27 Kasım 2009 Cuma

Bayramiç'teki Kürt

Çanakkale’nin 40 bine yakın nüfuslu bir ilçesi. Bayramiç, 1990 sonrasında Kürtlere yönelik ilk ırkçı saldırının meydana geldiği ilçe.



Türk devlet sistemiyle 200 yılı aşkındır sorunları olan, 86 yıldır hem sorunları katmerleşen hem de nispetinde direniş geliştiren Kürtler, hiçbir zaman karşısındaki gücü ‘Türkler’ diye somutlaştırmadı. Hesaplaşmaları devlet aygıtıyla oldu. İşte bu hesaplaşmanın güncel formatıyla tanışan Türkiye halkı, devlet filtresinden geçen bilgilerle donatıldı. Devlet bütün sistemi, yansıtmak istediği gibi organize etti ve evlatlarını alarak kurban ettiği Türklerin, salya sümük ‘bölünmez bütünlük’ edebiyatı yapmalarını sağladı. Devlet, ‘siz çok hassasınız’ dedi. Onlar da ‘evet yoksulluk içindeyiz, zihinsel dünyamızı, tarih algımızı, insani hasletlerimizi dumura uğrattın, yetinmedin evlatlarımızı alıp geri vermedin ama dediğin gibi bizden olmayanlara karşı çok hassasız’ dediler. Bu mutabakat, toplumun hatırı sayılır bir bömünü galeyana hazır, komut vereni de muteberli kılmaya devam etti/ediyor. İşte Bayramiç, bu müsamerenin pratikleştiği ilk yerlerdendi. 1991 yılı, yani artık Kürt serhıldınanının istenmeden duyulduğu ve Türkiye’nin batı yakasının da cenazelerle tanıştığı yıllar. Kayseri’de Diyarbakırspor’a yönlendirilen milliyetçi kusma test edilince, Bayramiç’te uygulandı. Kürtlere yönelmek için gerekçe bulmakta hem rahat davranıldı hem de öyle bir noktadan başlatıldı ki, ‘haketmişler’ denilebilsin. Bir keçiye tecavüz ettiği iddia edilen bir Kürt inşaat işçisine tepki biçiminde başlayan olaylar, Kürt karşıtı bir kalkışmaya dönüştü, cinayetler işlendi ve ilçedeki Kürtlerin önemli bölümü göç etmek zorunda kaldı. Daha sonra olayın, öyle olmadığı anlaşıldı. Bu durum Karadeniz, Ege, Akdeniz bölgelerinde de devam etti. Kimi zaman ‘cenazemiz geldi’, kimi zaman ‘kızımıza laf attı’, kimi zaman ‘amele geldiler işveren oldular’, kimi zaman da ‘huzurumuzu bozdular’ gerekçe oldu.

Tesadüf olsa gerek

Geçen hafta tesettürsüz yüzünü gördüğümüz faşizmin İzmir’de alarm vermesi boşuna değildi. Evet, İzmir’deki saldırganlar, kelimenin tam anlamıyla ırkçı faşistlerdi. Bunu, kökü ve özüne bağlılığın ruh haliyle bir ertuğrul portresi çizenler de özündeki lümpenlikle dilindeki ırkçılığı yılmazca servis edenler de bilebilir. İzmir’in transparan dışlaycılığı, Ergenekon sayesinde saldırganlaşmıştır. Bakınız. Bayramiç, Trakya’nın bir kenarına sıkışmış kapalı devre bir ilçe. Hiçbir özelliği olmayan, alkol tüketimi, muadillerine nazaran yüksek, üretimden uzak. Dikkat buyrun, hem İzmir hem de Bayramiç’te yerel yönetim CHP’nin elinde. Bunun bir anlamı var mı? Bayramiç’te birahanelerden fırlayan güruhu temsilen kaymakam ile pazarlık yapan MHP’li değil, CHP’liydi.

Bu güzergah biliniyordu

Türk devlet erkanı, siyasi partileri, medyası ve entelijensiyası, Habur’daki barış coşkusu karşısında afalladı, sarsıldı, özüne rücu etti. Kemalist formasyonu aşamadığı görüldü. Bu ruh hali, İzmir’deki faşist saldırıdan da DTP’yi sorumlu tuttu. Bir ton sıfatı olan Başbakan Yardımcısı, İzmirlilere teşekkür etti. AKP grubundaki İttihatçı artıklarından da cesaret alan AKP’nin Onur Öymen’i Cemil Çiçek’in teşekkürlerine, Bayramiç’in seçkin Türk nüfusu da Kurban Bayramı’ndan evvel mazhar olmak istedi. CHP, MHP, Emniyet, Kaymakam, Jandarma elbirliğiyle ilçelerine layık olmaya çalıştı. MHP İl Başkanı, sabah saatlerinde ilk açıklamayı yapan oldu: “Devlet herşeye hakimdir. Açılımdan vazgeçin”.

Saat 15:10

Bayramiç’teki Kürtler, tedirgin bir halde DTP merkezini, insan hakları örgütlerini aradı. DTP Grup Başkanvekili’ne ulaştılar. Belki o da İçişleri Bakanı’na ulaştı ve öğleye doğru Çanakkale Valisi, ilçeye vardı. Gözaltına alınan, evleri taşlanan ve ‘Kürtler dışarı’ sloganına maruz kalan Kürtler oldu. Dün saat 15:10 itibarıyle tek bir Kürt kurum, örgüt ve partisinden iki satırlık bir yazılı açıklama dahi yapılmadı. Türk medyası, olayı saptırıp ‘kız meselesiyle başladı’ diye yansıtsa da hem yazılı hem de görsel olarak ilk kez ‘Kürtler dışarı’ diye slogan atıldığını gizlemedi. Kürtler suskun olmayı tercih edince Türk Hükümeti de ‘sağduyu çağrısı’ yapmaya bile gerek duymadı.

Kürt medyası

Genel manzara bu olunca Kürt medyası, en azından olanları ilk elden paylaşma konusunda geç kalmayabilirdi. Elbetteki, kışkırtıcı, tahrik edici, boğazlaşmaya katkı sunacak bir yayıncılık beklenemez. Doğru bilgiye hızlı ulaşma ve zamanında yayma da medyanın görevidir. Özellikle en önemli Kürt TV kanalının sıradan ve hızlıca konuyu geçerek, ‘asıl haber’ine gelmesi şaşırtıcı oldu. Maalesef TV’deki arkadaşlar tam da böyle bir günde Ergenekon zihniyetinin hem en zinde hem de en örtülü birimini yöneten Soner Yalçın ve Oda’sının tuzağına düştüler. Dersim Katliamı nedeniyle zor günler geçiren CHP’nin imdadına yetişen Yalçın ve hempalarının ‘Bakın Fethullah hiç de Alevilerin dostu değil’ diye yayınladıkları bir videoyu yayınlayan TV, bu konuyu tartıştı. Eğer Kürt medyası, Fethullah Gülen’i Soner Yalçın ve tayfasından öğrenecekse yazık olur. Bu değil.

Bayramiçler ne olacak?

İşte Bayaramiç’teki Kürtlerin, köyleri yakıldı, ocakları söndürüldü; babaları, kardeşleri katledildi. Yaylası yasaklandı, arazisi mayınlandı; aç, perişan bırakıldı. Topraklarından sürüldü. Mecburen ‘Bayramiç’teki Kürt’ oldu. 30 yıl önce Bayramiç diye bir yerin olduğunu bile bilmiyordu. Şimdi herkes kendisini gece 24:00’te evi taşlanan, küfür edilen ‘Kürtler dışarı’ diye seslenilen Bayramiç’teki Kürt’ün yerine koysun. Karakol’da polis dayağına maruz kalırken kapıya biriken binlerce kişinin ‘bize verin’ diye beklediği Kürt’ün yerine koyun. Bayramiç’teki Kürt, bu kin ve nefretin altındaki ırkçı duygunun dışa vurumu karşısında kendisini nasıl savunsun? Bin yıllık kardeş güzellemesinin, yemin billah bölünmezliğin, en ufak bir sinyalle ‘gidin’e dönüşmesini nasıl yorumlasın? Kürtlerin sessizliğini hayra mı yorsun? Patnos’un Kürtleri, sonradan yerleştirilen Türklere, ‘Türkler dışarı’ diye seslense, devlet ve hükümet bu kadar sessiz kalır mıydı?
Bayaramiç’teki Kürt’ün işi çok zor...

TUNCEL FİKRET
http://twitter.com/tuncelfikret

Topunuza!

Türk devlet büyüklerini telaş aldı...
Dünyaya gelir gelmez zorunlu bir isme mahkum edilen, anadilini evinde bırakma trajedisi reva görülen, bazen ebeveynlerinin çaresizliği altında ezilen, bazen isyan ateşinin pürmüzü olan Kürt çocuklarının, suratlarına tükürmesinin telaşını yaşıyor...
Birazcık olsun kendisine dönüp insanlığın merhamet süzgecinden damıtılmış soruları sormayı akıl edemiyor...
202 yılda toprağa gömdüğü yüzbinlerin ruhunun bütün coğrafyayı sardığını görmek istemiyor...
Son 25 yılın insan sirkülasyonunun yüzüne çarptığı, taşı, molotofu; kimi zaman bombayı ya da patlayan insan bedenini anlamaktan uzak duruyor...
Hala doğumun gecikmiş olmasına bakarak, gebeliğin de olmadığına inanmak istiyor...
Böyledir...
Böyle olmazsa, Genelkurmay Başkanı afili kavramları, ölüm üzerine cümle kurmak için cebinden çıkarmazdı: Ekonomik, sosyal, kültürel, psikolojik tedbirlerle silahlı savaş desteklenmeli...
Başbakan, ‘varlığım varlığına armağan olsun’ canhıraşlığıyla ilk dört kavramın içini doldurma seferberliği başlatmazdı...
Böyledir...
Kolunu kırdığı, panzerini üzerine sürdüğü çocuğun arkadaşlarının öfkesine bakmaktan korkmazdı...
Denenmiş ama tutmadığı defalarca kanıtlanmış metodlara sarılmazdı...

Ölüm topları fırlatılacak

300 bine yakın ordu gücü... buna polis teşkilatı takvıyesi, paramileter yapılanması ve 70 bin paralı müsvedeyi dahil edin...
Bütün savaş gücü ve konsantrasyonu bu coğrafyada...
Utanmazlarsa Deniz Kuvvetleri’ni Van Gölü’ne taşıyacaklar... Silah ve cephane sıkıntısı yok, yeni silah satımı için herkes dostları...
Bu güç, gerilla ünitelerine karşı top da kullanıyor:
Kundağı motorlu toplar,
Çekme toplar,
Tanksavar topları,
Uçaksavar topları, vs...

GAP’a top da dahil

Başbakan ve kabinesi ile kollarınin, ilk dört kavramın içini doldurmayı üstlendiklerini söylemiştik. Hatırlatalım: GAP, DAP, TRT, Diyanet, beyaz yakalı müsvedeler, vs...
İşte ekonomi ile yetinmeyerek, sosyal-kültürel-sportif faaliyetleri de GAP’lıyorlar...
Neymiş?
Türk medyasından alıntı: Hükümet, GAP kapsamındaki 9 ilde yeni bir sosyal destek uygulaması başlatıyor. Sosyal bütünleşmenin sağlanması ve yaşam kalitesinin yükseltilmesi amaçlı 398 proje için yıl sonuna kadar 42 milyon YTL harcanacak. “Taş atma, gol at”, “altın çocuklar”, “barış ve kaynaşma için spor”, “evde yaşlı ve hasta bakımı”, “ben yurttaşım”, “aile planlaması”, “kadın dayanışma merkezi” gibi başlıklarla geliştirilen projelerle de bölgede sinema, tiyatro şenlikleri düzenlenecek. Mahalli kulüplere spor malzemesi alınacak. Tenis kortları, kaykay pisti ve masal parkları kurulacak.

Tabii ki Badminton

Türk medyasından alıntı: Çocukların eylemlere katılması yetkilileri harekete geçirdi. Hakkari’de geliştirilen proje kapsamında miniklerin enerjilerinin spora kanalize edilmesi için, raket ve badminton topu dağıtılacak. Proje hemen hayata geçecek. Çocukların antrenörleri ise polisler olacak.
Projenin Hakkari ayağı AKP milletvekileri...
Hilalden bademe doğru yol alan bıyıklarıyla Türk bayrağı önünde sırıtan Badminton Federasyonu Başkanı Murat Özmekik, “Biz taş yerine raket ve top diyoruz. Taşı atmakla badminton raketini savurmak arasında fiziksel hareket olarak fark yok” diyerek tamamlıyor.
Efendim Çin ve Hindistan’daki köklerine İngiliz disipliniyle resmiyet kazanmış ama Türkiye’ye ‘90’lı yıllarda Azerbaycan seyahatiyle gelmiş bir spor: Kaz tüyünden yapılma bir top ve raketle oynanan, topun file üzerinden rakip alana atılması ve geri dönmesini sağlamak amacına dayanan bir oyun...

Fırtına biçenler
siz rüzgar ektiniz!

Şarapnel olup kusan askerin elindeki her çeşit top,
Çocukların ayaklarının dibine atılacak türlü büyüklükte, genellikle kauçuktan ya da plastikten top,
Kaz tüyünden yapılan top...
Bu toplar, o çucukların öfkeyle yoğrulmuş isyanını, abilerinin siyasal bilinçle perçinlenmiş dirençlerini, babalarının onlara sahip çıkan şahlanışını bastırır mı?
Cevabını badmintondan verelim: Badminton teorik olarak her yerde oynanabilir. Ancak rüzgar alan yerlerde oynanamaz!

TUNCEL FİKRET
http://twitter.com/tuncelfikret

Mercani Kunis ( 06 Ekim 2006 )

Hasan Murat Mercan ile doğum yerimiz aynı: Tutak(Dutax). Orda, Mercan’ınki gibi kütleyi, hafif spastik aktivite ile ‘itaat’ ve ‘tahakküm’ün zarını belirleyen vidası epey yalama olmuş bilinçle bütünleştirenlere ‘kunis’ denir.
Hasan Murat Mercan kim mi?
1959 yılında doğdu.
Eskişehir Anadolu Lisesi mezunu. 1981 yılında Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünden mezun oldu ve aynı bölümde master yaptı. Daha sonra ABD’ye giderek Florida Üniversitesi Karar ve Enformatik Bilimler Bölümü’nde doktora yaptı. Clevand State Üniversitesi’nde yardımcı doçent, Bilkent Üniversitesi’nde de doçent oldu. Clevand State Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaptı.
Toplam kalite yönetimi, yeniden yapılandırma ve organizasyon/karar verme teknikleri konularında uzman. Bu konularda yerli ve yabancı dergilerde çok sayıda makale yayınlayıp, uluslararası seminerlerde tebliğler sundu... Görüldüğü gibi müthiş bir akademik formasyon koşusu ve meyvesini almış bir çabanın sahibi. Ancak, bu formasyonun Türk siyasi yaşamının tornasından sonraki hali, yukarıdaki teveccühü dumura uğratıyor.
Devam edelim...
AKP Kurucu Üyesi. Eskişehir Milletvekili.
Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi ve Batı Avrupa Birliği Asamblesi Türk Delegasyonu Başkanı.
AKP’nin Medya ve Propagandadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığını yürütüyordu, ancak 2005’te görevden alındı. Adı, Erkan Mumcu’dan boşalan Turizm Bakanlığı ve AB Başmüzakerecisi olarak sadece anılmakla kaldı.
Mercan,1 Mart tezkeresinin reddinden sonra yani 2003 Mayıs’ında Washington’a giderek CSIS, AIPAC ve Washington Institute’da konuştu; American Jewish Committee gibi kurumların başkanlarıyla görüştü. Özür beyanında bulundu.
Bize ne?
Mercan, uzun süredir bu canhıraş çabasını Avrupa Konseyi nezdinde sürdürüyor. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Türk Delegasyonu Başkanı olarak bunu yapıyor. Kürtlerle ilgili her karar alma sürecini sekteye uğratmak için elinden geleni ardına koymuyor.
Gelelim son icraatına...
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, önceki gün ‘Kürtlerin kültürel durumu’nu konu alan raporu görüştü. Rapor, genel doğruları içeren tespitleri yaparak, dört devlet arasında parçalanmış ve dünyanın her tarafına yayılmış dünyanın en büyük devletsiz ulusu tanımlaması doğrultusunda ilgili devletlere tavsiyeleri öngörüyor. Mercan ve ekibi rapora yönelik eleştirilerle yetinmeyerek tavsiye kararlarının sulandırılması için önergeler koşturdular. Sonuç olarak rapor kabul edildi. Ve Mercan’ın değerlendirmesi: “Kürtlerin nüfusunun belirlenme istemini engelledik. PKK’yi kınamadılar, siyasi olur diye ama olsun. Anadilde eğitim ile ilgili bölümün içini boşalttık. Gerisi de önemli değil, zaten tavsiye niteliğinde bağlayıcılığı yok.”
Başta anlattığımız akademia referansın, Türki havuzdan sonraki ucube hali ‘maalesef’ budur: Kunis.

TUNCEL FİKRET
http://twitter.com/tuncelfikret

Kût, Kêzik ve Kutbettin(23 Subat 2009)


Türk Başbakan nihayet bütün güçleriyle Amed’de bir miting yaptı ve gitti. Şunu hemen belirtelim ki; Amed, mitingte yoktu. Mitinge, tercihini yapmış Diyarbakır’daki misafirler, 8 AKP’linin ve bilumum Türk patentli cemaat devşirmeleri vardı. Bir devletin Başbakan’ı işgal ettiği bir coğrafyaya her halükarda gider ama rahat gitmez; tereddütlüdür, yüksek güvenliklidir, dolaylı mesajlarla yüklüdür, omurgasına monte edilmiş işbirlikçi iliğe rağmen titrek dizlidir.

Eğer bu Başbakan, Türk-İslam tornasından çıkmış, Türk devlet geleneğinin çıkınındaki ikinci yedek ‘islamcılığın’ sosuna da bulanmış bir konjonktürel figüran ise elinde düşürmediği ve bir tarafında münafıklık diğer tarafından hilekarlık akan kılıcının parlaklığının farkında oluruz. Amed’in gözü kamaşmaz... Türk devletinin kocaman bir ırkçılık üzerine oturttuğu eğreti bir cumhuriyet sopasının uçlarında ‘Kemalizm’ ve ‘İslamcılık’ın tahterevallisini bilir...

Son mitinglerinde artık Kanuni, Yavuz ve Fatih’ten alıntılar ile ‘Büyük Türkiye’ gibi yanılsamaları ciddi ciddi Neo Osmanlıcılık üzerine bina etmeye çalışan Türk Başbakan’ın Amed’deki konuşmaları üzerinde çok durmanın anlamı yok. Çünkü Türk Başbakan’ın adlı adınca Kürt meselesi ve Kürt halkına, savaşın bir tarafı olarak söylediği yeni bir şey yok. Sadece savaşı kazanmaya yönelik geliştirdiği yeni argümanlar dizisine çektiği seçim cilası var. Dolayısıyla kendi coğrafyamızın ucube yarasına dokunup bitirelim. Elbette şunun farkındayız; üniversitede kurgulanan bir organizasyonu dünyanın en güçlü halk hareketlerinden biri haline getiren Kürt halkıdır. Ortadoğu’nun en köklü üç egemen unsuruna karşı yüzyıllardır mücadele eden ve bugün hala Türk ve Fars devletlerine karşı muazzam bir direniş geliştiren Kürt halkıdır. Yüzyılların yarattığı tahribatın rehin aldığı, egemenin kendi içindeki kılcal damarı da olan bu halkın çürümüş yanıdır. 80 bine ulaşan korucu sayısı ile AKP şahsında sisteme eklemlenen yeni işbirlikçi kesim maalesef bu çürümüşlüğün tezahürüdür. Kuzey Kürdistan’da her zaman Türk iktidar gücüne teşne olan bir kesim vardır. Halkın deyimiyle sistem bunları ‘Kût’ ile beslemektedir. ‘Kût’: Yere gömülü tandırda yakılan tezektir. Açılarak tandırın iç çeperine yapıştırılan hamur tutmaz ve tezek közüne düşerse toparlanarak pişer ama insana yedirmezler. Ev sahibinin köpeğinin önüne atılır. Bunun adı ‘Kût’ ve bekleyeni çoktur.

Ben AKP mitingini başından sonuna kadar izledim; sahne kuruluş aşaması dahil... Evet, bir sistemi/anlayışı sorgulayacağız ama bizim gibi toplumlarda örneklemeler daha izah edici olur. AKP’nin Büyükşehir Belediye Başkan adayı aynı zaman AKP Milletvekili olan Kutbettin Arzu’dur. Arzu, kalburüstü Kürt işbirlikçisinin Türk İslamclığıyla sorunu olmayan kesiminin bir prototipidir. İnsani ve doğal hasletlerini yitirip ekonomik gücüyle varolmanın yarattığı pişkin insanımızdır. Ama kentin adı Amed olunca dili dolanır. Alt metinler servis edilir. Sahneye çıktığında haliyle efendisi düşünülerek tasarlanan kürsüye ‘az’ geldi. Bu durumdan efendisinin iltifatını hatırlatarak yanındakilerin alaycı bakışından kurtulmaya çalıştı; biri Tarım Bakanı Eker diğeri de yine milletvekili Arslan el ense güldüler.

İkinci sahne çıkarmasında bu kez kürsüyü arkasında bıraktılar ve tek başına kürsünün önünde kaldı. İşte o an yüzüne, gözlerine ve endamına baktım. Altını ıslatan bir çocuğun mahçubiyeti yoktu. Hayır, bu değildi. Daha ağırdı. Kale metaforuna atfen ‘Diyarbakır’a kapı açıldı’ diyen Mehmet Metiner’in kulağı da çınlasın. Şuydu: Annesiyle zina halinde yakalanmış müezzinin mahçubiyetiydi.

Başlıktaki ‘Kêzik’i mi soruyorsunuz?
Hani efendisi sahneye çağırdığı Kutbettin’in üçüncü kez başını okşarken ‘Kutbettin atom karınca gibidir’ demişti ya. Atom karınca her ne kadar kentin polisiyle işbirliği de yapsa nihayetinde kötüleri hedef alırdı. Ona haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Bu gerekçeyle Kutbettin için ‘Kêzik’ ama ‘Kêzikê Rêxê’ demek daha isabetli olur. O da şudur: Hayvan-Eklembacaklı-Böcek-Kın kanatlı... yanisi de şudur: dışkıyla beslenen böceklerin ortak adıdır. Sonuç olarak Kût, Kêzik ve Kutbettin sadece ‘Sezai Karakoç’un Diyarbakırı’na aittir. Ahmed Arif’in Amedi ise engerekler ve çıyanlara nerede olursa olsun tükürmesini bilir.

TUNCEL FİKRET
http://twitter.com/tuncelfikret

İşsizlik kimin umurunda (16 Ekim 2008)

Açlık sınırının 800, yoksulluk sınırının 2 bin 800 ama asgari ücretin 500 YTL civarında olduğu Türkiye’de, ekonomik kriz bir tek askeri harcamaları etkilemiyor. İşsizliğin tırmanışa geçtiği Türkiye’de hükümet sınır bölgelerine 300 trilyona mal olacak 168 karakol yapmak için kolları sıvamış durumda. Sırtındaki devasa boç kamburuyla(400 milar doları aşıyor) uluslararası nakit akışına mahkum yaşayan Türk devleti, 20 milyonu yoksulluk sınırı altında yaşayan Türkiye halkını savaş ekonomisine mahkum ediyor. İnsani Gelişmişlik sıralamasında 94’üncü ancak askeri harcamalarda NATO ikincisi olan Türk devleti, son olarak profosyonel ordu, denizaltı projesi, hava filosunu güçlendirme, insansız hava uçakları ve bilumum modernizasyon ataklarıyla, bütçeni önemli bir payını yutuyor.

Milli Savunma Bakanlığı’nın 2007 bütçesi 14 milyar YTL’yi aştı. 2008’de de eğitim ve sağlığa karşın her yıl artış gösteren savunma bütçesinde aslan payı yine TSK’nin oldu. Ayrıca tekel ürünlerinden milli piyango biletlerine, at yarışı kuponlarından sayısal lotoya kadar pek çok alandan kesilen fonların yüzde 2’si Savunma Sanayi Destekleme Fonu üzerinden TSK’ye akıyor. Bunun yanı sıra TSK’yi Güçlendirme Vakfı kaynakları, Milli Savunma Bakanlığı’nın Özel Kanunlara Dayanan Gelirleri, Geri Ödemeleri Hazine Müsteşarlığı Bütçesi’nden yapılan yabancı devlet ve firma kredileri de TSK’nin gelir kaynakları arasında. Ancak, denetlenemediği için bunların nerelere harcandığı bilinmiyor. BM’nin İnsani Gelişmişlik Raporu’nda eğitim ve sağlık gibi sektörlere ayırdığı pay açısından Türkiye 94’üncü sırada yer alırken, askeri harcamalarda ise, NATO içinde ABD’den sonra ikinci sırada bulunuyor. Kirli savaşı tırmandırarak, sınır ötesine taşımakla birlikte, eğitim ve sağlığın bütçeden aldığı pay daha da düştü. Kamu yatırımları, dinamo sektörü denilen inşaat sektörüne toplu konut üzerinden aktarıldı.

1 milyonu aşıyor

TSK, profesyonel orduya geçişle birlikte personel sayısını azaltmadı. Milli Savunma Bakanlığı’nın en son 2000 yılında yayınladığı ‘Beyaz Kitap’taki verilere göre, Kara Kuvvetleri’nin 402 bin, Hava Kuvvetleri’nin 63 bin, Deniz Kuvvetleri’nin 53 bin, Jandarma Genel Komutanlığı’nın 280 bin, Sahil Güvenlik’in de 2 bin 200 olmak üzere toplam 800 bin 200 TSK personeli bulunuyor. Gayri resmi rakamın 1 milyonu bulduğu kaydediliyor. Bu rakamın 115 binini rütbeliler oluşturuyor. Ayrıca TSK personelinin maaşları da gizli tutuluyor. Bir teğmenin maaşının her zaman bir öğretmenin maaşının iki katını aştığı biliniyor.

Daha ne olsun

Türk Silahlı Kuvvetleri, Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı ile Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’ndan meydana gelmektedir. Yukaarıdaki rakamlarla, bu kuvvet yapısı birleştiğinden HPG’nin karşısında aktif savunma yaptığı gücün fiziki devasılığı daha net görülüyor.

Türk Kara Kuvvetleri : 4 Ordu, 9 Kolordu, 1 Piyade Tümeni, 2 Mekanize Piyade Tümeni, 1 Zırhlı Tümen, 1 Eğitim Tümeni, 11 Piyade / Motorlu Piyade Tugayı, 16 Mekanize Piyade Tugayı, 9 Zırhlı Tugay, 5 Komando Tugayı, 1 Kara Havacılık Tugayı, 2 Topçu Tugayı, 5 Eğitim Tugayı, 1Yardım Tugayı. Deniz Kuvvetleri: 13 Denizaltı, 18 Fırkateyn, 6 Korvet, 20 Mayın Avlama / Tarama Gemisi, 24 Güdümlü Mermili Hücumbot. Türk Hava Kuvvetleri: 17 Muharip Filo, 1 Keşif Filosu, 1 Tanker Filo, 5 Ulaştırma Filo, 3 Arama Kurtarma Filo, 10 Eğitim Filo. Bunlara paramiliter yapılanmalar dahil değil(Kontra örgütlenmesi, korucular vs.)

One minute Primeminister(31 Ocak 2009)

Öldürmeyi siz de iyi bilirsiniz

Kürtlerin öldürülmesinde bir an bile tereddüt göstermeyen, ‘çocuk ve kadın da olsa gerekeni yapın’ diyen Türk Başbakanı Erdoğan, İsrail’e “öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” diyerek insan hakları havarisi kesildi.
Türk Başbakan Recep T. Erdoğan, Davos’ta katıldığı Gazze konulu panelde yaptığı tartışmadaki söylemleri ve tavrı ile tartışılıyor. Türk Başbakan ve eşinin bir aydır Filistin için gösterdiği ‘çabalar’ ve döktükleri ‘gözyaşı’ konuşuluyor. Peki 20 milyon Kürt’ün en temel insani haklarından mahrum bırakan, onlara karşı kirli bir savaş sürdüren Türk egemenlik sisteminin yeni temsilcisinin İsrail’e yönelik ‘öldürme bilgisi’ ve ‘insanlık’ sorgulaması kocaman bir ikiyüzlülük/münafıklık değil mi?

