19 Mart 2010 Cuma

'Türk çocuğu' değildik


Anlattı:
"Bundan tam 20 yıl önceydi. Tuncel, Patnos'ta; Fikret de Doğubeyazıt'ta lise son sınıftaydılar. Bir sonraki yıl İstanbul'daki üniversitelere gelecekleri, kendileri için büyük çaba gerektiren güzel bir ihtimaldi. Ben, üniversiteye yeni girmiş, gazetecilik okuyan, henüz reşit olmayan, gençliğe adım atmanın heyecan, kaos ve tereddütünü yaşayan bir çocuktum. 
Üç yıl sonra öldürülecek Turgut Özal, Cumhurbaşkanı; küçümsenerek hatırlanacak olan Yıldırım Akbulut, Başbakan; bir yıl sonra istifa edecek olan Necip Torumtay, Genelkurmay Başkanı; tarihimizin lanetli sayfalarında rezervasyon yaptıran ve şimdi yine iktidar partisinin A Takımı'nda yer alan Abdülkadir Aksu, İçişleri Bakanı; şimdi bir köstebek gibi saklanıp arada bir günah çıkarma belirtileri gösteren Hayri Kozakçıoğlu, OHAL Valisi'ydi. Bu günleri gördüğü için ölmek isteyen Süleyman Demirel, sayısını unuttuğum dönüşlerinden birini daha gerçekleştirip, naylon Hüsümettin Cindoruk'tan DYP Genel Başkanlığı'nı almış, zirveye çıkacak basamakları hazırlıyordu. Ergenekon'un avukatı olduğunu şimdi resmen ilan eden Deniz Baykal, Demirel ile birlikte bir sonraki dönemin koalisyon ortaklığını bağlayan ve Özal'ı devirmek üzerine anlaşan anamuhalefet SHP'nin Genel Sekreteri'ydi. Bunlardan habersizliğini naifçe ifade eden ve siyasetten birden çekilecek olan Erdal İnönü de anamuhalefet lideriydi.
Memleket sancılı, İstanbul'dan kulak kabarttığımız OHAL öfkeliydi. Darbe sonrasının ikinci üniversite kuşağındaydık. Med-cezirlerin, çarpan etkisinin ışık hızına varmasıyla alabora olmuş tasavvurların içindeydik. "Kürt meselesi, Kürtlerin Kürtlüklerinin inkârına itiraz etmesi, daha doğrusu itiraz etmeye ikna edilmesiyle ortaya çıkıyor" tezinin deliliydik. Elbette, iki 10'u bulmayan ömrümüze sığdırdığımız, tanıklıklarımız, çıkarımlarımız vardı. Toplumbilimci Prof. Ünsal Oskay'ın 'Cumhuriyet'i okumak yerine Tan'ı okuyun' önermesinin alt metnini bilmiyorduk ama Cumhuriyet'i bırakmıştık. Önermedeki ikinci bölüm ise Prof. Oskay'ın da şaşkınlığıydı. Logosunda dağ, kitap ve silah bulunan; orijinalinin dörtte biri haline getirilmiş bir yayını ikame ettik. Sonra kimimiz, kitabın yanına diğer ikisini de aldı, kimimiz kitapla yetindi. 
Evet tam 20 yıl oldu.
Kabaran kulağımıza ilk ses, Nusaybin'den geldi. Kamuran Dündar ve arkadaşlarının vurulması sonrası Nusaybin ayağa kalktı. Nusaybin'i Cizre izledi. Tarih 20 Mart 1990'ı gösterdiğinde vaziyet şuydu: Dünya artık 'serhildan' kavramı, kepenk ve kontakt kapatma eylemleriyle tanışıyordu. 12 kent merkezi abluka altına alınmasına rağmen halk direniyor, çatışıyordu. 10'dan fazla insanın ölüm haberine yüzlercesinin gözaltına alındığı eşlik ediyordu. Cizre, bedeli ağır olan bir semboldu. Karakol, Tarım Müdürlüğü, PTT radyolink tahrip edilmiş; Kaymakam Mustafa Büyük'e göre Türk bayrağı yakılıp Atatürk büstüne kıyılmıştı. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, beraberindeki Emniyet Genel Müdürü Sabahattin Çakmakoğlu ve Jandarma Genel Komutanı Burhanettin Bigalı ile askeri bir uçakla Diyarbakır'a ulaşıp, basın mensuplarının karşısına geçerek, 'kontrol altında', 'sokağa çıkma yasağı', 'devletimiz hakimdir', 'bölücü teröristlerin tahriki' gibi klişeleri aynı cümlelelere sıkıştırdı. 20'sindeki gelişmeler, 21'in şiddetinin önhabercisiydi. 

