9 Haziran 2011 Perşembe

Sultan çıldırdı!..

Türk Sultan'ın son iki gündür fren sistemini devre dışı bırakması ve Kürtlerin bütün değerlerine tereddütsüz dalması, 'Sultan Hazretleri MHP'yi baraj altında bırakıp Kürt meselesini rahatça çözmek istiyor' propagandasına sığmıyor... Seçim sathında suya yazılan şişkin vaatler, simülasyon çılgınlıkları ve 2023'e ışınlanıp kocaman rakamların yazımından behsetmiyoruz. Gecikmiş ve ertelenemez merhalesinde; öznesi insan ve patlamasının ölüm saçacağı bir meselenin pistinde yapılan çılgın işaretlerden bahsediyoruz... Kürtlerin parti, kurum ve siyasetçilerine dil uzatmanın yetmeyeceğini anlayınca dinine saldıran Sultan'ın, 12 Haziran'a ramak kala idam, ölümcül esaret ve direkt Öcalan'ı hedef alan küfürlere başlaması, anlık dürtmeler ve provokasyona yönlendirme hamlesi değil, 12 Haziran'a kadarki ara sürecin bittiğinin erken ilanıdır...
Yardımcısı Hayati Yazıcı, Fethullah Gülen Grubu'nun sunduğu günlük bülten Zaman'a çok açık ve net bir şekilde rehin tutulan Kürt siyasetçiler seçilse bile cezaevinde çıkamayacaklarını ve Meclis'e gelemeyeceklerini duyuruyor. Yine Yardımcısı Bülent Arınç'ın 'kurban olduğu' yeni Yargıtay da Kürt siyasetçi Hatip Dicle ile ilgili kararını seçime üç gün kala açıklayarak "Meclis'e giremez" diyor. Dışardaki adaylar ile ilgili karalamalar da delil icadına vardırılıyor...
Şafii, Alevi, Êzîdî, Hanefi, Şii, Hıristiyan şeklinde din/mezhep/inanç mensubiyetleri olan Kürtlerin, Şafii çoğunluğu üzerinde akıl almaz manipülasyonları, Selahattin Demirtaş'ın deyimiyle 'örgütlü yalan stratejisi'ne uygun olarak saçıyor...
'PKK domuzla besleniyor. Apo'nun papazı. PKK'liler CHP listesinde. Kandil-Silivri hattı. Ergenekon Kandil'de. Irkçı kafirler İslam düşmanı. Müslüman Kürtleri yakıyorlardı. Madımak'ı PKK yaktı. Madımak'tan Dağlıca'ya. Kürtçü ırkçılar. Bunlar Zerdüşt. BDP Kürtçe ezan okuttu. Suikast hazırlığı. BDP'li başkan tacizci. Korsan Cuma...' diye devam ediyor... 
Bütün bunlar yetmeyince de direkt Öcalan'a yöneliyor. Önceki günden itibaren Öcalan'dan alıntı yapıyor, geçmişe dair hayıflanıyor, tehdit ile küfürü birarada savuruyor. İdamı, bir ceza olarak benimseyen Türk Sultan, ''Partim 57. Hükümet koalisyonunda görev alsaydı Öcalan ya idam edilirdi ya da istifa ederdik, çekilirdik'' diye geçmişe ağıt yakıyor. Fakat bugüne dair müsterih ve net: "İmrali'dakiyle ilgili ceza kesinleşti. Ağırlaştırılmış müebbet hapis. Ak Parti bunun üzerinde asla oynamaz. AK Parti iktidar olduğu sürece orda olacak. Ben milletime ihanet etmem. Tayyip Erdoğan sağ oldukça, böyle bir şeye müsade etmez."
İşte hayıflanma üzerine bina edilen toplumsal realite ve gelecek vizyonunu kötürümleştiren siyasal akıl tutulmasının, ebedi iktidar marazıyla esir aldığı Türk Sultan, ilkel güdüleriyle gözükaralaşıyor. Öcalan'ın eski yazılarından İslam karşıtlığı çıkarmakla yetinmiyor, atfedilen bir tespitini "çok adi, çok alçakça" ifadeleriyle tanımlıyor ve "İmralı'dakinin işi bitmiştir" tehdidiyle 15 Haziran'a göz kırpıyor...
Türk Sultan, ilk kez Öcalan ile ilgili kesin ifade kullanıyor ve ilk kez Öcalan'dan alıntı yaparak, cevap veriyor. İsyan liderlerinin akıbetinin miras bıraktığı travmanın farkında olan Kürtlerin, Öcalan'ı şerhsiz sahiplenerek, bu lanetli döngüyü kırmak için ödediği bedel ortada. Türk Sultan da seleflerinin değerlendirme tutanakları, uluslararası müttefiklerinin raporları ve istihbaratın hazırladığı muhtemel sonuçlar analizini gözden geçirebilir. Bunun faturası için ödenecek bedelin, Öcalan'ın hasletleri ve siyasetinin ötesinde Kürtlerin kendi gelecekleri ve lanetli çemberin dışına çıkmak için sembolleştirdikleri tüzel kimlik gereksinimleri için vahim bir tablo sunacağı hesaplanmalı. Bu tablonun hasar tespiti yapıldığında ne ortak yaşam iradesi, ne AKP iktidarı ne de 2023'e tek parça varacak, ayakta kalmış bir Türkiye kalır... 
Gelelim tadını çıkardığı 'Kürtçe ezan' iftirasına. "Ben Türkçe dışında başka bir resmi dil tanımıyorum. Anadilde eğitim olmaz" diyerek Allah'ın hak dağıtımına şerh koyan, taksimata müdahale ederek şirke yeltenen Sultan'ın hassasiyetinin sahiciliğine. Önce şunu vurgulayalım. Cumhuriyetin tek parti dönemi dahil Kürtlerin kendi camilerinde ezanın orijinal haliyle hiçbir zaman oynanmadı. Kürtler, kendi camileri Türk Diyanet İşleri tarafından işgal edilene kadar vaaz ve hutbelerini Kürtçe veriyorlardı. Bugün yapılan da budur ve AKP/FG konsorsiyumunun iddia ettiği gibi tek bir alan ve camide Kürtçe ezan okunmamıştır. Bunu onlar da biliyor ama "Bunlar Kürt Kemalisti, Stalinist, ırkçı derebeylik" ithamları için semiriyorlar.
Türk Sultan ve kapıkulları ile ulufeci kalemşorlarına Pale D. Heban'dan alıntıyla hatırlatalım: Ortada Kürtçe ezan olmadığı halde, bunu sakız yapan, medyalarında çeviren ve inanmak için can atanlar üzülsünler. Arapça dışındaki ezan şerefi, Türkiye camilerinde dualara mazhar olan Atatürk ve silah arkadaşları ile seleflerine baki kalacak. Hiçbir kavim Arapça dışında ezanı denemedi, denemeyecek. Fatih ve Yavuz'un torunları olarak ilelebet bu istisna halinizle gurur duymaya devam edeceksiniz...
Kürt halkı ve giderek birliği hayal olmaktan çıkaran siyasal yapıları; yalan, iftira, hile ve oyunlarınızı biliyor ama varlık hasletlerinizi kanlı mı kansız mı sürdüreceğinizin kararı size kalmış. Çıldırmak veya birlikte çözmek; tercihin temel belirleyeni sizsiniz... 
Kürt halkı ve Üçüncü Blok bileşenleri ile barıştan yana olan herkesin, 15 Haziran'dan önce 12 Haziran etabı olduğunu unutmaması gerekir. Türk Sultan'ın çılgınlığını bloke edecek en önemli etmen, 12 Haziran'daki oylar olacak. İdam, esaret ve katliama gidecek sahte cennet plakalı duble yollarına ve bizden çaldıklarıyla lütfettiği sadakaya kanmayalım.

7 Haziran 2011 Salı

Kemalizmin tuzakları!..

Kürtler, hiçbir zaman Kemalizmi benimsemedi; itiraz etti, direndi, yenildi, sustu, bekledi ama yine itiraz etti. Ortak bir refleks oluştu; istisnasız hiçbir toplumsal katmanı, bu katı, tekçi, eklektik ve uydurma devlet ideolojisini özümsemedi... 
Tek bir Kürt köyünde Mustafa Kemal Atatürk'ün bilinen ismiyle anıldığına tanık olunamaz. Devlet zoruyla dayatılan, içi sürekli doldurulan ve güncellenen Kemalizmin, mutlak kontrol ile paralel olarak zamana yayılmış teslimiyeti de gözardı etmemesi; farklı tonlarla ve gerekçelerle nüfuz etme mahareti sayesinde çürütücü bir virüs olduğu açıktır. Yerleştiği bünyede sabırla ilerler, çünkü bütün kurumsal organizasyon ve zihinsel sera onun lehinedir. Fırsatını bulunca nükseder, bağışıklık sistemini çökertince de bütün hücrelerine hükmeder ve kurgulanmış bir ses ve eylem düzeneği haline getirir. Onun için koca profesörler kabız, din görevlileri haris, generaller seyis, siyasetçiler müflis modundadır...
Bütün Kürt siyasal yapıları teorik olarak devleti ve resmi paradigması Kemalizmi reddetti. Kürt halkı, bu kurumsal paradigmanın gücünü küçümseyenler, anlayamayanlar, ona benzeşmekten veya onun bir hafi kolu olmaktan kendini kurtaramayanları bir kenara attı. Kemalizm her deşifrasyonun ardından farklı bir sürümle tekrar şansını denedi...
Şimdi Şafii Kürtlere AKP üzerinden kurumsal varlığına, bütünlüğüne ve devlete hayatiyet veren vazgeçilmez ilkelerine halel getirmeden ama din sosunun ölçeğini yukarı çekerek yeniden hücuma geçmiş durumda. Bunun için müthiş bir tempoyla dört koldan kuşatmaya çalışıyor. Böyle olunca ihmal edilmiş gibi görünen Alevilere de müjde veriyor...
O müjdenin adı da rektefiye edilen CHP... CHP tarihini anlatmaya gerek yok. Sadece kaportası ve iç düşemesi değişmiş; belleği resetlenmiş bir 'Tuncelili' de kulağına merkezi komut cihazı takılarak şoför koltuğuna oturtulmuş... Kemalizmin otantik halinin Aleviler içinde meşruiyet sorgulamasına muhatap olmadan fink atma cüreti nereden? Dersim ve sürgünleri, bu celladın gönüllü muhipleri olamaz... Kemalizmin üzerine sıçrayarak kirlettiği bütün firari siyasetlerin mekanı niye Dersim, niye Alevi kitle olsun? Bunun haklılığına ve meşruluğuna inanmak en başta Kürt Alevilere ve hem Kürtlere hem de Alevilere büyük hakarettir...
Türk devletinin, Şafii Kürtler arasında din silahını kullanırken, Aleviler arasında hem Kürt ve Şafii fobisini yeniden enjekte etmeye çalışması hem de kendi üretimi protipleri model olarak sunmasının telaşının farkında olmalıyız... 
Devlet, Dersim ile Hakkari arasındaki köprüyü uçurmak istediği gibi Erzincan'dan Adıyaman'a uzanan hat üzerindeki hesaplarını tamamlamak istiyor. Üçüncü Blok'un yarattığı heyecanın Mersin, İzmir, İstanbul ve diğer metropol kentlerdeki Alevi kitlesince paylaşılmasından ürküyor... 
Kemalizm ve yeni sürümleri ile Türk-İslam sentezinin kurtçuklarını anlıyorum da, iki kumanın üvey evlatlığına razı olanların telaşı nedir? Mehmet Metiner, neo Kemalistlerin kapısında ne iş görüyorsa, Kamer Genç de Kemalistlerin kapısında aynı işi görüyor...
Başta Kürt Aleviler olmak üzere bütün Alevilerin, Van ve Siirt'teki adaylarından tereddüt etmeyecek bir toplumsal dönüşüm ve gelişimi sağlayan Kürt iradesinin, Üçüncü Blok ile birlikte yeni Anayasa için teminat olma gayretini anlamaları elzemdir... 
Kemalizmden uzaklaştıkça kendimize, insani, milli, felsefi ve dini varlığımıza yakınlaşacağımız; efendilerin tasallutundan kurtularak, özgürleşeceğimiz açıktır...

MHP meselesi

BDP'nin destekleyeceği aday veto edildikten sonra BDP, Elazığ'da boykot kararı alıyor ve açıklamaya hazırlanıyor. Bunu duyan eski il başkanı, Siirt'te olan Gültan Kışanak'ı arıyor ve buna itiraz ediyor. Boykotun etkili olamayacağını; CHP'ye, gerekirse MHP'ye bile oy yönlendirmesi yapılmasını istiyor... Gültan Kışanak da dinliyor ve il başkanını geçiştirmeye çalışıyor. Zaten ertesi gün il başkanının tepkisi yerine boykot kararı Genel Merkez tarafından açıklanıyor... Sonuç: İl Başkanı, öfkesinin aklını uçurduğu bir mertebede. BDP, boykot kararı vererek doğru olanı yapıyor... Türk Başbakan işte bu diyalogu büyük bir skandal olarak duyuruyor, talimatıyla da yayınlanıyor ama boşuna...
Cizre ve Başkale'de MHP'de olan Kürtlerin bundan vazgeçmesi üzerine üretilen teorilerin de anlaşılması lazım. Kürdistan'da iki çeşit MHP'lilik var. Birincisi; 60'lardan sonra Komünizm ve Aleviliğe karşı doktrine edilen Sünni Kürt öğrenciler. Bu öğrencilerin gayretleri. Buna paralel olarak yine benzer saiklerle ama içinde bariz Kürt düşmanlığını da taşıyan devşirmeler ve diğerleri. İkincisi; aile ve aşiretlerin yerel güç konumlanmalarından dolayı herhangi bir Türk yapısına monte olması... Şimdi bu iki koldan bir bölümü, Türk milliyetçiliği tarafını bir kenara bırakıp ama eski reflekslerini koruyarak muhafazakar partilere geçti... Bir bölümü özellikle Kürt olmayanlar ile birlikte ya JİTEM elemanı oldu ya da paramiliter çetelerin mimarlarıyla hareket etti... Aile ve aşiret çıkarları ve yerel güç dengesinden dolayı sığınanların bir bölümü ise şimdi bundan vazgeçiyor. Korucuların da vazgeçtiği gibi... DTK iki yıldır uğraşıyor. Katı bir ideolojik parti olmayan BDP hepsine kapılarını açmak zorunda. Gelenler de apolet almıyor, normalleşiyor...
Kürtlerin MHP'den varlık gerekçesinin hilafına beklentisi yok. MHP'nin de artık Kürtlerden taban devşirme derdi kalmadı, olanla yetiniyor...
Elbette engin bir ufuğa, derin bir belleğe, yüce bir idrak gücüne ve sınırsız bir kapasiteye sahip olduğunu sanarak, devletin her yalan ve taktik hamlesine atlamaya teşne olanları bir kez daha düşünmeye davet edeceğiz. Sosyolojik tanıma kapasitelerini bloke edip kimliğine yabancılaşanların, etik ve ilkenin paha biçilmez düsturlar olduğunu bir kez daha hatırlamalarını bekleyeceğiz...
Türk devletinin yapay kategorileştirmelerine değil, doğal alanlarımızı sahiplenerek, haklarımızdan feragat etmeden bir araya gelmek zorundayız... Bunu bize sağlayacak olan da Kemalizmin balkon üstü, balkon altı; merdiven üstü, merdiven altı versiyonlarının arasına tünemek değil, diz çökmemeyi düstur edinen Üçüncü Blok'un eşit bir paydaşı olma dürüstlüğüdür...

6 Haziran 2011 Pazartesi

Balkondaki Sultan!..

"Düşünmezsen yoktur" ciddiyetiyle Kürt meselesini idrak ederken, "vardır, benim sorunumdur, bütün Türkiye'nin sorunudur, çözeceğiz" esnemesiyle göz kamaştıran ve son seçime doğru "Bu ülkede değerli kardeşlerim, Kürt meselesi artık yoktur" müjdesini veren Türk Başbakan'ın tefsircileri ikna olmuyor. Onlara göre yaşadıklarımız, gördüklerimiz, duyduklarımız sahici değil. Muhterem Başbakan, üçüncü iktidar dönemini garantilemek ve böylece Kürt meselesini çözmek için minik numaralar yapıyor. Muhteremlik yarışındaki zevata göre; Başbakan, tıpkı 22 Temmuz 2007'deki 'balkon konuşması'nın benzerini yaparak, bembeyaz bir sayfa açacak. 22 Temmuz 2007'den itibaren yaşadıklarımızı gözardı etmemizi istedikleri gibi hafızamıza hakaret edip, dümdüz metinler üzerinde tefsircilik oynamanın kerametine inandırmaya çalışıyorlar. En iyi ihtimalle bütün doğal/temel hakları gaspedilmiş 20 milyonluk Kürt nüfusunun sorunları ile Moda sahilindeki alkol keyfine müdahaleden korkan 'endişeli modernler'in sorunlarını eşdeğer görüyorlar. Bununla da yetinmeyip sorunun büyüklüğü, toplumun siyasal ve psikolojik bariyerlere kilitlenmesi gayreti, stratejik devlet aklının konuşlanması ve vizyonu ile kolektif hazırlığın gözardı edilerek 'Türk Sultan'ın keyif anında, zaferinin merhametinden nemalanmayı beklememizi istiyorlar... 
Hatırlayalım... 22 Temmuz 2007 akşamı seçim sonuçlarının gayrı resmi sonuçları netleştikten sonra AKP Genel Merkezi'nin balkonunda hazırlanan selamlama ve konuşma platformundan 'yeniden Türkiyem, yürüyelim yeniden, daha güçlü Türkiyem' marşı eşliğinde 'güçlü Türkiye'nin güçlü lideri' anons ediliyordu. Tek başına iktidarı ikinci kez garantileyen Başbakan Recep T. Erdoğan, arkadaşları ile birlikte toplanan kalabalığı selamladıktan sonra alıyordu mikrofonu eline. 'En kalbi duygularla' selamlama, şükran sunma ve kutlama faslıyla başlayan Erdoğan, şımarmayacaklarını belirterek, siyasi rakiplerine yönelen kitlelere "müsterih olun, sizin de oylarınız değerlidir, tercihlerinize saygı duyuyoruz" müşfikliğiyle cumhuriyet ve milletin temel değerlerinden taviz verilmeyeceğini; "güçlü ve müreffeh Türkiye" ortak hedefiyle gerekçelendiriyordu. Herkesi kucaklayacaklarını, Atatürk'ün "muassır medeniyet seviyesini aşma" hedefiyle 2023'ü yakalamayı temel ilke olarak paylaşıyordu. Bunları, "AB hedefi", "çağdaşlaşma", "demokratik reformlar" ve "onurlu dış politika" ile süslüyordu..."Şu bayrakları göreyim bayrakları" buyruğunun ardından "Bayrakları bayrak yapan, üstündeki kandır. Toprak, uğrunda ölen varsa vatandır" gürlemesiyle kalabalığa, tekrar komutu veriyordu: Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet... Eşlik, alkış, sloganlar... İşte bu ilkelerle yola devam edeceklerini haykıran Erdoğan, şöyle devam ediyordu: "Bölücü teröre karşı milletimizin sarsılmaz vatan sevgisinden aldığımız güçle mücadele etmeye devam edeceğiz. Uzun soluklu bu mücadelede, gereken her adımı doğru zamanda atma kararlılığında olduğumuzu tekrarlamak istiyorum."
Bu sözlerinin ardından seçim güvenliği için devlet güçlerine 'millet adına' teşekkür eden Erdoğan, "Şahsım ve partim adına kimseye kırgın değilim. Yeni bir sayfa açıyoruz. Kapımız herkese açık. Nihayet hepimiz Türkiye için varız" mesajını da ilgili yerlere vermenin rahatlığıyla "Her şey Türkiye için" sloganıyla konuşmasını bitiriyordu... Demokrasi manifestosu muamelesi çekilerek destanlaştırılan meşhuur 'balkon konuşması' buydu...
22 Temmuz 2007'den bugüne kadar Kürt meselesinin çözümü için yapılanlar, yukarıdaki konuşmanın öngürdüğü doğrultuda oldu. Detaylandırmanın gereği yok. Özetle; öldürdüler, yargıladılar, tutukladılar, bastılar, kapattılar, suçladılar, dövdüler, karaladılar, hakaret ettiler... 
"Benim Kürt kardeşim kendi anadilini rahatlıkla konuşur. Cezaevinde konuşabiliyor muydu? Konuşamıyordu. Biz önünü açtık mı? Açtık. Şimdi artık, ana evladıyla cezaevinde kendi anadilini konuşabiliyor mu? Konuşabiliyor" diyen Başbakan'ın ilim ve irfan ile hak ve adalet bagajı küflenmiştir. "Anadilde eğitim olmaz, bunun için bana gelmeyin" diyen bir Başbakan'ın "çocuklarım neden cezaevinde" sorusunu soran Kürt annesini terörist gördüğü gibi "çocuğumla artık cezaevinde Kürtçe konuşuyorum, şükürler olsun" demeyeni de nankörlükle suçladığı muhakkak...
Bırakın PKK'yi, artık BDP'yi bile "çete", "şebeke", "terör örgütü" olarak gören; aslında PKK'nin de kendi devletinin bazı birimleri tarafından yönlendirilen bir amaçsız tedhiş organizasyonu olduğuna herkesin inanmasını isteyen Başbakan Erdoğan'ın seçim arifesinde, "Bu ülkede değerli kardeşlerim, Kürt meselesi artık yoktur" demesinde bir gariplik yok... 
Tekrarlamakta fayda var. Türk şair Arif Nihat Asya'nın 'Bayrak' şiiri "Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü/Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü/Işık ışık, dalga dalga bayrağım!/ Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım" diye başlar ve "Sana benim gözümle bakmayanın/Mezarını kazacağım/Seni selâmlamadan uçan kuşun/Yuvasını bozacağım" şeklinde devam eder, vee "Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:/Yer yüzünde yer beğen!/Nereye dikilmek istersen, /Söyle, seni oraya dikeyim!" şahlanışıyla noktalanır... Erdoğan'ın, büyük Türk liberali Taha Akyol ile karşılıklı oturup dörtlük dörtlük paslaşırken buğulanan gözleri sonra ıslanmıştı. Arif Nihat Asya'nın şiirini okurken gözlerinden yaş akan, 'düşünmezsen yoktur' diyebilen biri, Kürtlerin gaspedilmiş haklarından kaynaklı devasa meseleyi çözemezdi, çözemedi...
"Çocuk da olsa, kadın da olsa, güvenlik güçlerim gerekeni yapacaktır" deyip iki günde 10'un üzerinde ölüme cevaz veren çözemezdi, çözemedi... 
"Tek milet, tek devlet, tek bayrak, tek dedik... Ha beğenmiyorsan burada işin nedir, git beğendiğin yere" diyen biri çözemezdi, çözemedi... 
Saddam'ın sınırlara yığdığı yüzbinlerce Güneyli Kürt için İstanbul'da hayırseverlerden toplanan yardımın bir kamyonunu ulaştırdığı için yıllarca Güney Kürtlerine 'nankör' diyen biri çözemezdi, çözemedi... 
Türkler dışındaki halkların sorunlarının olmadığını anlatırken Arap bir aileden olan eşiyle mutlu olmasını gösteren biri çözemezdi, çözemedi... 
Devlet güçlerinin, öldürdükleri gerillaların vücutlarını tahrip ederek, gözlerini çıkarmalarını ve kulaklarını kesmelerini normal; bunu kendisine belgeleriyle gönderen BDP'ye ise 'terör örgütünün sözcüsü' yaftasını haklı gören biri çözemezdi, çözemedi...
Kürt halkının en sıradan demokratik eylemlerini dahi terörizmden ayırmayan, 24 çadırı bir gecede dağıtan, devletsiz Cuma Namazları'nı 'kadın erkek karışık kendilerine göre birşeyler yapıyorlar' iftiracılığıyla taçlandıran biri çözemezdi, çözemedi...
'Bunlar Apo'yu peygamber ilan ediyor'a uygun olarak 'Zerdüşt dinindendirler' saçmalığıyla abanıp Selahaddini Eyyubi'nin torunu olduğu yalanıyla sırıtan biri çözemezdi, çözemedi...
Hala ailelerine verilmeyen iki cenazenin akıbeti için yapılan eyleme polisin saldırısıyla başlayan çatışma sırasında Fethullah Gülen Grubu'nun bir yurduna molotof atılmasını 'katliam' ama Bismil'de 18 yaşındaki İbrahim Oruç'u alenen öldüren polisi 'kahraman' kabul eden biri çözemezdi, çözemedi...
Pale D. Heban'ın ifadesiyle; her protestocuya müşrik, her gönüllü köleye müşfik, her itirazcıya yersiz müzmin, tüm biat ehline yerli mü'min tavrını reva gören biri çözemezdi, çözemedi...
İnsan ölümleri arasında 'bahse değmez' kategorisi oluşturan, bekaret kontrolürlüğüne kalkışan, rakiplerini hırpalamak için sesli-görüntülü-altyazılı filmlere makinistlik yapan biri çözemezdi, çözemedi...
Kürt medyasına bir konferanstaki Dersim katliamı ve günümüz değerlendirmesi ile ilgili sözleri düşen Türkiyeli yazarı 'namert'; Türk medyasında Kürt siyaseti ile ilgili küfürnameleri neşredilen Kürt devşirmeleri 'cesur' apoletiyle taltif eden biri çözemezdi, çözemedi...
İstisnasız bütün mitinglerinde, bayrak, vatan, kan, teklik ve  şehitlik hamasetiyle Türk toplumunu kirli ve ırkçı bir dille ajite eden; Türk sağının riyakar, cinsiyetçi, ikiyüzlü, kibirli, ırkçı halinin yeni dünya modeli olmanın gururuyla bütün itirazları aynı torbaya koyup, "haram" ilan eden Başbakan, çözemez...
4 Nisan'da yeni adaylarına "Bakın ne diyorum? Yapmıştık, yaptık, yapıyoruz, yapacağız; dört tane eylem" anımsatmasında bulunuyordu. 4 eylemin ilk üçünün faturası ortada. Sonuncunun faturasını Kürt halkı ve "Üçüncü Blok" etrafında birleşen Türkiye halkları belirleyecek. Kürt coğrafyasındaki sonuçlar, "Benim Kürt kökenli kardeşlerimi onlar temsil etmiyor. Benim partimde 75 Kürt kökenli vekilim var" sakızını alnına yapıştırırsa; Türkiye halkları ve metropollerdeki Kürtler de entegrasyon, asimilasyon ve inkar üzerine yükseltilen yapay dengeyi üzerine boca ederse ortağı olduğu yeni devlet aklı, kararını gözden geçirebilir. Eğer Türk Sultan'ın balkondan merhamet dağıtmasını değil, hak ve adaletin zorunlu kelamını dillendirmesi; yeni devlet aklının, çözüm adına tek taraflı çözümsüzlük dayatması değil, rızaya mazhar gerçek çözüme yol alması isteniyorsa Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu adaylarının temsil oranı ve bölgesel salt çoğunluğu sağlaması zorunludur. Ferman meraklısı bir Sultan yerine çözüm kulvarına yönlendiren kolektif motivasyon için oylarımızı, AKP, CHP ve MHP'den esirgeyelim...

31 Mayıs 2011 Salı

Sabah için minik detay!..

Tarih 2 Temmuz 1993... Özgür Gündem, ikinci döneminin 69'uncu sayısını ertesi gün için hazırladı ve ilk baskılarını gönderdi. Birinci sayfaya sadece "İşte, demokrasinin ölçütü!.." başlığı altında gazetenin durumunu özetleyen bir yazı girildi. 68 sayıdan 41'i toplatılmış; 3 Haziran'dan itibaren  sadece 3 sayı toplatılmamıştı. Kürt illerinde polis el koyup toplatma kararını bekliyor, Türkiye kentlerindeki okuyucular bile potansiyel suçlu olarak kriminalize ediliyor, cezalandırılıyordu. Türk medyası, hem Kürt coğrafyasından yaşananları görmek istemiyor hem de Kürt gazetecilerin katledilmesini teşvik edip, onaylıyordu. İmtiyaz sahibi ve yazişleri müdürlerine açılan davalar, verilen para cezaları sınır tanımıyordu. Yayın politikasının dayanaklarını ve Türk medyası ile arasına koyduğu kalın çizgiyi vurgulayan Özgür Gündem, Türk demokrasisini sorgulayarak, protesto ediyor ve boş sayfayı okuyucalarına gönderiyordu... Ancak aynı gazete ikinci ve üçüncü baskılarını değiştirmek zorunda kaldı. Sivas'ta katliam olmuştu!..
"Devlet gözetiminde katliam: 40 ölü" manşeti hazırlandı. Sivas'taki vahşet, gazetenin gece ekibi tarafından gazetenin manşetine, bir önceki birinci sayfanın minyatürü manşetin altına çekildi ve şu ibare eklendi: Gazetemize yönelik devlet baskılarını protesto amacıyla boş çıkardığımız gazetemizin birinci sayfasını, Sivas provokasyonu nedeniyle değiştirdik...
Onun hemen yanına da Özgür Gündem imzasıyla gazetenin, bu vahşeti, faillerini, zamanlamasını, araçlarını ve hedefini nasıl yorumladığı; kendisini neresinde konumlandırdığına dair başyazısı yer aldı. "Kirli oyunlar!" başlıklı bu yazı, Maraş ve Çorum hatırlatmasının ardından "Oyun aynı, oyuncular aynı, sahne yeri de benzer " diye başlıyordu. İkinci paragrafı, "Sivas'taki olaylar, her ne kadar Aydınlık Gazetesi Yazarı Aziz Nesin'in şahsına yönelik olarak gösterilmeye çalışılsa da bunun böyle olmadığı gün gibi açıktır" kesin hükmüyle başlayıp sorularla devam ediyordu. 
Bakınız, o gece Özgür Gündem'in sorduğu ve güncelliğini koruyan sorular -özetle- nelerdi:
*Devletin, önceki günden başlayacağı belli olan ilk gelişmelere rağmen tedbir almaması nasıl açıklanabilir?
*Dün Cuma namazından çıkan grubun giderek kalabalıklaşması ve sloganlarla kente yayılmasına devlet güçlerinin seyirci kalması nasıl açıklanabilir?
*Başka yerlerde anında görev başında olan bu güçler, acaba bu kez neredeydiler?
* Sivaslıların devlet yetkililerini uyarmalarına rağmen devlet güçleri niye seyretti?
* Sivas Katliamı, kendiliğinden gelişen, namazdan çıkan bir grup insanın tepkisi olarak değerlendirilemez. Sivas'ın bu olay için önceden düşünülen bir alan olduğu açıktır...
Başyazı, Kürt mücadelesinin geldiği aşamaya işaret ediyor, Türkiye'nin gündemi ve devletin karartma faaliyetlerinin altını çiziyor ve şöyle devam ediyordu: "Pis ve karanlık oyunlar tezgahlanıyor... Osmanlı'nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti'nin, kendi varlığını sürdürmek için bir teminat olarak sürekli Alevi-Sünni çelişkisini kullanması bilinen gerçekliktir. Bu gün, bu dönemde devletin gündemine aldığı da aynı oyundur, provokasyondur. Halkı sebepsizce birbirine kırdırtma girişimidir... Devrimciler, demokratlar ve emekçiler, bu tür provokasyonlara karşı uyanık olmalıdır. Osmanlı'da oyun çok..."
Özgür Gündem, 4 Temmuz 1993 tarihli sayısında ise "Sivas Katliamı planlı!" sürmanşetiyle yine devleti işaret ediyordu. Görgü tanıklarının anlatımlarını, yetkililerin açıklamalarındaki çelişkileri ve tepkileri yansıtmanın yanı sıra Sivas'ta bulunan Ankara bürosundan Raif Türk'ün yaşadıklarını anlattığı yazısını paylaşıyordu. Raif Türk, "Pir Sultan'ın yeniden öldürülüşü" başlıklı yazısında, yaşadıklarını ve gördüklerini anlattıktan sonra muhafazakar ve yerel basının manşetleri ile kente dışardan getirilenlere dikkat çekiyordu. Şimdi Diyarbakır Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı olan Raif Türk, yazısını şöyle bağlıyordu: "Olay kesinlikle bir anlık galeyan değildi. Olay, düpedüz bir plandı, hazırlıkları önceden yapılmıştı ve Sivaslıların anlattığına göre de ön sıralarda saldıranların çoğu il dışından gelmişti."
Görüldüğü gibi Özgür Gündem'in 3 Temmuz 1993'teki tavrı, bugün de tedavülde olan; politik, ahlaki ve mesleki doğruydu, hakikatti. Üstelik zaman, haklılığını ve doğruluğunu tescil etti... 
Şimdi gelelim Sabah'ın 31 Mayıs itibariyle iki bölüm yayınlanan Sivas Katliamı tarihi macerasına. Sabah'ın eline tutuşturulan polis metinlerine göre, katliamı PKK yaptı. Dönemin bölgedeki sorumlusu Alişer Koçgiri kod adlı Yücel Halis, 4 militanı gönderdi ve bunlar katliam tertibini hazırlayıp icra ettikten sonra Sivas'ı terkettiler ama sonraki tarihlerde hepsi çatışmalarda öldürüldü. Yücel Halis ise, en son 2007 yılında "Dağlıca'da mehmetçiklerimizi şehit eden, bir kısmını esir alan, ardından da giden heyete teslim eden" PKK'li... Yücel Halis, üstelik eski Devlet Bakanı ve SHP milletvekili Ziya Halis'in yeğeni ve Alevi... Böylece bir kaç hedefe ulaşılmış oluyor:
* Dağlıca vurgusu, ordu ile işbirliğini ima için...
* SHP'den bugünkü CHP'ye oradan da CHP-BDP işbirliğine gönderme yapılıyor...
* Ziya Halis'in devlet ve atama pozisyonuna işaret ediliyor ama yakın dönem EDP Genel Başkanlığıyla 'yetmez ama evet' kampanyasındaki katkısı yadsınıyor...
* Yücel Halis'in Aleviliği'nin altı çizilerek, hem Sünni düşmanı olduğu hem de mezhep çatışması için Alevi Katliamı yapabileceği teziyle devlete monte sağ ve solu aklama gayreti gösteriliyor...
Peki Sabah'ın haberinde hiç mi doğru bilgi yok? Olmaz olur mu, elbette var. Yücel Halis diye birinin en azından 2007'ye kadar yaşadığını biliyoruz. Aynı kişinin, Ziya Halis'in yeğeni ve kod adının da bir dönem Alişer Koçgiri olduğunu biliyoruz. Yine Yücel Halis'in bir dönem Sivas-Koçgiri bölgesinde bulunduğunu da... Bütün bu bilgiler ve daha fazlasına kısa bir Google taramasıyla ulaşmak mümkün... 
Erdoğan'ın damadının patronajında ve Er Şafak yönetimindeki Sabah Gazetesi, yeni Türk sağ iktidarının medyadaki amiral gemisi olma hevesiyle Kürt muhalefetinin siyasal dünyası, vizyonu, stratejisi; geçmiş ve aktüel duruşundaki isabeti ıskalayabilir. Ancak Sabah Gazetesi tayfasının unuttuğu minik bir detay var: Yücel Halis, 2 Temmuz 1993'te Sivas bölgesinde gerilla komutanı değildi. Yukarıda anlattığım, merkezi İstanbul'da bulunan Özgür Gündem Gazetesi'nin Müessese Müdürüydü... 
Hikayenin gerisini merakı edenler, yine Google'dan Ziya Halis'in röportajlarına ulaşıp, yeğeninin neden dağın yolunu tuttuğunu öğrenebilir...
Anladın mı Er Şafak?..

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Misvaklar puro olunca!..

Kürtler ile akidini bozan Türk egemenliği, milli aidiyeti onlara yasakladı; dini aidiyetin de sınırlarını çizdi. Dil, eğitim, düşün ve edebiyat dünyasını bloke etti; dil ancak kendi kapalı havzasında yaşayabildi. Cumhuriyet tereddüt geçirdiği için eğitim sistemini yaygınlaştırmakta gecikti. Sisteme dahil edilecekler için belirlenen eğitim anayoluna bağlanan en önemli iki tali yol; Yatılı Bölge İlköğretim Okulları ile Türk-İslam tandanslı oluşumların yurtları/evleriydi. Mesela Van'ın Erciş İlçesi'nin bir köyünden üniversiteye uzanacak bir hayatın bu iki tali yoldan başka seçeneği yoktu... 
Eğitim müfreddatının empoze ettiği kişilik şekilenmesi, yapay çevrenin normalleştirdiği yabancılaşma, yadsınan zihinsel kalıplar, kurtulma menziline dikilen gözün kamaşması, rızaya mazhar olan tasarlanmış kader ve resetlenen belleğe şırınga edilen Kemalist yazılım sayesinde Cumhuriyet, 'Kürt kökenli Türkler'le ömrüne bereket kattı. İtiraz, ret, kırılma ve isyanı da kendi bünyesinde barındıran bu mecranın dışına çıkışların faturası epey ağır oldu...
İkinci tali yol ise, sınırları çizilen dini aidiyet bağını esas almakla birlikte birinci seçeneğin içeriğine sadık kalarak, yine tek taraflı tavizler silsilesi üzerinden anayol ile birleşti...
Birinde 'Gazi Mustafa Kemal Atatürk' birinci figür, diğerinde 'Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri'. İkisinde de milli, dini ve tarihi referans ortaklaştırıldığı, bugün aynılaştırıldığı ve yarına tek güzergah belirlendiği için araçlar, hız ve kaptanlık maharetleri detay kaldı...
Türk-İslam yurtlarında/evlerinde bir 'abi'nin "Kürt-Türk ne fark eder, hepimiz kardeşiz, Müslümanız" cümlesinin ardından "Müslüman Türk milletinin şanlı tarihinden kesitleri" ıslak gözlerle anlatması haktı. Yatılı Bölge İlköğretim Okulları'nda "Hepimiz farklı boylardan gelsek de Türküz, Müslümanız" cümlesinin ardında Kürt Teali Cemiyeti'nin melanetlerinin anlatılması haktı...
İşte bu yolculukta birlikte olan Kürtler ve Türklerden yolları ayrılanlar, bir süre sonra şaşırıyor. Bu düzeneğin dışına taşan Kürtler, zorlu bir yolculuğu göze alırken; 'Türk kardeşleri'nin, yapay geçmişin özlemini, riyadan zerre gocunmadan anlatmalarının nedeni bu. Dini, kısa süre sonra sadece bir toplumsal kamp, iktidar merdiveni, ikbal çeki, nüfuz vasıtası sahasına sıkıştırıp, ardından da mazlum bir milletin hak arayışına karşı dil uzatmanın suflörü gibi pazarlama hadsizliğini reva görüyorlar...
Yeni Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Ziya Cömert ve avanesinin çıldırmasının altında yatan başka gerekçeler yok. Yeni Şafak'ın manşetlerine yansıyan 'ırkçı-Müslüman-eşkiya' alt metinlerinin tamamı, Türk egemenliğinin bugünkü tonunun, paniğini yansıtıyor. Zaman, Star, Akit ve Sabah'ın bir haftalık manşetlerine, temel yorumlarına bakılırsa, hezeyanın ulaştığı boyut anlaşılır...
Özellikle Kürtlerin kendi aralarında oluşturduğu birlik, argümanlarını darmadağın etmiş. Devletsiz Cuma namazları; Altan Tan gibi bir şahsiyetin Blok adayları arasında yer alması, DTK öncüllüğünde oluşturulan birlik heyetlerinde Med-Zehra(Nûbihar) çevresinin bulunması ezberlerini bozmuş. Yusuf Ziya Cömert, yıllardır çile çeken Sabah Kara'yı yeniden hatırlıyor ama haberi yok; Nasuhi Güngör, fikri yekununu aşan bir böbürlenme ve haksızlığının kilit vurduğu korkaklıkla Altan Tan'ı hedefliyor. Yasin Aktay, geleneksel 'mamoki' pirlerinin manifaturacılıkta zekat; nakitte faiz mirasına uygun, popülerleşmenin tadıyla saldırıyor. Başbakan'ın damadının patronajında ve Erdal Şafak'ın yönetimindeki Sabah da paralel yayınını sürdürüyor...
Tek tek manşetlerine bakıp gazeteciliğin temel ve evrensel kuralları; meslek etiği ve insani normlar açısından değerlendirmek gereksiz. Çünkü neresinden tutarsak elimizde kalır. Bu zevata göre; PKK aslında JİTEM, yok Ergenekon, yok yok derin devletin bir parçası, üstelik bugün Ergenekon'a karşı mücadele eden MİT tarafından kuruldu. Her kötülüğü PKK yapıyor. Mesela Sivas Katliamı'nı da PKK yaptı. Aynı PKK Müslüman çocukların düşmanı, onları da yakıyor. CHP'liler aslında PKK'li. PKK ve BDP, ırkçı, din düşmanı, bazen Alevi bazen da Alevilik düşmanı. 3 milyon aktif taraftarı da öyle. Namazları bile kabul olmaz. Şiddetten besleniyorlar, politikaları yok, istemleri belli değil, yok yok belli de çok şey istiyorlar... 
İktidar mücadelesinin esaretinde yanlış kıbleye dönüp yeni bir ilah yaratıp secde edersen böyle ucubeleşirsin. İstihbarat masalarında yazılıp dikte edilen metinleri 'haber'; bilgi notlarını da 'yorum' diye sunarsın. Biri diğeriyle uyuşmazsa da, yüreğini ve vicdanını kapatır yoluna devam edersin. Kemalizmin form verdiği büyük zekanla hem Şafii Kürtleri hem de Alevileri aynı andan BDP'nin desteklediği Blok'tan uzaklaştıracağını düşünürsün...
Sen yedeksubay çocuğu kadar Diyarbakır tanıklığından milli birlik aparırsın ama Süleyman Çevik ve arkadaşlarının koca devlet kadar siz minik askerlerinin blokajlarıyla mücadelesinden kotardıkları gönüllü birlik derdini anlayamazsın. Onun için Yeni Şafak, Zaman, Akit ve Star gazetelerinin eski misvaklı genel yayın yönetmenleri, artık purolu Ertuğrul Özkök ve Zafer Mutlu'nun yoldaşlarıdır. Köpeğiyle yatmayı tercih eden Erdal Şafak da sadık bir kapıkulu olarak eşlik ediyor...
Kürtlerin işi gücü yok Türk devletinin şu ya da bu kanadına entegre olan veya içinde ısınan kalem ve kelamcı esirlerin gönlünü hoş tutsun. Erdal Şafak'ın 'üşüyen kanı', bu yalan sıkışmasıyla ısındı mı bilmiyorum ama Genel Yayın Yönetmeni'nin muhakeme gücü ve ferasetine örnek olsun; manşetlerinin isabeti anlaşılsın diye, Hakkari yolculuğundan sonra yazdığından bir alantı yapayım: "Helikopterlerin indiği bahçe ile valiliğin arası bir kilometre ya var ya yok. Yol boyunca çevreyi seyrettim.
Bomboş caddeler, sokaklar...
Evlerin sıkı sıkıya örtülü perdeleri...
Perdelerin arkasında ne bir insan, ne bir gölge...
Benzin istasyonundan fırınına, bakkalından kasabına kadar hepsi ama hepsi kapalı dükkânlar. Ya da kapatılmış kepenkler. Erdoğan'ın vurgusuyla "Kapattırılmış" kepenkler.
Yine yollarda, sokaklarda ne bir otomobil, ne bir otobüs, ne bir kamyon. Kapatılmış kontaklar. Yine Erdoğan'ın düzeltmesiyle "Kapattırılmış" kontaklar.
Tam bir hayalet şehir.
Güvenlik görevlilerine sordum: "Nerede bu insanlar?"
Cevaplarını duyunca kanımın üşüdüğünü hissettim: "Gece zorla evlerinden çıkarılıp götürüldüler."
PKK'lılar ve onların siyasi uzantıları koca kenti boşaltmışlardı..."
Türk medya leşkerleri, kapıkulları, devşirmeler, ekilmiş tarlalar ve simsarların tümü, iktidarın aurasında akıl tutulması yaşıyor. Yaşasınlar ama hakları gaspedilen bu mazlum milletin yakasından ellerini çeksinler...

27 Mayıs 2011 Cuma

Oy gaspına dikkat!..

600 yıllık imparatorluğun ve üzerine çullandığı gelenekle bereketlendirerek Cumhuriyet dönemine emanet ettiği kumpas, hile ve namertliğin, Kemalist kadrolarca rafine halinin ardından, neo Kemalizm'in postmodern türevleriyle karşı karşıyayız... 
Kemalizmin hep yedeğinde tutarak zihniyet genleriyle oynadığı; iğdiş ederek gelecek tasavvurunu, algı menzilini ve amaç bütünlüğünü kötürümleştirdiği 'Türk sağı'nın, tıpkı senkronize vaziyetteki 'sol' ikizi gibi daha kesif bir mecradan dişlerini gıcırdattığını görüyoruz. Unutmayalım ki, ne Teşkilat-ı Mahsusa ne de İttihat ve Terakki, homojen değildi; sonrasında farklı gibi görünen sürüsüne lanet yapılanmaların tümünün anavatanıydı. Üstelik seceredeki anıların tazeliğiyle hemhaldiler...
Bu kirli mirasın, kan, kin, karşıtlık üzerinden obezleştiği kadar; adalet, ahlak ve hak evreninden uzaklaştığı, bizlerin sınırlı/küçük ömürlerinin bile tanıklığıyla sabittir. İki hafta sonra yapılacak seçimler öncesinde sergilediği oyunun figürlerine, sahne efektlerine, seçilmiş sözler ve giydirilmiş fon melodilerine bakıldığında, akli melekelerden firarın iştihanı anlamamak mümkün değil. Bunun için de yüzde 10 seçim barajıyla yapılan aleni hırsızlığın, 12 Haziran'da hem zorbaca hem de soft-ware kibarlığıyla yapılamayacağının garantisi yok...
1999 seçimlerinin ardından Ağrı İl Özel İdaresi'nde Vali Lütfi Yeğenoğlu'nun başkanlığında toplanan İl Genel Meclisi üyeleri(daimi) toplantısında MHP'li üye, neden Ağrı Belediyesi'nin HADEP tarafından kazanılmasına seyirci kalındığından şikayetçi oluyor. Bunun üzerine Vali Yeğenoğlu, "Kemal Bey,  Diyadin'de HADEP ile ikinci parti arasında oy farkı azdı, müdahale ettik ve HADEP'e vermedik ama Ağrı merkezde inanın fark çoktu, bunu değiştiremezdik" diye cevap veriyordu. Bu örnekler, Diyadin'den Mersin'e kadar uzatılabilir; hem seçim bölgesi hem de kesintisiz dönemler olarak. Seçim öncesi ve sırasında devlet birimlerinin zor aygıtlarıya müdahil olmaları da eksik değil...
Bugün hem aktörler daha becerikli hem de aygıtlar daha münasip. Türk Emniyeti, Başbakan'ın milliyetçilik ve bayrak üzerine yürütüğü seçim kampanyasına paralel olarak Türk kamuoyunu yönlendirmek, milliyetçiliği zinde tutup AKP etrafından kenetlemek ve PKK ile BDP'yi barış istemeyen öcüler olarak pazarlamak için taktik operasyonlar yürütüyor. Son zamanlarda suikast senaryoları, işbirliği iftiraları, açık terörizm ve nokta katliamlarla yetinmeyen Türk Hükümeti/devleti, Blok adaylarının Kürt halkının yanı sıra Türkiye halkından da gördükleri sempati ve aldıkları desteği engellemek için masum insanları kıymaya kalkışacak kadar gözüdönmüşlük içindedir...
Askerini, polisini, paramiliter güçlerini yığıyor; psikolojik savaşın en pespaye çeşidinden en sureti haktan görünenine kadar tenezzül etmekte beis görmüyor. Devletin bütün olanaklarını kullanıyor, yargı ve yürütme sorumsuzluğunu, medyasının en görgüsüz oburluğuyla besleyip kusturuyor... Bu topyekun patalojik marazın küçük bir köydeki oy sandığından Yüksek Seçim Kurulu'nun duyuru saniyesine kadar korsanlık yapamayacağı bir güzergah yok...
Son değişikliklerle sandık alanı ve çevresi ayrımına gidildi. Sandık çevresi, kurulun görev yaptığı yer, merkez olmak üzere 15 metre yarıçaplı çevre; alanı ise 100 metre yarıçaplı olarak tanımlandı. Bu bölgelerde görevlendirilecek devlet güçlerinin listeleri ilçe seçim kurullarına önceden bildirilerek, sandık alanında sandık çevresinde bulunma hakkına sahip kimseler ile seçimin 'güvenliğini sağlamakla' görevli devlet güçlerinden başka kimse bulunamayacağı hükmü doğrultusunda işlem yapılıyor/yapılacak. Bu devlet güçlerinin ilçe seçim kurulu başkanı tarafından verilen belgeyle görevli oldukları sandıkta oy kullanabilecekleri düzenlendi... 
İçişleri Bakanı, bölgesel toplantılar yaptı; ilçe ve il seçim kurulları ile sandık görevlilerinin belirlenmesi, mülki amirlerin seçim sürecine aktif katılımı ve özellikle Emniyet-Jandarma güçlerinin konumlanması, müdahale kabiliyeti programlandı... Emniyet Genel Müdürlüğü ile Jandarma Genel Komutanlığı’nda  Seçim Harekat Merkezleri oluşturuldu, Bakanlık Afet ve Acil Durum Yönetim Merkezi hazırlandı... 
Üçüncü Blok'un bağımsız adaylarının sandık kurullarında temsilci bulundurma hakları yok, müşahitleri olabilir ama geçmişte bazı yerlerde olduğu gibi müşahitlerinin 11 Haziran akşamından itibaren nezarethanelerde 'ağırlanmayacağı'nın garantisi yok. Köy sandığından, ilçe seçim kuruluna, oradan il seçim kuruluna kadar dar ve taraftar bir güvenlik/bürokratik koridordan Yüksek Seçim Kurulu'na siber yolculuğa çıkan ve ardından digital hesaplamayla deklare mikrofonuna rakam olarak yansıyacak oylar, şaşırtıcı olabilir... 
Tecrübeyle sabittir ki, devlet ağlarında gaspedilen oyları çekip çıkarmak için sınırlı saatler var, üstelik çok zor. Günü aşan itirazlardan diğer adaylar olumlu neticeler alabilir ama BDP'nin de desteklediği Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku'nun bu hakkı mahfuz değildir...
Yüksek Seçim Kurulu, il ve ilçe seçim kurulları başkan, asıl ve yedek üyeleri görevlerine başlamadan önce, kurul önünde birer birer şöyle and içerler: Hiçbir tesir altında kalmaksızın, hiç kimseden korkmadan, seçim sonuçlarının tam ve doğru olarak belirmesi için görevimi kanuna göre, dosdoğru yapacağıma, namusum, vicdanım ve bütün mukaddesatım üzerine and içerim... 18 Nisan'daki tasnif ve kısa sürede revize kararında kılıf zorluğu çekmeyen Yüksek Seçim Kurulu dikkate alındığında; namus, vicdan ve mukaddesatın ayarı hakkında minik bir fikrimiz mevcut... 
Devletin bütün uzuvlarının seferberlik halinin yanında dizilen ve sübvansiyonla şişirilen kadroların, ahlak ve vicdan siperleri zayıftır. İnsani bütünlüklerinde açılan gediklerden sızan agresif saldırganlık, iktidar taasubu ve yitirme korkusuyla çılgınca saydırıyor. Dolayısıyla 3. Blok'un bütün bileşenleri ve kadrolarının dikkatli, hızlı ve mobilize olarak sandıklara ve oylara sahip çıkmaları, yedekli çalışmaları; halklarımızın geleceğine konulmak istenen gayrimeşru ipoteğe fırsat vermemeleri gerekiyor... 

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Sultan'ın doktoru Deyndar!..

“Ey Kürtler! Kürtlüğü lekelememek için tımarhaneyi bile kabul ettim ama padişahın isteğini, maaşı ve sultanın nişanını kabul etmedim” 
Bediüzzaman Saîdê Kurdî (İçtimai Dersler s.35)

Türk Sultan'ın bugün Şırnak'ta olması bekleniyor. Şırnak'a stratejik önem atfettiği için eski bir personelini birinci sıradan aday atadı: Dr. Mehmet Emin Dindar... Emin Dindar, Risale-i Nur külliyatının içinde kaybedilen ve kendisini bulması engellenen; hekim-tüccar-siyasetçi vasıflarını bir arada tutmaya çalışırken şarlatanlık ile lafazanlığın koalisyonundan muzdarip zihinsel parçalanmışlığını, arsız bir pişkinliğin içine boca ederek, hoşgörü tabletleri görünümüyle Şırnak'a taşıdı. Rahmetli babası Seyyid Selman Dindar'ın mütedeyyin mirasını Milli Görüş ve Fethullah Gülen tahrifatçılığında yaralayan Dr. Dindar, ekonomik mirasına da zerkettiği zenginlik hırsıyla necaset ekledi... 
Erdoğan'ın belediye başkanlığı döneminde Büyükşehir Belediyesi'nin sağlık biriminin yanı sıra danışmanlığından da istifade edilen Dr. Dindar, aynı anlayışın sendika ve sivil toplum faaliyetlerinde de bulundu. Ticaret ve kariyer planlamasını İstanbul'da yapan Dr. Dindar'ın siyaset sahnesi ise Cizre ve şimdi Şırnak oldu...
TRT-6'in Seda Sayan'ı diye Türk medyasının ilgisiyle başı dönen bir şarkıcının sabah programlarının 'kadrolu' doktorluğunu da yürüten Dr. Dindar, tekno müzik eşliğinde rugan iskarpinler üzerine monte edilmiş Kürt giysileriyle bitkisel ilaçların mucizesini anlatıyordu. Abant Platformu'nun Hewlêr katılımcılığıyla artık yeni döneme uygun bir mucize olduğuna inanan Dr. Dindar'a AKP adaylığı yolu da açıldı... 
Tamam, onun lakabı uzun süredir Şırnak'tan aldığını İstanbul'da işlettiği için 'Deyndar(borçlu)'dı...
Tamam, mesela Çemê Şemo'dan (Kasrik/Davut) dövizci Çobanlar'ın yüzbinlerce dolarını ödememek için onların karşısına İstanbul polisini çıkarmıştı. Zaman alsa da mülkiyet bedeliyle tahsilat kapanmıştı...
Tamam, kardeşleri Mehmet Dindar, Cizre-Nusaybin karayolunda öldürüldü; Cizre Ulu Camii İmam-Hatibi İhsan Dindar evlerinde çıkan bir yangın sonrasında yaşamını yitirdi; Diyarbakır Cezaevi'nde yaşadıklarıyla bilinen Selim Dindar ise İstanbul'daki Cizreliler Derneği'ne yapılan saldırıda katledildi. Üç ölüm de şüpheliydi ve Dr. Deyndar'ın vakti yoktu fail ve faillerin cezasız kalmamasına...
Tamam, Şırnak'ın Kürtler için önemi büyüktü ve şu anda Diyarbakır Cezaevi'nde rehin tutulan Selma Irmak ile Faysal Sarıyıldız da Kürt muhalefetinin Şırnak adaylarıydı...
Tamam, AKP'nin listesinde Alihanların tarihi ihanet damarını sahiplenen; kan ve kömürle beslenen; soyadlarından dolayı 90'ların sonuna kadar resmi beyanlarında soylarına da takla attıran paramiliter ağın sadık silahşorlarından Mehmet Tatar (Dr. Emin Deyndar'ın "saygıdeğer büyüğüm ve ağabeyim" dediği) vardı...
Tamam, dördüncü sıradaki arkadaşı Şırnak'ta Toros Gübre bayiliğini yaptığı halde Rusçaya hakimiyetiyle gurur duyan İbrahim Baykal'dı...
Bütün bunların Dr. Emin Deyndar için önemi yoktu. Dünyada birincilik verdiği iki şeyden birisi olan Recep T. Erdoğan ona el vermiş, Fethullah Gülen ekibi de sırtını sıvazlamıştı. Merak edenler için dünyanın diğer önemli velinimeti ise Dr. Emin Deyndar'ın 'kullananlar hastalanmaz, hastalananlar kullanırsa şifa bulur' diye pazarladığı Algamax Spirulina (http://www.dailymotion.com/video/xhwzfa_enver-baltay-dr-emin-dindar_tech.)

Ne yapacak?

"Çok güzel projelerim var. Bu projelerimin hayata geçirilmesiyle birlikte Şırnak’a çağ atlatacağımı düşünüyorum" mütevaziliğiyle Başbakan'ı aratmayan Dr. Emin Deyndar, dili, yüreği ve beyni arasındaki rabıtanın kontrolünü yitirip sömürgecinin aferinine mazhar olayım rahatlağıyla insani türbülansa uğrayınca Şırnaklılar için "Bu insanların kalbini insanlığımızla fethedeceğiz" diyebiliyor...
Geçenlerde Samanyolu'nda genç bir moderatörün karşısında konuşuyordu. "Hayatı bir siyaset" olarak tanımlayıp kendisini de ilkokuldan itibaren siyasete adadığını gururla anlatarak kıdemine dair şüpheleri savuşturan Dr. Deyndar, arabasına taş atan çocukların varlığından çok şikayetçiydi. Ancak "şefkat" dili ve "hizmet" eliyle medenileştirmenin tamamlanacağını, nankörlüğün hükümsüz kalacağını söylüyordu. "Çocuklara oyun alanı yapmamışız, deşarj olmak istiyorlar ve bu çocuklar aman bir taş atayım, bir arabanın bir dükkanın camını kırayım diyor. Kötüler de bunu kullanıyor. Ordaki güvenlik güçlerine saygılarımı sunuyorum; annelerini ve babalarını çağırıp nasihat etsinler" diyen Dr. Deyndar, kendisinin önayak olduğunu müjdeliyordu: "Ben yanımda bir psikolog da getirdim, Cizre'ye gidip ailelerle konuşacağız..."
Dr. Deyndar'a göre Şırnak kendisini bağrına basmış, öyle ki; "sevgi selinden nerdeyse boğulacaktım..." diyor ama "orada zavallı ve aldatılmış bir kitle" ile sorunları var. Yine de Faysal Sarıyıldız ve Selma Irmak'ın oylarına sahip çıkacağı büyüklüğünü esirgemiyordu... 
Kanal 7'de katıldığı bir programda ise "Sayın başbakanıma saygılarımı sunuyorum, Şırnak'a çok şey yapıyor, yapacak. Daha ne olsun?" kıvamında ilerlerken, birden ağlamaklı bir ses tonuyla teatral gücünü konuşturuyor, çocukların gazabının yanı sıra tehditler aldığını iddia ediyordu...

Tehdit ve dilekçe 

Dr. Deyndar'ın teatral gösterisinin perde arkasında, 2 Mayıs'ta Şırnak Emniyet Müdürlüğü'ne verdiği dilekçenin Şırnak'ta yarattığı rahatsızlık vardı. Sonra içeriğini inkar etse de Dr. Deyndar, "AKP adayı olarak, gerek kendi konumum gerekse bölgenin terör bölgesi olmasından dolayı güvenliğimin sağlanması hususunu, bilgilerinize arz ederim" diyerek, korumayla gezmeye başlıyordu. Emniyet'in ve ağabeyi Mehmet Tatar'ın gizli koruma kıyağı da cabası...

Yas ve tehdit

BDP'liler, Botan halkı ile birlikte sınır hattındaki dağlarda insan bedeni toplarken, evlatlarının yasını tutarken Dr. Deyndar, Şırnak Tabipler Odası Başkanı ve Cizre Devlet Hastanesi Başhekim Yardımcısı İsmail Vesek'i Cizre Devlet Hastanesi'nde tehdit ediyordu. "Cizre'de kapalı olan esnafların kepenklerini açtıracağım. Açık olanları da koruyacağım" böğürmesine itiraz eden D. Vesek'e haddini bildireceğini duyuruyordu.

Şeref meselesi

Dr. Deyndar, "Benim şerefim partiler üstündedir. İnsan şerefine dikkat etsin" gibi afilli bir cümle kurup; "Oy şereftir, oy namustur, oy haysiyettir" gerçekliğinin farkında olup; "Devletim için hizmet yapmak benim için bir şereftir" bataklığında debelenen yeni işbirlikçiliğin, Kürtlerin hayati dönemlerinde bağırlarına acımasız sorti yapma küstahlığını geçici bir maraz sanıyor...

Şırnak bu badireyi de atlatır

Şırnak, 30 yıldır Türk devletinin bütün kumpaslarına; silahlı ve özel savaşın tüm yöntemlerine karşı dağlarda ve yerleşim yerlerinde direniş gösteriyor. Türk Sultan'ın ziyaret edeceği Şırnak'ta, aralarında belediye başkanlarının da bulunduğu onlarca siyasetçi cezaevlerinde. Cizre Belediye Başkanı Aydın Budak, kent tarihine ve insanına yakışır bir belediyecilik yapıyordu, askeri işgalcilerin su gaspına rest çekebiliyordu. Yolsuzluk, ihaleye fesat, hizmette ayırımcılık veya suistimal yapmamıştı. O ve arkadaşları, Dr. Deyndar'ın 'Dindar'lığına reva gördüğü gibi şerefini devletin hizmetine sunmadıklarından hala rehinler. Şırnak coğrafyasındaki askeri işgal yetmiyormuş, ölüm tarlaları yokmuş gibi boca edilen barajların askeri ve demografik amacı perdelenirken, Türk Sultan'ın gelişi öncesi toprağa düşen canların sevinci mi paylaşılacak Şırnak Meydanı'nda?.. 
Şırnak halkının, rehin tutulan çocuklarına sahip çıkarak, Türk Sultan'a ve devşirerek sefere gönderdiği personellerine en iyi yanıtı vereceğine, kudurganların ecdat hayallerini kursaklarında bırakacağına inanmamak için Dr. Deyndar kadar 'korucu hekimlik'e teşne olmak gerekiyor...

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Devlet hazırlanıyor!..

Türk devleti, bütün bileşenleriyle birlikte Kürt tarafının alabildiğine minimize ettiği talepleri karşılamaya, bu taleplerin öngördüğü savaşsız alana çekilmeye hazır değil. Büyük umutların bağlandığı seçim sonrası yeni anayasa sürecinin de buna cevaz vermeyeceği, tekçi cinnet hali ve muhalefet alerjisi bombardımanından belli... 
AKP ve TSK uzlaşısının meyveleri hasat edildi/ediliyor/edilecek, Öcalan ile görüşme içeriğinin Kürt halkının ve siyasal örgütlenmesinin hilafına olamayacak noktaları anlaşıldı. Gerçekliğin ağır bastığı ama kuşku potansiyeli barındıran flu bir vaatler tablosu dahi yok. Her şey gayet berrak. Tek çekim dışı alan; İmralı'daki görüşmenin niteliği ve kayıtları. İyimser bir yorumla Türk kamuoyunu 13 Haziran'a şoksuz taşımanın gayretleri var, denilebilir. Ancak mevcut fatura, bunu aşacak kabarıklıkta...
Kürt muhalefetinin eylemsizlik süreci ve Öcalan ile görüşmeler başladığından beri devletin bir tane somut, kayda değer adımı yok. Tek bir kanser hastasına veya 85 yaşındaki yüzde 70 fonksiyonsuz bedene sahip tutsağa bile hukukun gülen yüzü gösterilmedi, Kürt toplumunun vicdanı büyük bir iştahla kanartıldı... 
Legal alana önce bir usta tırpancı gibi dalındı ve fonksiyonel, mobil kapasitesi olan bütün yetkin kadrolar toplandı. Şimdi ise kimi zaman acemi ve yorulmak bilmeyen birinin yönetimindeki biçerdöver gibi, kimi zaman tek alanda patinaj yapan dev bir tekerlek gibi; gözaltı, tutuklama ve şiddeti yaygınlaştırma almış başını gidiyor. Hem Kürt muhalefetinin çelik çekirdeği kitlenin umudunu kırmak, izole etmek, moral değerleriyle oynamak hem de çemberin diğer halkalarına olabildiğince ölümcül bir seçenek göstererek, nötralizeye zorlamak, itiraz halkasına girmesini engellemek, verilenle yetinilmesini sağlamak istiyor...
Cezaevleri dolu, gaz stokları bitti ama 'örtülü' dolum devrede, militer güç takviyesi yapılıyor, askerler kendi başarı matrikslerinde fink atıyor, polis kafasına takılan kamera ve ses düzenekli kasktan memnun. Sistem, zulmün obur marifetiyle hazırladığı ulusal birlik çimentosunu Kürt'ün kanıyla karmaya devam ediyor...
Devlet bir süredir seçim sonrası için reorganize oluyor. Bütün güçlerini sınıyor. Bir gecede 24 çadıra operasyon yapıp dağıtmak, aynı anda bir çok kentte gösterileri dizginlemek, onlarca merkezde eşzamanlı baskınlar yapmak, bazen bölgesel gözaltılarla lokal anesteziye kalkışmak, yargı marifetiyle şantaj hücrelerinde bekletmek...
Askeri olarak; rehavet değil alabildiğince alan tutmak, gerillanın manevra, hareket kabiliyetini felç etmek, belirli noktalara hapsetmek ve ilk fırsatta sert vurmak. Karayılan, üç defa ve sonuncusunda (25 Nisan) şu cümlelerle devlete ve hükümete seslendi: "Çukurca ve Uludere'deki komutanlığın savaş kışkırtıcılığı durdurulmalıdır. Durdurulmazsa ne olur? Süreç bozulabilir ve kimse bunun için bir teminat veremez. Sen her gün saldırı yapar ve insan öldürürsen karşıdaki insan da sonuna kadar sabır gösterecek değildir. Her şeyin bir yolu-yordamı ve sınırı vardır. Bu açıdan ben hem devlet ve hükümet yetkililerini uyarıyorum ve hem de tüm demokrasi güçlerini bu konuda duyarlı olmaya çağırıyorum."
Adı ve bölgesi verilerek yapılan bu uyarılara rağmen devletin/hükümetin yanıtı ne oldu? Bu alanda 12 Kürt gencinin öldürüldüğünü Genelkurmay aracılığıyla duyurmak... Bu kanlı mesajın da, iki yönü var. Birincisi; artık dağın devreden çıkarılmasının kabul ettirilmesi. İkincisi; Kürtlerin en vurucu ve kontrol edilemez gücünü öldürmekle yetinmeyip, aşağılayarak özgüven kaynağının sistem dışı damarlarının kesilmesi... 
Böylece devlet, 15 Haziran'a kadar atmayacağı adımlardan emin olduğu kadar, karşılaşabileceği itirazın bütün türevlerini bertaraf etmenin hazırlığını yapıyor. Türk devleti için kayıtdışı görüşmeler üzerine bir kahkaha atmak çok kolay. Kürt tarafının ise böyle bir lüksü yok. Kürt toplumu, insan soyunun karşılaşabileceği bütün travmaların toplamından muzdariptir, Kürt siyasetinin bilerek ve isteyerek yeni bir travma yaşatmasına tahammül edemez. Bu halkın en fedakar ve yurtsever kesimi, yetki verdiği, sorumlu kıldığı karar mercilerinin kolektif aklına güveniyor. Güvenmekle kalmıyor, YSK kararında olduğu gibi doğru bir hatta ilerlemesini sağlıyor... 
Türk Başbakan, Kürt sorunu macerasının yeni bölümlerini seçim mitinglerinde sunup KCK ve Ergenekon davalarının birleştirileceğini ima ederek, iddianamelere dikkat çekip yeni bir şantajın ucunu gösterirken Yardımcısı Bülent Arınç, "İlk planda 10 bin daha sonra yine 10 bin asker yetiştirerek, bu bölgeye sevk edeceğiz. Attığı zaman vuran, avcı olan birlikler. Bir taraftan polis sevk ediyoruz. İstihbaratı güçlendiriyoruz. Biz onların hakkından daha çok geleceğiz..." müjdesini Türk seçmenine veriyor. Artık şu cümleleri kurabilen Bülent Arınç'ı ve 1 Haziran'da gelip önemli açıklamalar yapacak dediği Türk Başbakanı'nı kurtarıcı diye pazarlamak ayıptır... 
Bir halkın, sadece bu küçük gezegenin doğal bir üyesi ve doğal haklarına sahip olarak yaşamaya dair ödediği bedelin ağırlığı altında, en çok onun umudu ve beklentilerini suistimal edenler kalacak. Türk devleti gözükara bir eforla dönüşü ağır bir yolda depara hazırlanıyor. Yazık oluyor...
Kürt legal siyaseti, "kopuş", "sınırların değişmesi tehlikesi", "dizginleyemiyoruz", "derin devlet" ve "provokasyon" uyarı, hayıflanma ve tespitler eşliğinde Diyarbakır'da dahi çadır kurdurmamayı sineye çekebiliyor. Yazık oluyor...
Kuzey Kürtlerinin büyük çoğunluğu 3 günlük yasın adabına uygun bir hali idrak ederken, yeni işbirlikçiliğin badem bıyıkları altından sırıtarak AKP seçim bürolarından müziğin volümüne yüklenmeleri ayıp, günah ve suçtur. Kürt siyasetinin, Adalet Divanı kararlarını beklemeye almasının da bir hikmeti vardır. Yazık olmasın...

26 Nisan 2011 Salı

Sultan çadıra çarptı!..

Kamu(Devlet için devlet), Güvenlik ve Tehdit... Türk devleti; korunma yetilerini, zihinsel paradigmasını, kriz kabiliyetini, çözümsüzlük hazını, bu üç kavramdan alıyor. Üç kavram, tek başlarına birçok mahareti sergiledikleri gibi troyka olarak kırmayacakları kapı, öldürmeyecekleri canlı, yıkmayacakları mekan yoktur...
Kemalizmin, terbiye edilmiş Milli Görüş ve tahrif edilmiş Risale-i Nur semirenlerinden oluşan koalisyonda yaşayan yeni hali de bu teslis sayesinde hükmetmenin keyfini çıkarıyor. Keyfin, zor aygıtlarıyla sürdürülmesi; Bismil'de İbrahim Oruç'un canına mal olur, yüzlerce kişinin yaralanmasına yol açar. Bir yandan dağa nokta operasyonlar yapar, diğer yandan kışlasındaki Kürt'ün bile ensesine sıkıp, 'intihar etti' diye cenazesini gönderir... 
Türk devleti huzursuz, rahatsız, tedirgin. Üç aydır, çevirdiği bütün numaralar, hileler teşhir edildi, kitlesel yanıt aldı. Üstelik bir süredir de oyun kuramadan sürprizlerle karşılaşıyor ve en iyi bildiği yönteme kısa sürede sarılıyor. Çözüm üretemeyince 9 kusurlu hareketin 9'unu boca ediyor, bununla yetinmiyor sahayı kapatmaya kalkışıyor. Seçime iki ay var; YSK kararını geri alınca sindirim zorluğu çekiyor. Silahlı güçlerini sokağa saldı; öldürdü, yaraladı, gözaltına aldı, tutukladı, mesela Hakkari'de neredeyse çalışan BDP kadrosu bırakmadı... 
Yeni dönemin medya amiralı Ekrem Dumanlı, Polis Akademisi senaryoları eşliğinde, Kürtleri vandalizmle suçlayan yazısını evlerin kapılarına bırakmaya gönderirken, polis de aynı gece eşzamanlı olarak 24 çadırı 'bertaraf' etti. Bu, büyük çaresizliğin operasyonudur. 'Kardeş Esad'ın kalesi sarsılırken; titreyen Ankara'nın diz bağlarının, Kürtlerin çadırlarına çarpmasıdır. Çözüm üretemeyen; çözüm önerilerini, temeline dinamit addeden devlet, saldırganlaşmaktan başka ne yapabilir?..
24 çadırdan bir tanesi için açıklama yapıldı. Bu açıklama da devletin resmi haber ajansı AA üzerinden servis edildi. Çadırda 'molotofkokteyli' bile bulunmuş. Molotof, necip Türk milletinin 'şiddet karşıtı' duyarlılığını kaşımak için araya alınmış. Necip milletin fertlerinin bir gecede eşzamanlı 24 çadırın basılmasının merkezi karar ve gerekçesinin hakaniyetini sorgulamayacağından, sunduklarının pürüzsüz güzergahından eminler... 
Eğer çadırlar, toplumdan izole mekanlarda ve sürekli/sınırlı müdavimleri olan ajitasyon sığınakları olsaydı, bu kadar sinirlenmezdi. Aslında beklentisi buydu ama olmadı. Çadırlar, film gösterimlerinden, kuramsal konuların irdelendiği panellere; müzik dinletilerinden toplumsal konulara çözümün tartıştıldığı platformlar oldu. Yorgun bedenlerin atıldığı sohbet odakları yerine sivil itaatsizliğin büyütüldüğü Cuma mekanları oldu. Sosyal ve siyasal tartışmaların meşru pratiklerde sonuç vermesi, Sultan'ın asabını bozdu. MHP ve CHP de henüz istediği kıvamda ve rotada olmayan Sultan, "şık" olmayan Kürt sokağını "süpürmek" istiyor. Halbuki çadırlara gerekçe olan ve yeniden kurulmasına gerekçe olacak 4'ü acil 14 talebe aşinadır.
Önce "Acil talepler"i hatırlatalım:
* Anadilde eğitim hakkı ve iki dilli yaşamın güvence altına alınması,
* Kürt siyasetçilerin derhal serbest bırakılması,
* Yüzde 10 seçim barajının kaldırılması,
* Askeri ve siyasi operasyonların son bulması...
Bunlar mümkündü ama statükocu diye oynadığı CHP bile buyur ettiği halde bırakın adım atmayı, bu yönde bir irade beyanında dahi bulunmadı... 
Geriye kalan ve kısa vade beklentisi şerhi konulmayan talepleri hatırlatalım:
* Kürt kimliğini de tanıyan demokratik bir anayasanın hazırlanması,
* Türkiye genelinde merkezi yönetimin yetkilerini sınırlayan yerinde yönetim sistemi'nin geliştirilmesi, 
* Kürt halkına öz yönetim hakkının verilmesi,
* Kürt kültürü önündeki tüm engellerin kaldırılması, 
* Kürdistan'da konuşlandırılan özel savaş birimlerinin geri çekilmesi,
*İstisnasız tüm siyasi hükümlü ve tutukluların serbest bırakılması, 
* Tüm etnik topluluk ve inançların özgürlüklerinin anayasal güvenceye alınması,
* Adalet ve Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulması, 
* Köyleri yakılıp-yıkılan yurttaşların geri dönüşünün sağlanması,
* Ekonomik dengesizliğin, yoksulluğun ve işsizliğin aşılması için ayrımcı politikalara son verilmesi, yatırımlarda öncelik tanınması. 
Bu taleplerin hangisi herhangi bir Türk bireyini rahatsız edip Gayri Safi Milli Hasıla'dan payına düşeni azaltır veya milli duygularını rencide eder. En ırkçı Türk bile bu taleplerin ardından bütün hamasetine, büyüklük kibrine, ilim ukalalığına Sümerlerden Azteklere kadar devam edebilir. Bu talepler, en ırkçı Türk vatandaşının bile çocuklarının barış içinde zenginlik geleceklerinin teminatıdır...
Sultan'ın meşrebi, Kürtler üzerindeki bütün kirli oyun ve saldırılara cevaz verecek referansa sahip. Fakat yine de barıştan kaçışı karşısında anımsatmakta yarar var. Sokaklara saldığın silahlı güçlerinle pervasızlıkta zirveye koşarsan, yarın Kocatepe'deki merasimde yanında devlet erkanı bulmakta da zorlanırsın. Çadır devletini muhafaza için bugün 24 çadırı yıkarsın ama yine kurulur. 2023 rüyasına daldığın çadır devletinin enkazı ise epey ağır olur...

19 Nisan 2011 Salı

YSK görevini yaptı!..

Son MGK kararları ve izdüşümleri, partilerin aday listeleri ve yeni dönem vizyonlarının Kürt meselesinin çözümü için öngördüğü çerçeve, cari anayasanın temel mantığının muhafazasını vaat ediyor... 
Başbakan Erdoğan, aday tanıtım toplantısında Kürt sorunu konusundaki son kararını verip "Kürt meselesi yoktur" diyor. 19 Nisan'da 'KCK davası'nın görüleceği biliniyor ve bunun için yapılmak istenen mitinge Diyarbakır Valiliği bir gün öncesinden yasak getiriyor. Yasak kararının akşamı da YSK kararı açıklanıyor...
Kürtlerle ilgili kararların üretimi ve patenti devletin kolektif aklına aittir. Üretim ve patent verme sürecinde olduğu gibi başka alanlardaki güç konuşlanışında minik sürtüşmeler yaşansa da, Kürt meselesi gibi temel bir meselede homojendir. Her kadro değişiminde yaşadığı kısa süreli marazları da bertaraf etme kabiliyetini kendi içinde geliştirir. Tek bir plan üzerinden yol almaz, alternatifli ilerler. Kürtlerin karşısındaki güç; YSK, AKP veya TSK değil, bunların birer organı olduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti'dir... 
Devlet, yeni Meclis için bir tasnif yapıyor. Güçlü ekonomi, güçlü ordu ve istikrar üçlüsünün eşlik ettiği egemenliğin rahat yol alması için Kürt meselesini kendi itikadınca çözmek istiyor. Yeni Anayasa ve siyasal temsiliyet bunun için önemli. Burada kontrolsüz bir gücün oluşmasının, gerçek muhalefetinden ürküyor. Tasnifini ince eleyip sık dokuyarak yapıyor. Hem legal Kürt siyasetinin simge isimlerine bariyer koyuyor hem de Dr. Reşit Galip'in 20'li yıllarda Atatürk'e sunduğu Akdeniz bölgesinin demografik yapısıyla ilgili kaygısının, 90'larda dirilen ve 2000'lerde tavan yapan "duyarlılığına" sahip çıkıyor. Öyle bir ince işçilik yapılıyor ki; BDP'nin motive edici isimlerle güçlü bir gruba sahip olması engellenip Kürt tarafının çok önemsediği Üçüncü Blok'un önemli bir aktörünün düşürülmesi isteniyor. Silahlı savaş sürecindeki "kontrol edilebilir/kabul edilebilir düzeyde terör" konseptini siyasal alana tatbik ediyor. Riskli olduğunu bildiği halde YSK kararını rahat bir şekilde tedavüle sokmasının nedeni, DTP'nin kapatılması sonrası Meclis'i terketmeme ve barış iradesidir... 
Türk devleti, BDP'den boykot veya çekilme beklemiyor. Seleksiyonunu kabul ettirirse ne ala, ettirmezse revize edecek. Kararı, AKP'nin de artık önemli bir bileşeni olduğu devlet ve Kürt politikasından ayırmak, tepkiyi sadece YSK'ya yönlendirmek yanlış. Kürt muhalefeti, geçmiş ve bugünün doğru değerlendirmesiyle geleceğe sağlıklı projeksiyon tutar ve mevcut haklı infiali iyi yönetirse, aslında kendisinin de beklemediği bu krizi önemli bir eşik yapabilir...
Devletin her hamlesine karşı gösterilecek refleks de artık BDP'nin tek başına üstleneceği boyutta değil. Kürt tarafı ve ittifaklarının ortak refleksi, bu hamleyi boşa çıkaracak ve tavizsiz atlatacak bütün araçlara sahiptir. Türk Hükümeti ve Başbakanı dün akşama kadar sessiz kalmayı ve silahlı güçlerini sokaklara salmayı tercih etti. Konuşabilen sözcüleri de yargı ve istikrar tanrılarına secde ettiler...
Sınırsız ve sorumsuz şiddetinin birebir muhatapları ile dünyadan bihaber olmayan yeni kuşağın öfkesini gözardı eden devlet, planlarının üstten uzlaşmayla sirayet edeceğini düşünmesin. Toplumsal itiraz, bazen balans ayarlarını tutmayabileceği gibi yerinde kontrol mekanizmalarını da aşabilir...
Devlet, YSK kararı öncesi Kürt iradesinin önüne diktiği anayasal ve yasal bariyerlerle; göstermelik demokrasisinin şeffaf olmayan sahnesindeki oyununa şükretmeliydi...

15 Nisan 2011 Cuma

Erdoğan'ın pompalı lümpeni!..

Referandum sürecinde 'sivil toplum' adına sık sık ekranlarda, gazete sayfalarında boy gösteren spor kıyafetli Cuma İçten, bir süre sonra aynı platformlarda bu kez silah sektörünün yılmaz savunucusu olarak takım elbiseler içinde göründü. Aslında o hem tefecilik yapıp hem de camiye gitmekte beis görmeyen riyakarlığın, el bebek-gül bebek büyüyen ABD'lere kadar adam olması için gönderilen ama Türk-İslamcı bir cemaatin şablonundan defolarla çıkan mirasçısı... Henüz 38 yaşında ama Türkiye'nin en büyük silah baronlarından. Üstelik, bol sertifikalı, çok gezen, Hocaefendi ile Başbakan arasındaki sevgisinin rekabetiyle helak olan, ahkamını yazıyla bile kesebilen biri...
Araya serpiştirilen "Teyyo mêre/erkektir" toyluğundaki Kurdoturk lümpenliği ve Türk-İslam kuluçkasından hür teşebbüs agresifliğiyle piyasaya salınan güvenlik çemberindeki maklube iştirakçilerinin prototiplerinden. AKP'nin Diyarbakır 5. sıra adayı Cuma İçten. Mehmed Mehdi Eker ve Galip Ensarioğlu'na takviye için 5'inci sıraya, yeni Yıldız Hemşire vakası Oya Eronat'ın hemen üstüne yerleştirilen isim. Silah Üreticileri, Satıcıları ve Sevenleri Derneği (SÜSASD) Başkanı, Gönül Köprüsü Derneği İstanbul Temsilcisi ama Sivil Dayanışma Platformu Diyarbakır Temsilcisi. Bir ayağı İstanbul'da bir ayağı Diyarbakır'da, bir kulağı Fethullah Hoca'da diğer kulağı Başbakan Erdoğan'da olan İçten, pompalı tüfek, kuru sıkı tabanca ve ruhsat meseleleri için Meclis'te ve medyada yoğun mesai yaptı. Tüfek bayiliklerini bin 500'e doğru koşturan İçten, kanlı-bıçaklı olduğu Soner Yalçın ile Kurtlar Vadisi'nde; pornocu yönetmen ile de Tek Türkiye dizilerinde yer aldı. Elbette silah firmasının sponsorluğuyla... 
Aslen Bingöl'ün Genç İlçesi'nden olduğu için ilçenin bir web sayfası adaylık sevincine ortak olup, gelen yorumları da paylaşmış. Fakat hemşehrileri, bir tatsızlıkla karşılaşmış. Asım Salih Gemalmaz adlı yurttaş minik bir şerh düşmüş: "Umarım Cuma bey benimle mahkemelik olduğu ve kaybettiği davanın parasını öder de bu memlekete vekil olur. Borçlu bir vekil ne kadar verimli olur bilemem hadi hayırlısı."
Hadi hayırlısı, diyelim ve Cuma İçten'in oldukça içten yazı ve konuşmaları arasında gezinelim.
Silahı savunurken tüm değerleri kirli bir hamasete bulamaktan imtina etmeyen İçten’in, TBMM İçişleri Komisyonu'nun 9 Aralık 2009 tarihli oturumundaki sunuşu profesyonel maharet örneği. İçten, Türk tarihine olan hakimiyetiyle, Türk kamuoyuna şu sarsıcı hatırlatmayı yapıyor: “Millet olarak silah kültüründen uzaklaştığımız sürece, devlet olarak da silah kültüründen uzaklaşmış oluruz. Kuvay-i Milliye Hareketi ve milli mücadelede yaşadığımız sıkıntılar unutulmamalıdır.”
Silahını satmak için 'asalet'inden kopan ve devlet-millet sevgisiyle bezenen sözleri, necip Türk milletinin unutacağı nitelikte değil: “İngiliz kültüründe silahın vazgeçilmez bir olgu olduğunu, lordların silah ve avcılık kültürüyle özdeş yaşadığını, atalarımız Osmanlı'da da silah kültürünün olduğunu, Amerika'nın baskın yapısının da silah gücüyle olduğunu, silahın milletler ve devletler açısından asla vazgeçilmez bir gerçek olduğunu, devletini ve milletini sevenlerin bilmesi gerektiğine inanıyoruz.”
İçten’in Aralık 2010 tarihinde Akşam Gazetesi’nden Çiğdem Toker’e yaptığı açıklamalardaki yakın tarih bilinci ve gelecek uyarısı ise tamamlayıcı: "Biz terörle mücadele ediyoruz. Ermenistan'la, Suriye'yle Irak'la sıkıntılar, problemler olabilir. Biz Kurtuluş Savaşı yapan bir halkın çocuklarıyız. Dolayısıyla seferberlik ilan edilirse hazır olmalıyız. Yunanistan'la Kardak krizi nedeniyle savaşın eşiğine gelmedik mi?’’
Cuma İçten haksız değil. Az daha savaş çıkıyordu ama bereket versin kendi paralarıyla Tadelle alan SAT komandoları Yunanlıları korkuttu...
Cuma İçten, Fethullah Gülen taraftarlığının verdiği 'edep' ve Başbakan aşkının verdiği siyasi 'cesaret' ile yazılarında bazen gençlerin Cuma ağabeyi rolünde. Bakın, "Adam olmayan hesap soramaz. Adam olmak ise yumurta atmak ile silah ile değil, ilim ile çalışmak ile olur" diyor. Diyor ama kahrolası daha fazla kazanç hırsı onu frenliyor. İşte balataları silen o acı fren: "Millet olarak silah kültüründen uzaklaştıkça devlet olarak da silah kültüründen uzaklaşmış oluruz. Ülkeler ve milletler arasında silahı belinde olanın lafı çok olur."
Bir Kemalizm karşıtıdır, kötülüklerini saymakla bitirmez ve "milletin değerleri" sandalında huşu ile seyreder ama işte Mustafa Kemal Atatürk'ün her derde deva sözleri yok mu, Cuma İçten'in de en sıkıntılı zamanlarında yetişiveriyor. Cuma İçten yol gösteriyor: "Milletinin silahından endişe ve korkuya kapılanlara en doğru sözü ATATÜRK versin: Silahı Olmayan Millet ‘Devlet’ Olamaz.”
Artık hepimiz ikna olmadıysak, devam edelim. Çünkü Cuma İçten, Kürt meselesinin çözümüne de kafa yoruyor. Tasnifleri var; PKK ve BDP ile ilgili görüşleri çok net. Önder Aytaç'ın dahiyane teşhisleriyle Abdulkadir Aygan'ın dönemsel nöbetlerini birleştiriyor. Silahların gerekliliğini ve Türk milleti ile devletinin silahlanmasını teşvik eden Cuma İçten, Kürt kardeşleri için aynı görüşte değil: "Kürt sorunu, sokaklara çıkıp molotofkokteyli atanların, dağlarda eli silah tutanların problemi değildir. Silahlarla kardeşler arasındaki problem asla çözülmez... Birileri silahı bırakmadıkça, birileri hukuku tanımadıkça, asla bu problemler çözülmeyecektir."
Peki nasıl çözülecek, BDP biraz gayret etse diye tekrar Cuma İçten'e başvuralım. Cevabı: "BDP’nin talepleri Kürt halkının çoğunluğunun istediği talepler değildir. Bölgenin yollara, medeni yaşam tarzına, kapital güce ihtiyacı vardır ve bu ihtiyacın karşılanması için bir adım atılmamaktadır."
Yanlış okumadınız. Cuma İçten bizim medeni yaşam tarzı ihtiyacımızı tespit; kapital gücümüzün eksikliğini de teslim etmiş. Daha ne olsun?!
Peki Avrupa bu meselenin bir yerinde duruyor mu? Cuma İçten, güçlü kuşkular eşliğinde rest çekiyor, çünkü Avrupa'nın Türkiye'den kaçanlara sığınma ve iltica hakkı tanımasını yadırgıyor... 
Peki Cuma İçten, DTK'nın Demokratik Özerklik Çalıştayı ve ordaki çözüm mantığına ne diyor? Bunun cevabı da çok net: "Sözde özerklik isteyen bir çalıştay..."
Cuma İçten özgeçmişini (http://cumaicten.com/) nakşettiği uzun listeye, bilgisayarda yazı yazabilmenin haklı gururunu paylaşmış. Yetinmemiş, bir de akademik kariyer dökümünü yapmış: "2004–2007 ABD. NEWPORT INTERNATIONAL Üniversitesi İşletme Bölümü'nden Mezun oldu. 2007–2009 ABD. NEWPORT INTERNATIONAL Üniversitesi Uluslararası Dış Ticaret alanında Yüksek Lisansı'nı yaptı."
Bunların hemen altına da "Halen, Anadolu Üniversitesi Yerel Yönetimler Fakültesinde eğitime devam etmektedir" diye iliştirmiş. Ne kadar fiyakalı bir isim değil mi ABD. NEWPORT INTERNATIONAL Üniversitesi?.. Maalesef 2505 Technology Dr Hayward, CA 94545 adresinde üniversite yok. İnternet üzeri ve Kadıköy bağlantısı ise gerçekten fiyakalı (http://www.newportuni.com/index.php)... Cuma İçten ABD'ye gitmiş ama eğitim için değil, zaten adı geçen kurum da 'dünyanın en yaygın uzaktan eğitim veren üniversitesi' diye övünüyor ama bu övgüyle de talebesi Cuma İçten ile yarışıyor... Keşke özgeçmiş listesindeki Açık Öğretim Fakültesi'nin değerini bilseydi ve "Ayrıca Türkiye sınırları içersinde tüm il ve ilçelerde işim gereği bulundum"un haklı gururuyla yetinseydi...
Hakikaten Mehdi Eker ve Galip Ensarioğlu'nun listesine içten bir kıyak olmuş. Topaç gibi fır dönen yeni simsar namzetinin arkadaşları bile şaşkın. Hey gidi Karagümrük Spor Kulubü günleri hey!..