Öncellikle şunları belirtmekte fayda var: Türk İslamcılığı’nın temel esin kaynağı Filistin mazlumiyeti ve Humeyni galibiyetine dayanır. Bu İslamcılık, 28 Şubat askeri operasyonu sonrası geçirdiği metamorfoz ile yepyeni bir ambalaj ama ekonomik büyümeyle de yeni bir içerik kazandı. 1920’lerde kalan Kemalizmi de aşarak yeniden İttihatçılığa sarılan Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi karşısında Batı dünyasının büyük desteğini aldı. Laiklik koruması altında ‘Reformcu islamcılar’ın Ortadoğu rol model özelliği desteklendi. Ancak kökler ile arasındaki makas açıldıkça ‘eski mücahit kardeşlerin’ iktidara zemin hazırlayan yerel seçimlerdeki oy kırpma olasılığı endişeyle karşılandı. Davos hamlesi, Saadet Partisi’ne tek bir oy bırakmadı. Peki sadece bununla izah edilir mi?

Hayır, çünkü: AKP, iktidarı boyunca sağlamcı manevralar yaptı. ‘Güç’ karşısında en pragmatik hamleleri kolladı. Çoğu zaman da başarılı oldu. ABD ile işbirliğinde askeri cenahla eşit olmayı sağlama, askeri cenah karşısında içerden partner yaratma, devlet mekanizmasında zamana yayılan dönüşümü gerçekleştirme gibi... İşte bütün bunlar ona Ortadoğu’da imkanlar sundu. İran ve Suriye ile hatta Irak’ı katarak anti Kürt ittifakı geliştirmesi. Dış Politika Danışmanı Ahmet Davutoğlu’nun Neo-Osmanlıcılık paradigmasını proaktif yönelimle harmanlaması, ‘ben de en azından bölgesel bir gücüm’ dedirtti. İsrail karşısında geliştirdiği tutumun görünür yanı itibariyle iki dayanağı ve amacı için de hedefine ulaştı. Türkiye-İsrail ilişkileri ne olur?

Şimdilik iki tarafa göre de bir şey olacağı yok. Türk ordusu, ilişkilerin stratejik ve derin olduğunu ve devam edeceğini açıkladı. Erdoğan, ‘Davos Fatihi’ ünvanını Türk ve Arap kamuoyunda pazarlarken; sinirlerini çekti; moderatöre yüklenmeyi tercih etti. İsrail Cumhurbaşkanı da ‘üzülmekle’ birlikte ‘Türkiye’yi İran’a tercih ediyoruz’ dedi. Sonrasını göreceğiz. Türkiye mücizevi bir makas değişikliğine gitmeyecekse anlaşırlar. Birbirlerine ihtiyaçları var...

Türkiye barbarlığı

Başbakan Erdoğan, ‘İsrail barbarlığı’ndan söz edip, onlara Tevrat’tan ‘öldürmeme’ emirlerini hatırlatıyor. İsrail’in, başka topraklardaki varlığı, çocukları öldürmesi, sivil alanlara yönelik saldırı ve ambargoları için köpürüyor. Peki Erdoğan’ın başbakanı olduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 85 yıldır Kürtlere ve Kürdistan’da yaptığı nedir? Türk egemenlik sistemi altındaki nüfusu 20 milyonu bulan Kürtler yukarıda sayılanlarla muhatap değil mi? Sadece AKP’nin hükümet ettiği bu 7 yıl içinde savaşa verilen kurban sayısı 10 bine ulaştı. Kuzey Kürdistan adeta yeniden işgal edildi. Bütün aktif savaş gücü Kürdistan’a yöneldi. Bırakın PKK’yi, Kürtlerin Meclis’te grubu bulunan partisi DTP muhatap bile alınmadı. Halbuki Başbakan dünyaya Hamas’ı pazarlıyor. İsrail’den aldığı uluslararası sıvazlamanın yanı sıra askeri-teknolojik destekle Kürdistan’ı bombalıyor. Toplam 17 bine yakın faili meçhul cinayetin sorumluları henüz yargılanmadı. Binlerce insanın mezarı dahi bulunmadı. Son 7 yılda devlet güçlerine taş atıkları için öldürülen çocukların yanı sıra halen yüzlerce çocuk yarım asra varan cezalarla yargılanıyor.

Varlığını bile kabullenmiyorsun

İsrail’in KADİMA’sı bile nihayetinde iki devletli çözüme razı. Peki Türkiye’nin AKP’si Kürtlere nasıl bir çözüm öneriyor. AKP’nin yönettiği Türk devleti, Kürtler’e anadillerinde eğitim hakkını bile ‘bekara karı boşamak’ penceresinden değerlendiriyor ve talep etmeyi suç sayıyor. Yerel yönetimlerine bile tahammül etmiyor. AKP’ye eklemlenmiş ve Türk varlığına entegre olmuş bir ‘Kürt yığını’ isteniyor. ‘Neo-Osmanlıcılık şemsiyesi geniştir. Kabullenip yerinizi alın’ deniyor.

Güney’e saldırılar bir yılı geçti

16 Aralık 2007 tarihinde gerilla alanlarına hava saldırısı gerçekleştirildi. Gerilla kaynaklarına göre şimdiye kadar hava saldırıları 70’i aştı. 100’e yakın sefer top atışı yapıldı. TC ordusu tarafından bu tarihten itibaren başlatılan tüm saldırılarda en büyük zararı sivil halk gördü. Eski köy ve yerleşim yerlerinin yanı sıra, sivil halkın yaşadığı bazı köyleri de hedef alan bu saldırılarda sivillere ait ev, bahçe ve tarlalar zarar gördü, yüzlerce küçük ve büyük baş hayvan telef oldu. Saldırılar sonucunda onlarca kilometrelik ormanlık alan yanarak kül oldu. Camiler, okullar, sağlık ocakları, köprüler tahrip edildi. Şimdiye kadar 50’den fazla köy boşaltılmak zorunda kalındı. Binlerce insan yerlerini terketmek zorunda kaldı. Kurulan mülteci kampı sayısı üçü buldu. Üstelik Türk devleti bu saldırıları İran ile hem eşgüdümlü hem de kimi zaman eşzamanlı gerçekleştirdi. ABD ve İsrail’in öncülüğündeki uluslararası güçler de diplomatik destekle yetinmeyerek aktif askeri destek de sundular. Ve bu tablo devam ediyor.

7 yılın eksik dökümü

AKP’nin iktidarda olduğu 7 yılın eksik dökümü bile ortaya korkunç rakamlar çıkarıyor. Üstelik bu sürenin 4 yılında tek taraflı ateşkes vardı. Türkiye’de, 2002 yılında faili meçhul cinayetlerde 75 kişi, yargısız infazlar sonucu 40 kişi, gözaltında 5 kişi yaşamını yitirdi. 632 kişi, gözaltında işkence ve kötü muameleye maruz kaldı. Yıl boyunca toplam 31 bin 217 kişinin gözaltına alındığı Türkiye’de, 200 gazeteci tutuklandı. Cezaevlerinde 20 mahkum, ölüm orucu nedeniyle öldü. Bir yıl boyunca 20 kitap toplatıldı. Bir yılda 108 radyo ve televizyonun toplam 3 bin 220 gün kapatıldığı Türkiye’de 10 gazete ve dergi toplam 78 gün yayınına ara verdi. 5’i dernek, 1’i vakıf, 1’i de enstitü olmak üzere 7 sivil toplum kuruluşu da kapatıldı. 228 kişi, düşüncelerini ifade ettikleri için toplam 362 yıl 7 ay hapis cezası ve 144 milyar 164 milyon lira para cezasına çarptırıldı. Kürtçe dilekçe verdikleri için 7 kişiye 26 yıl 3 ay hapis cezası verildi. Çocuklarına Kürtçe isim vermek isteyen 36 kişi hakkında dava açıldı. Anadilde eğitim isteyen 980 öğrenci, 1 hafta ile 1 yıl arasında uzaklaştırma cezası aldı.

İHD’nin 2003 yılı raporuna göre bin 391 kişi işkenceye maruz kaldı. Gözaltında, cezaevlerinde ve faili meçhul saldırılarda 72 kişi yaşamını yitirdi. 198 müzik kaseti ve 23 kitap yasaklandı. 24 gazete ve dergi kapatıldı. Düşüncelerini ifade edenlere karşı açılan 153 davada yargılanan 851 kişi için toplam 3 bin 107 yıl hapis istendi; 283 kişi toplam 276 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 736 kişi sürgün edildi.

İnsan hakları ihlalleri 2004 yılı bilançosu da ağırdı. 240 kişi çatışmada yaşamını yitirdi; 126 kişi yaralandı. Faili meçhul cinayetler ve yargısız infazlar sonucu 68 kişi yaşamını yitirdi; 56 kişi yaralandı. Mayınlar ve savaş artıkları 2004 yılında da can almaya devam etti. Bu nedenle 59 kişi öldü, 52 kişi yaralandı ve 17 büyükbaş hayvan telef oldu. Türkiye’nin en önemli sorunlarından birisi olan işkence konusunda da durum farklı değil. 2004 yılında 843 kişi işkence ve kötü muameleye maruz kaldı. Kaçırma ve tehditler buna dahil değildir. Keyfi gözaltı olarak değerlendirdiğimiz 6 bin 391 gözaltı yaşandı. Demokrasilerin olmazsa olmaz temel özgürlük alanı olan İfade Özgürlüğü alanına baktığımızda da, 2004 yılı içerisinde 31 etkinliğin yasaklandığını, 9 kitap, dergi ve gazetenin yasaklanıp, toplatıldığını; 20 gazete ve yayın organına baskın düzenlendiğini tespit ediyoruz. 2004 yılı içerisinde düşüncelerinden dolayı 467 kişi hakkında 78 dava açılıp, bin 557 yıl 2 ay hapis cezası istendi. Toplantı ve Gösteri Özgürlüğü ile ilgili olarak da, 124 etkinliğe polis tarafından müdahale edildi, 8 etkinliğe izin verilmedi, bu konularla ilgili 36 soruşturma açıldı. Bunlardan 11’inde 146 Eğitim-Sen üyesi, 12 KESK üyesi, 7 doktor ve 52 siyasi parti ve dernek üyesi çeşitli cezalara çarptırıldı. Örgütlenme Özgürlüğü alanında, 15 kuruluş polis baskınına uğradı. Toplam 41 kişiyi kapsayan 8 soruşturma açıldı. 23 siyasi parti ve örgüt hakkında kapatma davası açıldı.

İnsan Hakları Derneği’ne göre 2005 yılı da hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi bakımından kaybedilmiş bir yıldı. İşkence ve kötü muameleyle ilgili vaka sayısı 825. Milliyetçilik kışkırtıldı, derin devlet yeniden ortaya çıktı, Kürt sorununda adım atılmadı. TCK’nin 301. ve 216. maddeleri kadar, 288. ve 277. maddeleri de ifade özgürlüğünün önünde engel olmayı sürdürdü.

2006 yılında meydana gelen çatışmalarda 196’sı devlet görevlisi, 147’si gerilla ve 2’si sivil olmak üzere 345 kişi hayatını kaybetti. Mayın ve diğer patlayıcılar sebebiyle 40 ölüm gerçekleşti. Faili meçhul 20 ölüm meydana geldiği belirtildi. Düşünce, ifade ve inanç özgürlüğü alanında, 2006’da toplam 107 dosyada 513 kişiye dava açıldı. Aynı alanda 226 kişi mahkum oldu. Türkiye’nin AB üyelik sürecinin başladığı 17 Aralık 2004 yılından itibaren hak ihlalleri kademeli olarak arttı. 2007 yılı raporu da bunun göstergesi. Kürt illerindeki hak ihlalleri 2007 yılında yüzde 250 arttı. İHD’nin verilerine göre, 19 kişi yargısız infaz sonucunda öldürüldü. Aynı verilere göre, 56 kişi faili meçhul cinayetlerde hayatını kaybetti. Verilere göre, 191’si devlet görevlisi, 196’sı gerilla ve 6’sı sivil olmak üzere toplam 393 kişi çatışmalarda öldü. Yine toplam 800 kişi ise yaralandı. Mayın ve serbest patlayıcılar sonucunda 9’u çocuk 15 kişi hayatını kaybetti, 22’si çocuk olmak üzere toplam 54 kişi ise yaralandı. 2007 yılı içerisinde toplam 2 bin 681 kişi gözaltına alındı; 147 kaçırma, tehdit ve ajanlık vakası meydana geldi; toplam 730 kişi tutuklandı. 232 kişi gözaltında işkence ve kötü muameleye maruz kaldı. Bin 528 kişi düşüncelerini ifade ettiği için soruşturmaya tabi tutuldu; 912 kişi hakkında düşüncelerini ifade ettiği için dava açıldı ve 534 kişi hakkında da cezaya hükmedildi.

İHD verilerine göre, 2003 yılında toplam hak ihlali 6 bin 472 iken, 2004 yılında 7 bin 208, 2006 yılında 7 bin 733 iken 2007 yılında tam 2.5 kat artarak 18 bin 479’a yükseldi. İnsan Hakları Vakfı’nın 2008’de saptadığı 37 yargısız infaz, 45 gözaltında ya da cezaevinde ölüm vakası var. 2008 yılında Kürdistan’daki insan hakları ihlallerinde ciddi bir artış meydana geldi. Hak ihlali sayısı 2008’de 35 bin 992’ye çıktı.

TUNCEL FİKRET
http://twitter.com/tuncelfikret

Yasin-i Tayyip (17 Temmuz 2009)

Türk Başbakan Recep T. Erdoğan’ın danışmanı ve metin yazarı Yalçın Akdoğan veya Yeni Şafak’a yansıyan sureti Yasin Doğan, yine DTP’den konu devşirmeyi başarmış...

Ciddiye alınması, Başbakan ile bağlantısından kaynaklı olmazsa üzerinde durmaya değmez. Pendik Belediyesi gibi güçlü bir referensa sahip, ‘muhafazakar demokrat’ gibi absürd bir kavramın mucidi sayar geçerdik. Hatta Türk islamcılığının ‘devletimiz yönetiminden azadedir’ anlayışının pragmatist yumaşaklığına olan aşinalığımızdan dolayı varsa hesabımız üstadlarıyla görürdük. Memleketin Başbakanı’nın ciddiye alıp danışman atadığı, teorik bagajından yükleme yaptığı muhteremi, ciddiye almamak kendi ifadesiyle ‘şık’ olmaz.

Şart

Yasin Doğan’ın dünkü yazısının başlığı, olması zorunlu halin ifadesi şeklinde olmuş; ancak AKP sitesindeki hanesinin pencere formu ve panjurların açılım mesafesi sayesinde şart koşabilme cürettine sahip olmuş. ‘DTP’nin dönüşümü şart...’ deyivermiş. DTP hakkındaki kapatma davasının sürdüğünü hatırlatan Doğan, tehditler arasında Türk hükümeti ve devletinin nasıl bir DTP özlediklerini yazıyor. Doğan’ın bu yazısıyla final yapacağız; ancak şimdiye kadarki bazı söylemlerine değinmekte fayda var.

Seçimlerden önce

AKP’nin kapatılma sürecinde görünürde Cemil Çiçek, arka planda da Yalçın Akdoğan’ın çabaları biliniyor. İkisinin de temel argümanı; AKP’nin Kürt coğrafyasındaki oy performansından yola çıkarak, devlete “AKP, Kürtleri devlete sahip çıkarmanın son aktörüdür. Türk siyaseti orda silindi ve AKP devletimizin son şansıdır” mesajını vermekti. Bunu yeterince izah ettiler. Uzun uzun anlatmaya gerek yok ama devlet ile uzlaşmasının temeline bu meseleyi koyunca 29 Mart yerel seçimlerine de büyük önem atfetti. İşte Yasin Doğan, seçimlerden tam bir ay önce DTP’yi ‘tahlil’ etmeye çalıştı! Yasin Doğan, DTP’nin üç boyutlu bir strateji izlediğini öne sürerek, hem AKP liderliğinin algı düzeyini hem de devletleşmelerinin münasipliğini ifşa etti. Doğan’a göre DTP üç boyutlu bir strateji izliyordu. Devletin Kürtlere dönük yüzünü bilmemesi mümkün olmayan Doğan’ın sıralaması şöyleydi:
- DTP’nin ve PKK’nın bölgedeki en malum taktiği devleti kötü, düşman, ceberrut, baskıcı ve Kürt karşıtı gösterip halk-devlet ayrışmasını tetiklemektir... AK Parti, devlet-millet kaynaşmasını güçlendirmeye çalışmaktadır.
- DTP’nin temel stratejilerinden biri, kendilerini özgürlükçü, halkçı; AK Parti’yi ise devletçi ve statükocu bir konuma yerleştirmek...
- Ahmet Türk’ün Meclis grubunda Kürtçe konuşması gibi provokasyonlarla meseleyi kaşıyarak gündeme getirmek ve doğacak tepkileri safları sıklaştırmak için kullanmak.

Çözüm mü yönetmek mi?

Yasin Doğan, Kürt sorununun çözümü ve şiddetin devreden çıkarılması ile ilgili tartışmalara da katkısını esirgemedi. 27 Mart’taki yazısında, yıllardır Türk Genelkurmayı ve onlarla bağlantılı olan Nihat Ali Özcan gibi ‘stratejistler’in savunduğu görüşe ortak oldu. Doğan, PKK’yi bir ‘sektör, yapı, oluşum’ olarak değerlendirip, istihbarat karalamalarını sıraladıktan sonra İlker Başbuğ’un ‘umutlarını kıralım’ suflesinden bir replik çıkarıyordu: “Bu süreçte silahın, terörün, çatışmanın anlamsızlığına, faydasızlığına ve bu yöntemlerle netice alınamayacağına vurgu yapmak, ümitleri beslemek yerinde olacaktır.” Doğan, 22 Mayıs’ta ise çözüm paketinden değil bir süreçten bahsedilebileceğini belirterek, “Sorunun tamamen çözülmesini değil, sorunun yönetilmesini ve çözüm sürecine sokulmasını ifade etmek daha doğru olur” diyordu.

29 Mart şaşkınlığı

Seçimler öncesi çabalarının Kürt nüfus üzerinde etki etmediğini gören Yasin Doğan’ın seçim sonrası şaşkınlığı hem Başbakan ve Hükümet üyelerinin açıklamalarıyla hem de Yeni Şafak’taki köşede duyuruldu. Yeni durumu, sağlıksız bir gidişata işaret olarak gören Doğan, “DTP’nin aldığı oyların milliyetçilik harareti daha yüksektir ve geçişkenliği daha düşüktür” diyerek, devletini uyarıyordu. Ancak Doğan, DTP’nin başarısı Türk medyasında da yer alınca ‘ayar verme’ ihtiyacı duydu. 3 Nisan’da ‘Seçim ve Güneydoğu’ başlığıyla içini döküyordu. DTP’nin başarılı olmadığını izah etmeye çalışan Doğan, Kürtlere dönerek ‘sitem’ ediyordu: “Kürt seçmenin önemli bir bölümü yıllardır şikayet ettikleri faili meçhuller ve çetelere karşı yürütülen kararlı mücadeleye gereken takdir edici yaklaşımı oy desteği şeklinde sandığa yansıtmamıştır.” Ve Doğan bir kez daha kapatılma sürecinin karşı argümanını dillendirmekten kaçınmayarak, “AK Parti’nin Türkiye’nin bütünlüğünün teminatı olduğunu bilen bazı çevreler ise bu milli menfaati gözeterek hareket etmemiş ve AK Parti’ye yeterince destek vermemiştir” diyordu.

14 Nisan’a hazırlık

Hızını alamayan Doğan, Kürt kurumlarına yönelik 14 Nisan’da başlayacak olan devlet operasyonunun da ipuçlarını veriyordu. Hem DTP’ye hem halka sesleniyordu: “DTP, halktan gereken tepkiyi görmemiştir. DTP’nin çatışmacı kimlik siyasetiyle meseleyi daha da gerginleştirmeye devam etmesi AK Parti’nin de bazı yaklaşımlarını yeniden gözden geçirmesine sebep olabilir. Yaptıklarının karşılığını görememenin nasıl bir etki yapacağını önümüzdeki günler gösterecektir...”

Süreci normalleştiriyor!

DTP’nin yapısı, programı, Meclis ve belediye faaliyetleriyle Türkiye’nin temel sorunlarına yönelik çözüm önerilerini görmek istemeyen Yasin Doğan, karalamalarının ‘sert eleştiri’ olarak yorumlandığını iddia ederek, 29 Mayıs’ta yani 300’ün üzerinde DTP’li cezaevlerine atıldıktan sonra ‘DTP eleştirisi...’ diye bir yazı yazdı. “DTP’ye yönelik eleştirileri, sürecin normalleşmesine yönelik gayretin bir parçası olarak okumak gerekir” diye kendisini savunan Doğan, şu yargısını saklama gereği duymadı: “DTP, PKK’ya karşı özgürleşemezse, PKK’ya karşı hükmü şahsiyet kazanamazsa ve PKK’ya alternatif meşru bir harekete dönüşemezse başarı şansı yoktur.”

Hasan Cemal röportajı

Milliyet yazarı Hasan Cemal’in KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan ile yaptığı röportajın yarattığı etki karşısında hayıflanan Yasin Doğan, hemen Ruşen Çakır ve Ali Nihat Özcan’a sarıldı. 4 Haziran’daki yazısında ‘PKK çözümün neresinde?’ diye soran Doğan, PKK’nin ‘terör örgütü’ olduğunu kabul ederek çekilmesinin ‘meşru ve haklı’ olduğunu savundu. Savunmasını tamamen Çakır ve Özcan’dan ‘kopyala-yapıştır’ metoduyla alan Doğan, 22 Haziran’da da Türk devletinin ve AKP Hükümeti’nin çözümden ne kadar uzak olduğunu şu sözlerle ifade etti: “Ortada ‘tarihi fırsat’ olarak değerlendirilen psikolojik bir atmosfer var.”

Dönüşüm mü teslim alma mı?

Ve geldik düne(16 Temmuz)... ‘DTP’nin dönüşümü şart...’ başlığını yazısına uygun gören Yasin Doğan’ın ilk cümlesi, tehdit dolu bir hatırlatmayla başlıyor. “Demokratik Toplum Partisi’yle ilgili kapatma davası sürüyor” diyen Doğan, formalite gereği de olsa partilerin kapatılmasına karşı olduğunu belirterek, Kürtlerin yeniden parti kurmalarına işaret ediyor. Anayasa ve yasalara sadakatin önemine değinen Doğan’ın, Türk hukuk sistemi ve darbe anayasası ile onun şekillendirdiği yasalardan haberi yok mu? DTP çizgisindeki partilerin temel hukuk metinlerinden, evrensel normlardan haberi var. Ancak DTP ve selefleri, mevcut darbe düzenine karşı çıkıyorlar. Siyaset sınırlarını uyduruk Siyasi Partiler Yasası ile dordurmuyorlar. Böyle yapsalardı zaten Kürtçe konuşamayacaklardı. Ama Doğan’a göre, sivil itaatsizlik, demokratik muhalefet bile “yanlış”a odaklanmak ve “beni kapatın” demek oluyor.

Tehdit ediyor

“DTP’nin yaşananlardan dersler çıkararak makul ve mantıklı bir dönüşüm yaşaması gerekiyor” diyen Doğan, aksi halde kapatılmanın gerçekleşeceğini söylüyor. Doğan, DTP’nin mevcudiyeti ve Meclis’teki varlığını bir ‘lütuf’ olarak sunuyor. 20 yıllık legal siyaset tarihinin acı sayfalarını en az Pendik Belediyesi’ndeki bir personel kadar bilen Doğan, DTP’nin ‘Meclis’te grubu bulunan bir parti olarak faaliyetlerini sürdürmesi’nin sistemin gayreti sayesinde olduğunu ileri sürüyor.

DTP’nin ehlileştirilmesi

Doğan’ın asıl meramı, yukarıda değinildiği gibi DTP’nin ehlileştirilerek bir kenara atılması. Bunun için Doğan’ın önerileri de var:
- DTP öncelikle hukuk sistemiyle( sözkonusu olan mevcut Türk hukukudur) barışık bir halde siyaset yapmaya alışmalıdır.
- Siyasal meşruiyetini geliştirmek...Meydan okuyan, tahrik eden, kavga çıkaran, oyunu bozan taktik ve davranışlar meşruiyetin yara almasına sebep olur.
- Makul politikalara yönelmek. DTP’nin siyasal talep ve söylemleri, demokratik süreçler içinde gerçekleşmesi gereken hak-hukuk düzenlemelerini değil, savaş sonrası pazarlık yöntemiyle gerçekleşecek taviz düzenlemelerini andırıyor. Doğan, DTP’ye bu önerileri ışığında dönüşüm yaşamasını istiyor. Aksi takdirde ‘klasik aktörlerle, klasik sorunları çözmek de zor olur…’ diyor.

DTP’nin kapatılması

Bilindiği gibi DTP’nin kapatılma davasının önümüzdeki haftalarda sonuçlanması bekleniyor. Hatta bu ayın sonun akadar kararın açaklanacağını Anayasa Mahkemesi’nin bir üyesi de açıkladı. Anlaşılan, 14 Nisan’daki zemin hazırlığı gibi bir çalışma yapılıyor. Hem kapatmanın haklılığı savunuluyor aksi durumda da bunun ‘lütuf’ olacağından dem vuruluyor. Türk Başbakan’ın Kürt meselesine Yalçın Akdoğan(Yasin Doğan) vizöründen baktığı, uygulamalarıyla sabittir. Çözümün gerektirdiği irade, vizyon, dikkate alma, adil ve makula ulaşma çabası henüz yok.

TUNCEL FİKRET
http://twitter.com/tuncelfikret

Paradigma değişmeden... (01 Eylül 2009)

İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın bir ay aradan sonraki ikinci basın toplantısı, kendisinin de ifade ettiği toplumsal desteğe ve eleştirecek tek nokta bulamadığı Kürt tarafının olgun tavrına rağmen birincisinin gerisine düştü.
Bir önceki basın toplantısında olumsuz tek bir cümle kurmayan ve iki yerde sadece genel tanımlamalar için ‘terör’ kavramını kullanan Atalay, bu kez Türkiye’deki ırkçı-militarist blokajın ördüğü duvarın kenarında durup onların hassasiyetlerine ağlamayı tercih etti. AKP çevrelerinin gururla ifade ettikleri; aslında Başbakan Erdoğan’ın Grup konuşmasında da belirtileri olan ‘paradigma değişikliği’nin ağır geldiği anlaşılıyor. Oysa AKP ve Hükümet kanadında Türkiye tarihini bilen herkes, mevcut paradigma değişmeden Kürt sorununun Türkiye’yi ilgilendiren kısmının demokratik legal zemine çekilemeyeceğinin idrakinde.

Beşir Atalay, dün bize bir takvim, bir de olmazlar listesi açıkladı. Türklere ve 86 yıllık zihniyete ‘müsterih olun’; Kürtler ve 200 yıllık siyasal birikimlerine ‘haddinizi bilin’ dedi.

12 Eylül zihniyetinin yeniden yapılandırmaya çalıştığı katı kemalizmin, kötü ruhlu, kötü dilli anayasasının değişmesine gerek görülmüyor. Evet, bu anayasanın değişmesi gerekiyor ama Bakan’ın ifadesiyle bu ‘açılım’ için gerekmiyor. Dolayısıyla bu Anayasa’nın tekçi yapısının kalbi olan ve ‘teklif dahi edilemez’ ilk dört maddesine dokunulmayacak. Bırakınız Kürtlerin talepleri, mevcut fiili durumları, kazanımları bile bu çerçeveyi aşıyor. MİT, Genelkurmay, AKP ve bürokrasi ile çeperindeki sivil akedemiadan kurulu ekibin, veri analizi yapacağı ve Atalay’ın onayından sonra oluşacak taslağın Başbakan Erdoğan’a sunulacağı netleşti. Atalay’ın verdiği bilgiye göre, Başbakan Erdoğan, taslağı Bakanlar Kurulu, AKP ve ardından da MGK ile paylaşacak. Ardından Türkiye Meclisi’nde açıklanacak. Bu da Ekim ayına tekabül ediyor. Atalay, Kürt tarafına süreci ve zamanı hatırlatarak, ‘eylemsizliği sürdürün’ diyor.

Ancak aynı Atalay, tartışılmazlar/olmazlar listesini bir çırpıda sıralıyor. Üniter-ulus devlet; bayrak, marş ve dilinin mevcut statüleri korunacak. Öcalan ile ilgili beklentilere cevap verilmeyecek. Genel af zikredilmeyecek. Kürtler, bu sınırları aşan talepleri ifade ettikleri zaman Bakan Atalay’ın deyimiyle ‘çözüm istemeyenler’ safında yer almış olacaklar.

Bakan Atalay’ın utangaç da olsa ifade ettiği ve varmak istediği noktayla uyuşmayan ‘tasfiye’ kavramının, ‘açılım’ şemsiyesinin altına nasıl sıkışacağı meçhul. Atalay’ın dün çizdiği çerçeveyi mevcut siyasal aktörlerin kabulü dahilinde çözüm getirmeyeceği açıktır.

Irak, İran ve Suriye gibi Kürtler için hangi ortak cümlede biraraya gelecekleri malum olan üç devlet ile görüşmeler; ABD ve İngiltere bloku ile sıkı pazarlıklar, Rusya ve arasındakilerle ticari al-verler; AB’den vaat ve beklenti üzerine diplomatik atraksiyonlar ve nihayetinde Güney Kürtleri ile enerji tünelinin ucundaki parasal sulanmaların, içerdeki çalışmayla paralel gittiği açık. Bakan Atalay, dün açıklama yaparken, Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Irak ve Suriye turlarına yeniden başladı. Türk ordusu, sivri cümleleri eşliğinde operasyonlarını sürdürüyor.

Şimdi gözler, DTP’nin öncülük ettiği 1 Eylül buluşmalarında çıkacak mesaj, KCK’nin 1 Eylül’de bitecek ‘eylemsizlik kararı’nın akıbeti ve Öcalan’ın açıklanması beklenen Yol Haritası’nda.

TUNCEL FİKRET

TSK ve caney caney (27 Agustos 2009)

Türk ordusu, aklı başında her askeri uzmanın, stratejistin hatta sıradan askerin de teslim edebileceği bir gerçeği kabullenmek istemiyor. Kocaman hacmine ve sınırsız-sorumsuz yetki ve desteğine rağmen Kürt direnişini kıramadı.
Bugünün dünyasının kitlesel katliamları tolere etmesini bekleyecek kadar da saf değil. Ancak, geçen yıl ‘ZAP’lanan ‘kar’adan böbürlenmesini de oburlaştırdığı milli gırtlağından sindiremiyor. Büyük bir manevra alanı sağladığı Türk siyasetinin Kürtler içindeki son akıncısı da 98 tokat yiyerek, gözündeki pembe lensi değiştirmeye karar verdi. Bu sonucu ‘Iğdır’, ‘sınır’ ve ‘onlar’ kelimlerini aynı cümlede kullanmanın derin acısını ‘düşünerek’ not etti. Durum tespitini, müttefiklerinin büyük dünyasının Ortadoğu parçasıyla ‘pişti’ yapınca ‘açılalım’ dedi. Bunu kötülüğe endeksli bir voltran oluşturmak için; parçaları biraz rahat bırakarak, her birinin iyiliğe programlanmış olanları da istismar etmelerini teşvik ederek sağlamaya çalışıyor. Orgeneral Başbuğ’un dediklerinin kendi zihinsel sistematiği içinde ‘tutarlı’ olduğunun farkında olmayan var mı? Ya da DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün hatırlattığı gibi; Cumhuriyet tarihini en iyi okuyan Kürtler niye bunun farkında olmasın? Başbuğ’un önceki gün elektronik duvarına astığı bildirgesi, her ne kadar MHP ve CHP’ye ‘kaygınız, kaygımızdır’ mesajıysa aynı zamanda ‘gerçekten açılım’a verilen desteğe de önleyici müdahaleydi. Beklendiği gibi ‘açılım’ın yürütme gücü AKP ile MHP ve CHP, Başbuğ’un bütün söylediklerine ‘elbette efendim’ safında yer aldıklarını açıkladılar.

Bireysel kalmak şartıyla

Başbuğ’un son bildirgesindeki dizili cümleler yeni mi?
- Kültürel özgürlüklere evet. Bireysel kalmak şartıyla. Devlet kültürel özgürlüklerin önünü açabilir.
- Bunun dışında, yok toplumsal haklar vesaire gibi düşüncelerin biz yanında değiliz.
- Bizim için önemli olan Türkiye Cumhuriyeti’nin iki niteliğidir. Biri ulus devlet, ikincisi üniter devlet. Biz ne ulus-devletin çivisini oynatma konusunda tavır alırız ne de üniter devletin.
- Ama elbette kültürel farklılıklara da saygılı olduğumuzu ifade ettik. Onlara da saygılıyız. Ancak bunu siyasi alanlara taşımak, toplumsal haklara taşımanın ulus devlet yapımıza zarar vereceğini düşünüyoruz.” Ne kadar aşinayız değil mi? Orgeneral Başbuğ, bunları 5 Haziran’da ifade ediyor. Bunlar uzun bir çalışmanın sonucu kafasında netleştirdikleridir. Dolayısıyla yeni değil, öncesi de var.

14 Nisan metni

Bir öncesi 14 Nisan Harp Akademileri konuşmasıdır. Mustafa Kemal’e de atıflar yapan Başbuğ, ‘Kürtler vardır ama Türktür’ şeklinde özetlenebilecek bir metin okumuş, arada ‘Türkiye halkı’ tanımını kullanmış, ancak kemalist paradigmayı biraz süsleyerek tekrarlamıştı: “İkincil kimlikler ancak ikincil kültürel kimlik şeklinde bireysel seviyede yaşanabilir, geliştirilebilir ve korunabilir. Bireysel özgürlüklerin sınırının, azınlık ve grup hakları ile kesişmesine, yeni azınlıklar ve üst-kimlikler yaratılmasına izin veremeyiz. İkincil kültürel kimliklerin anayasal ve yasal çerçevede tanınması - ki bu grup hakkı olarak tanınması - anlamına gelir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, ulus-devlet ve üniter-devlet yapısı içinde bu mümkün değildir. Devlet, ulus-devletin güçlendirilmesi amacıyla, aldığı tedbirlerle ve bütün söylemleriyle vatandaşlarını, daha müreffeh, daha özgür ve daha mutlu bir hayata sahip olabileceklerine inandırmalıdır. Bu açıdan devletimiz, tüm yurttaşlarına olduğu gibi özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşamakta olan Kürt ve Zaza kökenli vatandaşlarımıza ‘daha müreffeh bir yaşam’, ‘fırsat eşitliğinden daha fazla yararlanabilme’ ve ‘kendilerini her alanda geliştirebilme’ imkânlarını sağlamak zorundadır. Ayrıca, bu yurttaşlarımızın ‘mağduriyete uğradıkları şeklindeki algılarının’ düzeltilmesi ve değiştirilmesi gerekmektedir. Bu, devletin asli görevidir.”

İkinci kompartımandayken

Bu sözleri hafızamıza kaydettiğimizde benzeşeniyle buluşması anlık oluyor. Yani Başbuğ daha Genelkurmay İkinci Başkanı olduğu sırada, Radikal’den Murat Yetkin’e 3 Kasım 2004’te anlatıyor: “Azınlık hakları bireysel haklar olup, bu hakların ilgi alanı kültürel alandır. Diğer bir deyişle, azınlık haklarını grup haklarına dönüştürmek ve ilgi alanını siyasal alana yaymak, konuya ilişkin uluslararası kabul edilen görüşlere uygun değildir. Düzenlemelerin kültürel alanda kalması ve üniter yapının zedelenmesine yol açılmaması koşuluyla, Türkiye Cumhuriyeti ilgili uyum yasaları ile Türkiye’deki kültürel zenginliğin yaşaması için gerekli düzenlemeleri gerçekleştirmiştir ve uygulamalar devam etmektedir.”

Eskilerin hatırlatması

Başbuğ’un son bildirgesi, tabularını koruyarak, minik çiziklerle süreci atlatma çabasının ana duvarının nasıl örüldüğünü bize özetliyor. 20 milyonluk Kürt halkını tek tek bireyler olarak gören, kolektif haklardan alerji kapan bu zihniyetin izdüşümü şöyle:
- Türk Silahlı Kuvvetleri, bedeli olsa da savaşa devam edecektir.
- Yetmiyor. Güvenlik alanının dışında kalan ekonomi, sosyo-kültürel ve uluslararası alanlarda da devlet tarafından gerekli tedbirler alınsın.
- Türk Silahlı Kuvvetleri; Ulus-devlet ve üniter-devlet yapısına hiçbir gerekçeyle zarar verilmesini kabul edemez. Türkiye Cumhuriyeti’nin dili Türkçedir.
- Kültürel farklılıkların siyasallaştırılmasını, toplumsal siyasal kimlik unsuru haline getirilmesini, mümkün göremez.
- PKK ve DTP ile ilişki kurulmasına yol açabilecek hiçbir faaliyet içinde bulunamaz.
- AKP’nin yürütüğü çalışma MGK onaylı ancak usul ve yöntemlerde özenli olunmasının gereğine inanır.
- Bazı konular hiç tartışılmasın.