21'e varmadan

21'e varmadan benim payıma düşeni... Büyük inşaat bloklarının arasına sıkıştırılmış tek göz derme çatma yapı. Sekiz kalasın bağlantısına iki kat döşenen tahtalar ve üzerine ince süngerlerin atılmasıyla oluşturulmuş koğuşa girdiğimde Reşitler bekliyordu. Kerim Aydın Erdem'in genel müdür olduğu TRT, Atatürk büstünü çok önemsemişti. Onlarca insanın ölümünden daha fazla yer almıştı. Sadece İstanbul'da yüzlerce, belki binlerce büst vardı. Yetmezdik ama olsundu. Araba tekerleği(lastik) ve benzin hazırdı. Halkalı'dan başlayacaktık. Geçirildi Mustafa Kemal Atatürk'ün boynuna tekerlek ve yakıldı...

Yüksek sesle

21 Mart, İstanbul Üniversitesi... Biz Marmara'dan gelenler de merkez binanın bahçesinde toplandık. Fakülte duvarlarına, o güne kadar yazılamayanlar yazıldı; asılamayanlar asıldı. Newroz ve bugün anlatıldı. Kortej oluşturuldu. Büyük boy yeşil-sarı-kırmızı renkli bayraklarla Beyazıt'a doğru yürüyüşe geçildi. Sloganlar eşliğinde meydana yığılan odunlar ateşe verildi. Üç polis panzeri ile 300 kadar kalkanlı çevik kuvvet polisinin bakışları arasında 'Kürt halkına ayrılma hakkı. Kahrolsun sömürgecilik', 'Yaşasın Newroz' gibi pankartlar ile flama ve bayraklar, giriş duvarlarına asıldı. İlk kez bir marşa eşlik ettim. İlk kez o kadar yüksek sesle ve o kadar fazla kişi tarafından haykırılan 'Kürt' ve 'Kürdistan' kavramlarını korkusuz duydum. 
Üniversite bahçesine yine kortej halinde geri döndük. Bahçede koca bir ateş yakıldı, çember oluşturuldu. Konuşmalar yapldı, şiirler okundu. 
Bu sırada meğer İstanbul Üniversitesi Rektörü Cem'i Demiroğlu polise 'buyursunlar' demiş. 400 çevik kuvvet polisi, üç panzerin eşliğinde; önlerinde kendisi için her zaman bahçedeki ağaçlara kemik torbası asılı bulunan Çevik Kuvvet Şube Müdür Necmettin Yıldırım üniversitenin bahçesine girdi. Çevik kuvvet ve saldırı sesleri, koalisyondan oluşan sayımızı yarıya düşürdü. Hukuk Fakültesi ile Siyasal Bilgiler Fakültesi arasındaki alanda çöp kutuları devirerek barikatlar kurduk. İTÜ Madencilik'ten Mustafa ile beton ayaklı banklardan hem fırlatılacak bir kütle hem elde bulunması işe yarayabilir kalaslar edindik. Çok soğukkanlıydı Mustafa ama ben bir sahne gösterisinin içinde acemi oyuncu gibiydim. Fondaki müziği duymayan, seyircinin reaksiyonunu görmeyen biri. Hemen üniversiteyi boşaltmamızı isteyen Necmettin Yıldırım, 'Eyleme son verip dışarı çıkarsanız hiç birinize dokunmayacağız" diyerek 10 dakika süre verdi. Aramızdan çıkan üç kişi, Çevik Kuvvet Şube Müdürü ile pazarlık yaptı. Necmettin Yıldırım'ın 'Siz Türk çocuğusunuz, yüzünüzü kapamanıza gerek yok' şeklinde bağırması üzerine hayatımın kilit cümlesi kurulacaktı. 'Biz Kürdüz, Kürt çocuğuyuz; Türk çocuğu veye Türk değiliz' diye haykırdı, üçlüdeki en cesurumuz. Kalanlarımız zafer işaret yaparak, polislerin arasından dışarı çıktı. 
Kendimizin fatihi olmanın en önemli adımını atmıştık."
Boynuna tekerlek geçirilen Atatürk ne oldu? diye sordum.
"Boynunda yanan tekerleği çekseydik, büst yıkılırdı. Ama çekmedik, tekerliğin alevi bize yeterli geldi. Çirkinleşen büst yerinde kaldı. Beceremedik mi yoksa fazlasına cesaret mi edemedik, bilmiyorum."
Anladım, sonra devam ederiz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder