukarıda izah ettiğimiz çeki-düzen vermenin operasyonlarıdır tanık olduğumuz. Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda ve Almanya'yı kapsayan/kapsayacak operasyonlar, Türkiye'deki KCK operasyonlarının kardeşidir. Kamu Güvenliği Müsteşarlığı'nın 'akademisyenleri' uzun süredir zaten bu ülkelerde fizibilite çalışmaları yapıyordu. Kürt siyasi dinamiğine Güney'de yönelecek acı gücün diasporadaki yankısını ölçüyorlardı. Bu ölçümlerden çıkardıkları sonuç da önce diasporadaki aktif unsurların ekarte edilmesini gerekli kılıyordu. 
NTV'nin yargı ve istihbarat çevrelerine yakın muhabirinin operasyonun ilk saatlerinden Ankara'dan "Türk İstihbarat Dairesi'nin desteği ve ortaklığında yürütülen operasyon" demesi boşuna değildir.
'Uluslararası terörizmle mücadele' adı altında yapılan operasyonların 'terörist' denilen KCK'nin eylemsizlik ve barış çağrıları için enerjisini harcadığı dönemlere denk gelmesi de asıl meramı anlatmıyor mu? 

2 Mart 2010 Salı

Yenilenler bedel öder

New York Times'a göre Türkiye meçhul bir istikamete doğru ilerliyor; The Times'a göre de Türkiye bir felekatin eşiğinde. Bu yorumlar, Türkiye'den ve Batı'nın derinliklerindeki kaynaklarından azade baktıklarının göstergesi. 
Türkiye ne meçhul bir istikamete doğru ilerliyor ne de felaketin eşiğinde. Kontrollü bir arınma yaşanıyor.
Hatırlanacağı gibi son Milli Güvenlik Kurulu toplantısı öncesi Türk Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un ses kayıtları internete düştü. Ses kayıtlarının içeriği, Başbuğ'u zor durumda bırakacak nitelikte değildi. Gizli bir kayıt olduğunu göstermek için 'nah' kelimesi yeterli görülmüştü. Bu ses kaydı, Türk Silahlı Kuvvetleri'ni aklayan; bütün meselenin içerdeki disiplinsiz, rutin dışı harekete yönelen, NATO ordusu 'bilincini' unutan unsurlar olduğunu deklare ediyordu. Yine aynı ses kaydı, içerdeki temizlik hareketinin de Genelkurmay'ın isteği, onayı ve işbirliğiyle yürütüldüğünü herkesle paylaşıyordu. Ancak, içerikten bağımsız olarak böyle bir ses kaydının yayınlanması ve zamanlaması dikkat çekiciydi. İki ihtimalli bir sonucu vardı:
* Ey Genelkurmay Başkanı artık neyi bekliyorsun, seni bile dinliyorlar... Beklemeye vakit yok harekete geç...
* Ey Genelkurmay Başkanı bu elimizdeki temiz kayıtların, bilsen daha neler var... Ayağını denk al, lütfen gerekli temizliği yap...
İkisinin de sonucu ciddiydi.
O günkü Milli Güvenlik Kurulu toplantısının sonunda rutin bir açıklama yapıldı; ardından da Genelkurmay bu ses kaydını doğruladı; ancak yurtdışındaki bir toplantıdan derlendiğini öne sürdü.

Ses, Balyoz'u verdi

Ertesi gün düzinelerce subay gözaltına alındı, üstelik içlerinde eski iki kuvvet komutanı ve bir ikinci başkan da vardı. Yani mesaj anlaşılmış; harekete geçilmişti. Sıra bunun çerçevesini, kapsamını ve halkla ilişkiler çalışmasını belirlemeye kalmıştı. 
Önce bütün orgeneral ve oramiraller anakarargahta toplatıldı ve artık uzatmanın anlamı kalmadığı anlatıldı. Bu görüntü, hala Türk ordusundan müdahale bekleyenleri sevindirdi. 
Aynı anda Hükümet Sözcüsü de kendi tabanına müsterih olmasını sağlayacak ve gidişatı özetleyen sözler sarfetti: "Hükümet ve asker olarak rakip değil, biz de aynı takımın oyuncularıyız."

Köşk'teki zirve

Böylece Cumhurbaşkanı'nın başkanlığında Başbakan ve Genelkurmay Başkanı'nın katıldığı zirveye gidildi. Zirve aslında son rütuşların zirvesiydi. İlk adım zaten 5 Kasım 2007'deki Washington zirvesinde Genelkurmay temsilcisinin de katılımıyla yapılmıştı. Güney Kürdistan'daki çuval hadisesiyle başlayan terbiye etme seansları resmen kabul edilmişti. 

Zirvenin ardından

Şimdi Çankaya zirvesinden sonraki gelişmelere kısaca göz atarsak, finali anlamaya çalışabiliriz:
* Hükümet, yargıdaki aleyhte durumu düzeltecek adımları Anayasa değişikliği dahil atacağını duyurdu, çalışmaları hızlandırdı, takvim belirledi.
* Sembolik önemi olan eski kuvvet komutanları ile ikinci başkan mahkemeye bile çıkarılmadan serbest bırakıldı, aralarında eski 1. Ordu Komutanı'nın da bulunduğu Balyoz Darbe Planı iştirakçileri tutuklandı, tutuklanmaya devam ediliyor.
* Erzincan'daki Ergenekon yapılanmasının iddianamesi mahkemece kabul edildi.
* Genelkurmay Askeri Savcılığı, İrtica ile Mücadele Eylem Planı'ndaki imzanın Albay Dursun Çiçek'e ait olduğunu kabul etti ve tutuklanmasını istedi. 
* Başbakan, kurumlar arası çatışma değil, özellikle TSK'yi kastederek gayet iyi bir ilişki ve işbirliğinin olduğunu söyledi.
* Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, "Sayın Genelkurmay Başkanımız ve TSK'de görev almış bütün üst düzey komutanların demokrasiye bağlılığından zerre kadar şüphemiz yoktur" dedi.

TSK'nin kurumsal yapısı

Türk Silahlı Kuvvetleri, dayandığı gelenek, darbe alışkanlığı, toplum üzerindeki hegemonyasının tümünü Kürtlere karşı savaşta tüketti. Kürt savaşı, Türk ordusunun çürümesine, itibarsızlaşmasına, disiplinsizleşmesine sebep olduğu gibi uçuk olanlarının epey mesafe almasına da olanak sağladı. Bunun için Kuzey Kürtleriyle yetinmemeye başladılar. NATO'dan çıkmayı, ABD'ye kafa tutabilmeyi düşünenler oldu. Bunun olabilirliğini denemeye kalkışmanın zeminini yaratmaya çabalayanlar oldu. Bu ordunun kendi içinde müttefiklerine dayanarak çatışmasını da beraberinde getirdi. 
Sonuç malum: Hem Türkiye'nin hem de müttefiklerinin TSK'ye ihtiyacı var. TSK, yeni dünyanın gerçeklerini kabul ediyor, karşılığında kurumsal yapısı aklanıyor.