13 Nisan 2011 Çarşamba

Devlet AKP'yi ele geçirdi!..

1997'de Türk devletinin tehdit algısı değişti; "irtica ve bölücülük" fobileri, "komünizm"i unutturdu. Kürt sorunu, tereddütleri de barındırsa kabullenildi. İki kabullenişin, AB hedefli küresel entegrasyonun olmazları olduğu teslim edildi... Bu, Türk ordusu öncülüğündeki devlet aklının yeni macerasının başangıcıydı. Uluslararası ittifakları ve bölgesel rol ile konuşlanmasının gereği Türk ordusunun, AB ve NATO merkezli dünyadan kopmayacağı aşikardı. Ancak yeni macera, 28 Şubat, PKK'nin kontrpiyede bırakılarak liderinin esir alınması ve ehlileştirilmiş "siyasal İslam" ile küresel şöhretle beslenen "Kemalist sol"a hükmetme yolu açtı. Birincisi, halkın müdahalesiyle ikinciyi geride bırakıp yola devam vizesi aldı. Bu vizeye başlangıç kaşesini vuran sistemi ürkütmeyeceğini, AB ve ekonomik entegrasyon iştahıyla gösterdi...
1 Mart, Türk ordusunun iç muharebesinin ve Anglo-Sakson şamarı yiyeceğinin, bu kez halkın vekilleri eliyle sağlanacağı bir tarih oldu. Tezkere geçmedi; Türk ordusu, öncesi bütün taahhüt ve izleyen planlamalara rağmen büyük partnerini yalnız bıraktı. Üstelik, ABD müdahalesinin kaldırdığı örtünün altındaki Kürt devleti gerçeğiyle yüz yüze geldi. Lideri cezaevinde olan PKK de bütün manevraları savuşturacak bir performans sergileyerek, Kürt devleti fonu eşliğinde Türk ordusunun tehdit antenlerini hareketlendirdi...
Bir yandan ABD'yi, iç kamuoyuna karşı şeytanlaşırıp bunun yaratacağı ıkçı ve anti ABD'ci dalga üzerinde sörf yaparak ikna etmek; diğer yandan "benim neyim eksik" tafrasıyla başındaki çuvalla hüsrana uğamak... İşte bu iki gayretin kontrolsüz ilişkisinin adı 'Ergenekon' oldu. Türk ordusu ve devletinin derin aklının bu tasarımını fazla ciddiye alan asker ve sivil unsurlar, özerk bir ağ gibi hayatın her alanına nüfuz edip Genelkurmay Başkanının mahremiyetine kadar ilerleyince ABD'nin teşvik ve desteğiyle tarihi Dolmabahçe görüşmesi gerçekleşti. 5 Mayıs 2007'de Türk ordusu, yeni partneriyle güven tazeledi. Temel çerçeve; Anayasa'nın değişmesi dahi teklif edilemez maddeleri olunca gerisi teferruat oldu. ABD'nin önemi deklare edildi, Güney'e tarih sınırlamasıyla kusuldu. Böylece Türk ordusu ve taşıyıcı kurmayları işlerinin başına geçerek, kolektif neşterin asıl gücü oldular. Arada sırıtan Gül'ün cumhurbaşanlığı bile mutabakata halel getirmedi ve 17 Haziran'da 'Ergenekon'un adı konuldu. Ergenekon bileşenleri çıldırdı ama devletin kurumları iç pürüzlerini aşa aşa ortak bir çalışmayla hepsinin üstesinden geldi...
PKK ve Kürt meselesinin toplumsal ifadesinin büyümesi ve Meclis'e yansımasını birincil sırada tutan Türk ordusunun, Kürt coğafyasındaki tek partnerinin AKP, ötesinde ise ABD olması dışında şansı yoktu. Taviz ve muhafaza denklemini hassas bir rotada, temizlenmiş kurumsal kimlik ve bölgesel güçlü devlet tezahüratıyla sürdürüyor...
Öcalan ile görüşmeye PKK'nin ekarte gayretinin eşlik etmesi, yeraltı kaynaklarına dikilen göz eşliğinde Güney Kürdistan bayrağı altında 'kardeş' sesleniş, öyle günübirlik projeksiyonların izdüşümü değil. Kuzey Kürtleri ne kadar haklarından mahrum bırakılırsa ve bütünlük içinde tolere edilebilir bir tempoda tutulursa o kadar iyidir. Yanisi şu; Türk devletinin 97'deki duruşunda minik müdahaleler yapılıyor, hatta sadece zorlanıyor...
Devletin kuruluş paradigmasına halel getirilmiyor, kurumsal arınmalar ve idari revizyonlar bu dairenin cevaz verdiği kadar olacak. Dolayısıyla son aylarda siyaset sahnesinde gördüğmüz bütün şok, tuhaflık, gariplik ve hatta iyilik hallerinin arkasındaki kolektif el, yeni devlet aklıdır. CHP'nin lider, kurmay ve söylem değişimi; Saadet Partisi'nin jilet yemesi; merkez sağ birikintilerinin dağılıma mecbur edilmesi; MHP'nin agresif söylem, itidalli eylem, kadrolarını toparlaması; AKP'nin iç dizaynı, lider gücünün tesisi; -şaşırmayın- BDP'ye bile güçleri oranında telkini, Anayasa'nın ilk dört maddesinin muhafazası eşliğinde bölgesinin tek güçlü partneri olma eforudur...
Devletteki bu ortak aklın temel bileşenlerinin, AKP ve Türk ordusu; dolayısıyla ikisinin nüfuz alanındaki bütün organlar olduğunu ihmal eden, küçümseyen ve Kürt muhalefetinin buradaki tarihi direnç noktası olduğu gerçeğini görmek istemeyenler kaybeder... Pale D. Heban'ın dediği gibi; AKP ve CHP'ye oy vermek için gerekçe arayan bazı 'sol-demokrat-Müslüman' tandanslıların harıl harıl listeleri deşmeleri boşuna. İstanbul listesine bakıp umutlandıkları bir isim buluyorlar ama tam üstünde ya bir kart devletçi ya da bir yavru kurt duruyor... AKP, kendi döneminin İçişleri; Emniyet, Terörle Mücadele Yüksek Kurulu ve Kamu Güvenliği Müsteşarlığı'nın her branştaki kadrolarıyla, onların eğitiminden geçen teşkilat kadrolarını, Yasama ve Yürütme'nin disiplini için onaya sunuyor. Üstelik, devletin 30 yılık kara kutuları eşliğinde. İddia edildiği gibi AKP değil, devlet AKP'yi ele geçirdi...
Kürtler ve dostları için önemli olan tarihin bu hayati kesitini alınlarının akıyla geride bırakmak. Türkiye'deki iktidar alternatiflerinden birinin rakipsiz olacak kadar güçlü olması veya aralarında uzlaşma olmasının ceremesini 'üçüncü blok' çekecek. Denge ve çatışmanın, demokratik muhalefete alan açma ve aktif aktör olma olanağı küçümsenmemeli...

12 Nisan 2011 Salı

Simsarlarda nöbet değişimi!..

"BDP'nin 21 milletvekili bölgede fıldır fıldır dolaşırken, siz burada oturdunuz. Size bölgeye gidin dediğimde can güvenliğimiz yoktur diyorsunuz. Aday olurken hiçbiriniz can güvenliğinden bahsetmediniz."
Kimdi bu mazbataların toplanacağı sinyalini son iki günde alanlar? Cevabı da kendileri kadar basit: Daha önce "Benim 75 Kürt kökenli vekilim var. Kürt kardeşlerimi benim partim temsil ediyor" argümanının içindeki rakamda ifadesini bulan zatlar... Sadece bu cümlenin örttüğü manipülasyonun birer neferi olmayı hazmedip enerjilerini, kendi çocuklarının da geleceğini ipotek altında bırakmak istemeyenlere karşı mücadeleye harcayanlar... AKP'nin yazıcısından çıkan metine bakıp doğdukları köyü, kenti; ortadan kaybolan çocukluk arkadaşlarını; varoşlara yığılan dayılarını; yakıldığı için gidemedikleri kuzenlerinin köylerini; sinsi bir manevrayla seyircisi olmayı tercih ettikleri ama bazen de nemalandıkları kirli savaşı anlatmayı yeğlediler... Halbuki, kendilerine ait ya da komşularından ödünç alacakları iki-üç cümle kurabilseydiler durdukları yerin onlara batması gerekirdi. Bunu göze almaktansa, feri sönen gözlerini kaba etlerine gelecek tekmeye diktiler. Kaçınılmaz tekme 'sıranızı savuştunuz, kullanma tarihiniz bitti' cıngılıyla geldi. İşbirlikçi virüsün istendiğinde diriltilebilmesi için de geleceğe dair zihinlerine umut, kazançlarının selameti için birer poliçe ceplerine nakşedildi...
Artık hüzünle, hüsranla, çocuklarının yüzüne mahçubiyetle bakacak kadar şereflerinden yitirmeyenlerin ağızlarından dökülecek pişmanlık ifadelerini aralıklarla duyacağız. Toplumuyla bütün köprüleri atan ve gemileri yakanların da sahte pişkinlik eşliğindeki gönüllü seferberliğine tanık olacağız...
5 yıllık parlamenterliği boyunca kurduğu tek cümle "Sayın Başbakan'ım çok yoruluyorsunuz, dinlenmeniz lazım" diyen de, "Sayın Başbakan bu ülke ve Kürtler için bir lütuf, Allah'ın yadigarı" diyen de yok. Ne Bedir Ağa'nın torunu ne de teklik ulumasından kardeşlik ezgileri anlamamazı isteyen Balkon yetiştirmesi kaldı. Ne "Atom Karınca"sı ne de "Kurt" gibi diaspora avcısının enerjisi yetti. Rızalarının hilafına nöbeti devrettiler...
Kalanlar ise 'Kiler'lerinin üstüne İstanbul'un en yüksek binasını dikmekle gurur duyan Vahit. Amasya'ya savrulan bir aileden olunca unutacağımızı sanan merkezdeki Haluk. Sivas'ın ötesine artık nefesi yetmeyen, ABD'nin yeni özelliğiyle deşifre ettiği Abdülkadir. Hakkari'de sessizce sıyrılmayı bekleyen Abdülmutalip. Ağrı'da Emine Hanım'dan emanet, annesine gözyaşlarıyla bilinen Fatma. Van'da yanık sesiyle meslek yedekleyen Gülşen...
Kısmet olmazsa "benim Kürt kökenli vekilim var" cümlesinin arasına sıkışan yeni rakamın unsurları ise diğerlerine rahmet okutacak cinsten. Bir ucunu kravatlı korucu Mehmet Metiner tutacak, silahlı korucu Mehmet Tatar ve Necip Zeydan destek olacak, diğer ucundan da ekonomik teslimiyetin sembolü Galip Ensarioğlu ve TRT-6'teki daimi konukluğuyla derman olduğu sanılan Mehmet Emin Dindar tutacak...
Araya serpiştirilen "Teyyo mêre/erkektir" toyluğundaki kurdoturk lümpenliği ve Türk-İslam kuluçkasından hür teşebbüs agresifliğiyle piyasaya salınan güvenlik çemberindeki maklube iştirakçilerini geçiyorum... 
Listenin tamamı, yeni işbirlikçiliğin büyük bir krizde olduğunun göstergesidir. Devlet ile dolaysız bağları ve deneyimleri önemsenen Türk siyasetinin yeni simsarlarının işi çok zor. Başbakan'ın resmen uzun vadede şeker yiyebilme potansiyelinden söz ettiği; bekleyin, çalışın yine yiyebilirsiniz, dediği seleflerinin akıbetine baksınlar. Yüzyılların haksızlığıyla mücadele eden mağdur ve mazlum halkın karşısına dikilmenini yonttuğu insani hasletlerin telafisi mümkün olmayabiliyor. Bazen pişmanlık bile toplum vicdanında minik bir yer bulamıyor. Doğrusu, işbirlikçi iliği söküp atmak, devşirmeliğin kahredici utancından kurtulmak, simsarlığın gayri insani bereketine kapılmamaktır...
Unutmayın; yeni Türk devlet aklının iltifatıyla başı dönen Mehmet Metiner'in bulunduğu liste ile aynı aklın intikam için Diyarbakır Zindanı'nda rehin tuttuğu Hatip Dicle'nin bulunduğu liste yarışıyor... 