‘Teslim’ ile taçlandırdı

Başbuğ, bu açıklamarının gereğini dün katıldığı Deniz Kuvvetleri’ndeki devri teslim törenlerinde, Başbakan Erdoğan’ın başını salamasıyla bir üst perdeye çıkardı. Deniz Kuvvetleri Komutanı, ‘sonuncu ölene kadar mücadeleye devam’ derken; Başbuğ, gerillalara ‘teslim olun’ çağrısı yaptı. Başbakan da bu çağrıya katılarak, Türk adaletinin kucağını gösterdi. Yani en iyi bildiklerini kapsamlı bir saldırının arefesinde olunduğunun işaret ettiler. Bu uzun alıntıların ördüğü temel mantık, yarattığı sorunu çözme iradesi gösteriyor mu, çözer mi? Çok zor. Belki, tarihinin bütün kötü mirasını sahiplenen bu yapının ne kadar esneyebileceğini gösteren bir örnek verirsek, vehameti anlaşılır. Üstelik, ne kadar sakil ve rüküş atraksiyonlara giriştiği görülür. İnsanlığın ortak birikiminin vardığı noktayla dalga geçmenin zihinsel özür olduğunu haykırma gereği duyarız.

Askeri bando

‘30 Ağustos Zafer Bayramı’ etkinlikleri kapsamında Amed’de konuşlu 7’inci Kolordu Komutanlığı ile 2’inci Hava Kuvvet Komutanlığı Bölge Bandosu, önceki akşam kent merkezindeki Anıt Park’ta konser verdi. Yoğun güvenlik önlemlerinin alındığı konserde, marşların yanı sıra Şivan Perwer’in `Canê canê’ adlı eseri de Türkçe’ye çevrilmiş ‘caney caney’ şekli seslendirildi. Dolayısıyla Türk egemen sistemi, Kürtleri ‘caney caney’ eşliğinde yaşamayı benimseyen, itaatkar bireyler olarak yönetmek istiyor. Fakat çok önemli temel bir sorun var; Kürtler, bunu istemiyor.

TUNCEL FİKRET

Ruşen Doğan Yasin Çakır (04 Eylül 2009)


Vatan yazarı Ruşen Çakır, Türk medyası içinde ‘sol’dan ‘islam’a; ‘düzen’den Kürt meselesine bakabilen bir kalem. Teslim edelim, çoğu zaman hakkını da vermiştir.



Başlıl








Son dönemlerde ‘Ergenekon ve cemaat’ eksenindeki tutuk tavrından dolayı ezilen ve sayfalarca savunma dizmek zorunda kalan Çakır, Kürt tarafının eylemsizlik kararının ardından başlayan süreçte ciddi yanlış okumalardan örülü çıkarımlar yaptı. Farklı referanslara rağmen Nihat Ali Özcan ve Yalçın Akdoğan ile paralel durmakta beis görmeyen Çakır’ın, kendi özgün, objektif tahlillerine güvenmesinin daha isabetli olacağına inanıyoruz. Cumhurbaşkanlığı’ndan Ahmet Sever ve Başbakanlık’tan da Yalçın Akdoğan’ın kıskacında olan Çakır’ın özellikle Akdoğan’la ver-kaç halinde yanlış kaleye koşturması, kendisinin birikimine ve mesleki yetisine kötülüktür.

Aa tesadüfe bakın!

Çakır, Amed merkezli gözlemlerine dayanan dünkü yazısının, kurgu-kavram-önerme bütünlüğü ile Yalçın Akdoğan’ın Yeni Şafak’taki ‘DTP neyi diretiyor’ başlık yazısında özetlenmesi, yukarda bahsettiğimiz dramatik duruşun tezahürü oldu. “Kürt hareketinde güvercinler şahin, şahinler güvercin oluyor” diyen Vatan yazarı Çakır, Akdoğan’ın “Son Kürt açılımı, devlette bir ‘paradigma değişimi’nin, en azından böyle bir arayışın ürünü” iddiasını birinci veri kabul ederek, Kürt hareketine yöneliyor. Üstelik “statükoyu altüst eden bu girişim” gibi abartılı, son beş günün hiçbir resmi açıklamasıyla uyuşmayan bir savla. Çakır’a göre, ‘açılım’ Kürt siyasi haraketi içinde de ezberleri bozmuş. ‘Açılım’ın azameti karşısında büyülenen Çakır, merhametini esirgemeyerek, birçok kişinin bilinen imajlarına aykırı davranmalarını da doğal bir gelişme olarak görüyor.

Çakır bunları bilir

Çakır, Amed mitingindeki konuşmalarına dayanarak, Emine Ayna ve Hatip Dicle’nin değişime ayak dirediğini ileri sürüyor. Peki Çakır, bunu nerden anlıyor? PKK ve Öcalan ile ilgili tespitlerden. Kürt meselesi ve aktörleri ile bu kadar haşır neşir olan Çakır, bunların yeni olmadığını, Kürtlerin tarihsel miraslarından süzdükleri tecrübeden dolayı korumaya aldıkları onursal bir refleks olduğunun farkında değil mi? Elbette, hem bunların farkında hem de iki faktör ve/veya aktörün toplumsal ifadesinin...

Kraldan çok kralcı

Hızını alamayan Çakır, Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un sözlerini, duruşlarını da kendi ifadesiyle ‘bardağın boş tarafından bakarak’ savına argüman yapmaya zorluyor. Alındığı nokta yine PKK ve Öcalan. Osman Baydemir ve Leyla Zana ile ilgili çözümlemeler de yapan Ruşen Çakır, nihayet esas soruna geliyor. Burda da yine kendisi değil, zikrettiğimiz iki merkezin kıskacındaki Türk medya mensubu konumuna adapte oluyor. Şöyle diyor: PKK’yı fiilen yöneten Murat Karayılan, “Öcalan olmazsa biz, biz olmazsak DTP” gibi bir cümleyi rahatlıkla kurabilirken DTP’yi yöneten isimler “Muhatap Öcalan ve PKK’dır” diyerek sorumluluktan kaçıyorlar. (...) Özetle klasik bir “kraldan çok kralcı”lık oynu oynanıyor ve “kral” her kimse, çok geçmeden bu oyundan rahatsızlığını dile getirebilir.

Paslar tam isabet

Çakır’ın temel savını ‘kraldan daha kralcı’, ‘PKK ve Öcalan’, ‘Şahin-Güvercin’ izahatlarını akılda tutarak, aynı gün Şafak’ta yayınlanan Yalçın Akdoğan’ın(Yasin Doğan) ‘DTP’nin ürkütücü söylemi süreci zorlaştırıyor…’ başlıklı yazısına gelelim. Akdoğan, yine kibir deryasında kulaç atarak ve maalesef akademik titrinin hakkını vermeyerek, çarpıtmayla başlıyor. Çok önemli değil belki ama ‘DTP’nin yaklaşık 30-40 bin kişinin katılımıyla gerçekleştirdiği Diyarbakır mitingi’ hatırlatmasındaki rakamın anlamı ne? Geçelim. Akdoğan, mitingdeki söylemleri ‘ibret verici’ bulmuş ve hemen Ruşen Çakır’dan pası alıyor: “Ruşen Çakır’ın ifadesiyle MHP ve CHP’yi sevindirecek, onların çözümsüzlük anlayışına güç verecek söylemler bunlar...”

Açılımdan murad neymiş?

Akdoğan’a göre; “DTP, demokratik açılım sürecini, siyasal Kürtçülüğün sıçrama tahtası haline getirmeye çalışıyor. Öcalan’ı kurtarmaya, PKK’yı meşrulaştırmaya indirgenmiş durumda. Bu aslında, ‘biz çözüm istemiyoruz’ demenin başka bir yoludur. Türk devletinin kırmızı çizgilerini Hükümet ve Genelkurmay’dan önce deklare eden Akdoğan, tekrar bize ‘açılımı’ özetliyor. Hükümetin açılımla yapmak istediğinin kendi vatandaşlarının sorunlarını çözmek ve Türkiye’nin bütünlüğünü pekiştirmek; açılımdan muradın, PKK’nin silah bırakması ve dağılması, olduğunu ifade eden Akdoğan, DTP’ye tehditler savuruyor.

Çok ilginçtir

PKK ve Öcalan söylemleriyle kendi meşruiyet zeminlerini de kaybedeceklerini çekinmeden dillendiren Akdoğan, yine Çakır’dan pas alıyor: “DTP’lilerin bugünkü hali ‘kraldan çok kralcılık yapmaya’ benziyor.”

“DTP’de güvercin gibi görünenlerin sertleştiği, şahin görünenlerin yumuşadığı bir görüntü var” diyor Akdoğan. Görüntü, aslında Ruşen Çakır aynasının ona gösterdiğidir. Aynı gün iki zat da “Örgüte yakın olan radikal isimler çözüm sürecine yönelik iyimserlik pompalarken, daha makul görünenlerin süreci sert şekilde eleştirmeye başlaması ilginçtir” diyebiliyor. Çok ilginçtir(!)

Türkiye gerçekliği ne?

Başbakan Erdoğan’ın başdanışmanı, metin yazarı Akdoğan, “DTP’liler çözüm sürecinin başarılı olabilmesi için öncelikle Türkiye gerçeğini kabullenmek, tüm Türkiye’nin kabul edebileceği bir duyarlılıkla hareket etmek durumundadır. Farklı kesimleri tahrik eden, çözüm sürecini destekleyen insanları bile ürküten pervasız söylemler sorunu daha da derinleştirir” diyor. Bu pervasız cümlelerin ardından Doç. Akdoğan’a yine Pendik Belediyesi’ni hatırlatmayacağız ve ‘cahil’ demeyeceğiz. Sadece şu öneride bulunacağız: Lütfen git Ruşen Çakır ve Nihat Ali Özcan’a sor. Kürtler, Bu Türkiye gerçekliğini kabul eder mi? 86 yıldır niye senin kutsadığın Türkiye gerçekliğine itiraz ediyorlar. En azından PKK tarihini biliyorlar.

TUNCEL FİKRET