4 Nisan 2011 Pazartesi

Militarist edepsizlik!..

Orta Asya'dan umudunu kestikten; Orta Anadolu'yu da AKP kaptıktan sonra kır at ve el bileşiminin çaresizliğine tıknaz bir yaya olan Namık Kemal Zeybek, hayatının belki de en doğru, soru formundaki şaşkınlık ve hayıflanma cümlesini kurdu: "Onlar ne zaman itaat etti ki?"
Haklıdır... Kürtler, başta kurucusu ve devamından eshabı tarafından paslı demirden bir kalıba tıkıştırıldıklarını fark ettikleri bu cumhuriyete hiç itaat etmediler. Başından beri düşe kalka itaatsizliğin bütün formlarını denediler. Son 30 yıldır da askeri zora karşı silahlı karşı duruşu kesintisiz sürdürürken, paralelelinde en büyük sivil muhalefet gücünü de geliştirdi. Eğer Şırnak meydanında 19 kişi ölmeyi göze almasaydı, Nusaybinliler panzerin önüne uzanıp 16 canlarını vermeseydi, Cizreliler özel tim dehşetine karşı koymasaydı; kitlesel direnişler bütün bentlere meydan okumasaydı, bugün milyonları uzaktan izleyen Türk büyükleri, yumurta tokuşturmakla yetinmezdi. Newroz'un halk gürzü, devletin çekiç çınlamasını bastırmazdı...
 Kürtler şimdi de insani ve demokratik çözüm umudunu berheva eden taraf olmamak adına itirazlarını, kabulü en kolay talepler etrafında şiddet araçlarını devreye sokmadan dile getiriyorlar. Bu, devam eden sürecin yeni bir etabıdır. Masum ama katı; az ama belirleyici talepleri, sarsıcı ama yıkıcı olmayan bir üslupla toplumsallaştırma, 'hassas Türk kamuoyu'nu ikna etmeyi gözardı etmeden, yerleşik kurallarını zorladıkları devlete anlatmaya çalışıyor... Dövme, tutuklama ve öldürmeye; bastırma, sindirme ve hiçleştirmeye ayarlı bir devletin, şeker-kamçı tutan elleri birbirine dolandı. Yüzlerce insanın tartışma platformu mahiyetindeki çadırları 'hücre evi' gibi basıyor; vekilleri, belediye başkanlarını tartaklıyor, sürüklüyor; birarada gördüğü zafer işaretli beş çocuğa gerilla birimi görmüş gibi saldırıyor. Hiddetini dizginleyemeyince azgın şiddetini çadırlara kan damlatarak; çadırları taziye evlerine dönüştürerek biraz sakinleşti...
Tüm aygıtlarıyla seferber olan devletin cephe gerisi ise tam bir edepsizlik bahçesi. Türk düşün dünyasının ihtiras dopingli ukalalığı, iktidarın kesintisiz egemenlik sevdasına eşlik ediyor... Kürtler sayesinde Wikipedia'nın 'sivil itaatsizlik' başlığına tıklama rekoru kırdırtan Türk kalem erbapları, Henry David Thoreau, Mahatma Gandhi ve Martin Luther King'i şöyle bir gözden geçirdi, internet mucizesinin onlara sunduğu aynı bilgileri tekrarlayıp durdular. Minik bilgi dağarcıklarına katkı sunan Kürtlere teşekkür edeceklerine akıl hocalığına soyunup sömürgelerinin aciz halkını bu kutsal eylemselliğe layık görmediler. Kürtler kim oluyor ki ağabeylerinin ilgi, bilgi ve eylem algılarının dışında kendi başlarına, üstelik iktidarın ve zoraki normlarının hilafına alanlara çıkıyor...
İşaret fişeğini Başbakan Erdoğan'dan aldılar. Erdoğan, devlet güçlerinin saldırılarını meşrulaştırmak, moral etki ve desteği bloke etmek için "Sivil itaatsizlik diyorlar. Allah aşkına bunların neresi sivil?.. Bunlar sadece oyun. Bir taraftan normal cuma namazı kılınıyor, bunlar harmanlama, kendilerine göre cuma namazı kılıyorlar... Bunlar sadece senaryo..." diye uzatıp gitti. Üçlünün geri kalanı da meşreplerince bu çizgiyi sürdürdü. Cumhurbaşkanı Gül, öncelikle Türkiye'nin demokrasi cenneti olduğunu, Kürtlerin de insaflı olması gerektiğini yumuşak üslubuyla ifade etti, ardından sivil itaatsizliğe Türk mührünü "Herkes kurllar çerçevesinde, kanunlarlar, nizamlar içerisinde  gösterilerini yapabilir" şeklinde yapıştırdı. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da teşrif ettiği Urfa'dan eksiği giderdi. DTP Eşbaşkanı'na "yaratık" dediği halde Kürt siyasetçilerin sevgisinden kendisini kurtaramayan Arınç, "Yağmurda, altlarında birsandalye, üstlerinde bir şemsiye bu garip manzaralar siyasilerin işi değildir... Böylesine garip işlerle ancak kendinize güldürebilirsiniz" diyerek sevgi halesini büyüttü...
Bu üçlünün vizesinin ardından Türk düşün dünyasını tutabilene aşkolsun...
İstiklal Mahkemeleri'nin ilmik servisçisi ve Mustafa Kemal'in sadık infazcısı Kılıç Ali'nin mirasını hayırlı bir evlat olarak sahiplenen Altemur Kılıç, "Bu 'sivil itaatsizlik'ten öte milletimizin değerlerine açık bir saldırıdır" feveranıyla yaşlı nefesinden fedekarlık etti...
Zaman gazetesinden Ahmet Turan Alkan, hem Türk dünyasının silkelenmesini istedi hem de Sivas'ın insan etiyle yükselen dumanına bandığı diliyle BDP'lileri aşağıladı. "Eylemin 'itaatsizlik' faslı kolay da 'Sivil' kısmı nereden denkleştirilecek bilmem? O şeref payesi, Avrupa'dan gelen Batılı insan hakları gözlemcileri tarafından bahşedilecek anlaşılan" cümlelerinin ardından nerede durduğunu bildiğinin inancıyla araya "söyleyince adımız ırkçıya çıkıyor" hüznünü serpti. Bütün şiddet eylemlerinin başına "sivil" ekleyerek, Zaman'ın kaos şerbetinden nemalanan A.T. Alkan, kendisini tutamayıp ülkücü bir komando kudretiyle kalemine yükleniyor, finalde gevrekleşerek sırıtıyor: "Böyle saçmalıklara epeydir alıştık ve hipimize tabii görünüyor., fakat dikkat edilmeli, tutarsızlık tabiat haline gelmesin!"
Eskiden devletin savcısıydı, derin Osmanlı aşkını güncelleştirmek isterken mağdur edildi. Kısa sürede mağduriyetin tadını çıkardı, çok geçmeden Fethullah Gülen medyasına savcı olarak transfer oldu. Artık mahkeme salonlarında değil, televizyon stüdyoları ve Bugün'ün sayfalarında yargılıyor. BDP'ye sivil itaatsizlik dersleri verebilme icazetini Wikipedia'nın ilgiden bunalan sayfasından alan Bugün yazarı Gültekin Avcı, "BDP'nin sivil itaatsizlik eylemi tam bir istismar ve manipülasyon" teşhisiyle noktaladı...
Prof. Hasan Tahsin Fendoğlu, hem Anayasa hukukçusu hem de hobi niyetine stratejist takılıyor. Fendoğlu da Türk Hükümeti'nin büyük gayretlerine eşlik eden Kürt nankörlüğünü gayet 'bilimsel' bir dille, biz aciz kullara izah ettikten sonra necip Türk milletinin müsterih olmasını sağladı: "Siyasal parti olmanın gereklerini yerine getirmeyenler, bu tür fuzuli eylemlerle, halkın huzurunu ve güvenliğini bozan işleri yapmakla bir yere varamazlar."
Prof. Mehmet Ali Bulut, bütün Türk-İslamcı portallar tarafından kapışılan geniş 'makale'sinde eşik atladı. Prof. Bulut da zahmet buyurup Wikipedia tıklayanlardan. Ancak o, istismarı bile utandıracak bir isme ulaşmak için Polonya üzerinden ilerledi. "Lech Valesa aynı manivelayı kullanarak ülkesini komünizm belasından kurtarmayı başarmıştır" köprüsüyle Bediüzzaman'a anılma talihsizliği yaşatan Prof. Bulut, onun sözlerini çarpıtarak uyarlıyor. Finalde zehirini sıçratmak için "PKK, Ergenekoncu cuntanın yıkıcı faaliyetlerinin örgütlü halidir. BDP ise Ergenekoncuların Kürtler içindeki sivil(!) uzantılarıdır" diyerek, taşıdığı titrin hakkını veriyor. Yetinmiyor beyaz medeni, kamçısını sallıyor: "BDP'lilerin sivil itaatsizlik diye yutturmak istediği şey, en iyimser haliyle 'serserilik'...'sivil'liğin 'S'si bile yok. Medenilik ise hak getire!"
Bir çok ismi geçiyorum ve ünlü Y. Akit gazetesinin istikrarlı yazarı Abdurrahman Dilipak'a geliyorum. Dilipak bile iktidarın şehvetiyle dilinin sonundaki paklığı kirletmeyi göze alabilmiş: "BDP sivil itaatsizlik başlatmış! Gel de gülme. BDP sivil bir oluşum değil ki... Hem siyasal bir oluşum hem de paramiliter bir grup..."
Şimdi vereceğim örneği, lütfen aklınızda tutun veya bir yere not edin. Melih Altınok... Türk medyasının yeni Genç Türkleri kategorisinde. Oray Eğin, Cüneyt Özdemir, Adem Yavuz Arslan gibi isimlerle birlikte birbirlerini gübreleyerek büyüyenlerden. Ayrı bir yazı konusu. Şimdilik 'Solaçık' tabelasına rağmen sağ deparlara kalkışındaki iştahı göz kamaştıran Taraf yazarı Altınok'un sivil itirazıyla yetinelim. STV'de "organik aydın" ve "ezilenlerin pedagojisi" cakasıyla itaatsizliğe yürek kıvıran Altınok'u, zihninde sıkışan Bengi Yıldız'ın şemsiyesi ve kulağından pesleşen Sabahat Tuncel'in yarım tokatıyla bırakalım...
Vatan yazarı Hasan Celal Güzel ise bu genç kardeşine el vererek, haya perdesinden koca cüsesini sarkıttı. "Sivil itaatsizlik"i duymanın bile suratını bayrak kırmızısına dönüştürdüğü Güzel yığın, oldukça detaylı bir küfürname kaleme aldı. Doya doya küfür ettikten sonra AKP'nin oy üstünlüğünün kıralamayacağını, devlete ve millete müjdelemeyi ihmal etmedi...
Türk milliyetçiliği ve Türklük kavramlarına dair muhteşem izahatlarını bilimsel metodlara veya toplumsal realitelere, hatta insan doğasına küserek kaleme alan kürpe rektör Sedat Laçiner'e kulak verelim. "Tatlıses en Kürt haliyle yükselmeyi başardı ve silah olmadan da bu ülkede Kürde hayat olduğunu kanıtladı..." hiper tespitiyle Tatlıses'i PKK'ye vurdurtmaktan vazgeçmeyen ve devletin güvenlik politikasını oluşturan havuza tespitlerini akıttan Star yazarı ulu stratejist Laçiner, sivil itaatsizliği, silah dışında siyaset yapmayı bilmeyen PKK'nin şaşkınlığıyla geçiştirdi...
Ee bütün bunların ardından 'Teşkilatın Kalemşoru'nun Silivri'den postaya verecek bir çift lafı vardı. Soner Yalçın, son yazısında Ahmed Arif şiirlerini pistleştirerek; "Çırpınırdı Karadeniz" marşı eşliğinde ırkçı figürlerle bezeli vals yaparken "tey tey" diye tempo tutmamızı istedi. Yalçın, "sivil itaatsizlik"eylemlerinin 'yurt-halk birlikteliğini' yıkacağı endişesini Kürt siyasetçilere hatırlattı...
Yukarıdaki örnekler ve farklı kostümlerdeki türevleri, merak etmeyin daha çok şey öğreneceksiniz. Haris iktidarın anaforuna çekerek benzeştirdiği teşneler, çıkış yatağındaki "fahişe kahkahası"nı atmayı sürdürün. Biat etmeyen Kürtlerin kesintisiz direnişi, en azılı katillerinize, en küstah siyasetçilerinize bile pes ettirdi. İstiyoruz ki imparatorluk kompleksi altında ezilen abartılı ideolojinizin devlet rahmine bıraktığı yeni ucubenin 'mehdi' olduğuna inanmayın. Kürt halkı, sizi de insanlaşmakla şereflendirecek. Yeter ki, hepsini tüketmeyin; edepsizliğinizi depreştiren militarist mirasınızdan feragat edin...