21 Ocak 2010 Perşembe

Ey Türk kardeşim, ordun bu!

Haksızlığa uğramış, ezilmiş, sömürülmüş, inkar edilmiş; ucube bir yığın haline getirilmenin bütün yöntemlerine maruz kalmış bir halkın, 86 yıldır bu gaddar gücün balyozu karşısında direnen evlatlarını dinlemek istemediniz. En  insaflınız 'yeter artık mağduriyet sömürüsü' bariyerini koydu. Zulüm seanslarında hatırlatılan 'Allah ve peygamber' ile rabıtalarının salyalı haline kulaklarınızı tıkayıp 'peygamber ocağı' dediniz. Her biriniz 'zorunlu' olarak tezgahından geçerken biraz tanıdınız ama bunu değişmez kaderin tecellisi adedip, tatlı anılarla süslediniz.
Dinleyiniz lütfen diye yakardık...
Bizden en sevdiklerinden 80 bin kişilik dünyanın en düzensiz, başıbozuk, bütün değerleri alabora olmuş; tecavüz, gasp, talan, uyuşturucu ticareti, ölüm ile anılan dev bir çete oluşturdu.
4 bin köyümüz yakıldı, milyonlarcamız yurdumuzdan edildik. Bunlar, tek cümledeki sayısal veri değildi. Milyonlarca hayat hikayesi, trajediyle bezenmiş. Dev bir toplumsal travma, nüksetmesi asırlar sürecek...
Kastı varlığımıza olduğu için yok etmeye programlıydı ya da devşirip iğdiş edecek muazzam bir yolculuğa çıkaracaktı. Yolculuğu bitirenimizin boynuna simgesini takacak, itaatin sınırsızlığını kanıtlamanın canhıraşlığıyla paçasına yapıştıracaktı.
Çoktuk, inadına çoğalıyorduk ve her balyozunun altında binlercemiz kalır, bir o kadarımız altında kalmayı göze alırdık. Huzursuzdu, tedirgindi, zaman geçiyordu; kurucusunun hedefi gerçeleşmiyordu; on yılda bir baştan alıyordu.
Her başlangıçta cümleten bir terbiye bulamacından geçirilirdik. Kalabilenlerimiz artık ölümün adı oldu. O söyledi, sen tekrarladın; 'şaki', 'eşkiya', 'bölücü', 'Kürtçü', 'terörist' dedin; vuruldu Esat, sen ağladın ey kardeşim!
Senin vicdanına başvurduk; mezalim var, bok yediriyor, kulaklarımızdan tespih yapıyor, kimyasal kullanıyor, toplu gömüyor, ölülerimize bile tecavüz ediyor, köpeklere parçalatıyor, helikopterden atıyor. Kibir ve sınırsız sorumsuzluk  sarhoşluğuyla seni de tokatlar dedik...
Dev bir kumpasla, memleketin bütün iletişim ağlarına yerleşti, ekonomik kaynaklarını semirdi; bizzat veya hempalarıyla...
Senden koca bir bölüm ona benzedi. Onunla bütünleşti; malını, canını verdi, kutsadı, dokunulmazlığına halel getirmek istemedi...
Müzede çocuklar bombalanacaktıya şaşırıyorsun ama biz değil, Geliyê Zîlan'da oldu zaten... Camiler bombalanacaktıya şaşırıyorsun biz değil, 4 bin köyün ahırdaki hayvanı kalmadıysa camisi kalır mıydı? Daha iki yıl önce 50 uçağın saatlerce süren bombardımanı ardından yerle bir edilmiş camiyi gösterdik... Stadyumlara insanlar taşınacak; ardından sorguya götürülecektiye şaşırıyorsun biz değil, kadınlarımızın yanında soyularak iple çekiştirildiğimiz yerlerin stadyum değil, köy meydanı olması kusurumuz muydu?
Daha çok uzatabilirim ey Türk kardeşim, senin ordun bu! Bunlara itiraz ettin mi?
'Atlarını Tunada sulayan Türkler, Viyana kapılarına dayanıp, Akdeniz’de kesin egemenlik kurarak Arap yarımadasını, Kuzey Afrika’yı ellerine geçirmişlerdi' dediğinde, gözyaşlarını tutamadın.
'Türkler tüm dünyaya ordu-millet olduklarını kanıtlamışlardır. Orta Asya’daki Türk uluslarından başlayarak, her Türk savaşçı durumunda olduğundan askerliğe özel meslek gözü ile bakılmamıştır' dediğinde göğsün kabardı, beni linç etmeye kalkışırken bile 'Her Türk asker doğar' sloganın oldu.
'Türk Silahlı Kuvvetleri, insanlık idealleri uğruna 1950 yılındaki Kore savaşlarına katılarak' diye devam ettiğinde, 731'i 'şehit' mertebesine yerleştirdin.
'18 Şubat 1952’de NATO’ya' dahlini, komünizmle mücadele gönüllüsü olarak karşıladın. 1974'te Kıbrıs'ın yarısını işgalini, hala bilmezlikten gelerek 'barış' demeye razı oldun.
Atatürk'e atılan “Yurtta Barış, Dünya’da Barış” iftirasının sürekli tekrarını, 'acaba' ile karşılamak aklının ucundan bile geçmedi. 'Türkiye Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri; saldırgan emeller gütmez, ancak bağımsızlığı, ülkesi, milleti ve onuru tehdit ve tehlikeye maruz kaldığın'dan sonra 'onur'una feda edileceğini önemsemedin.
Ayışığı, Yakamoz, Sarıkız, Eldiven, Kafes, Balyoz vs... Şimdi de seni 'çürük elma' ninnisiyle uyutuyorlar. 'Genelkurmay Başkanı; Silahlı Kuvvetlerin komutanıdır. Savaşta Başkomutanlık görevini Cumhurbaşkanı adına yerine getirir. Silahlı Kuvvetlere komuta etmek, savaşa hazırlanmasında personel, istihbarat, harekat, teşkilat, eğitim-öğretim ve lojistik hizmet ilkeleri ve programları Genelkurmay Başkanlığının sorumluluklarıdır. Genelkurmay Başkanlığı ayrıca NATO ve diğer ülkeler ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin askeri ilişkilerini yönlendirir' ve Başbakan'a bağlı değil, karşı sorumludur. Yanisi şu; kurumun kendisi bir çeteler ahtapotuna dönüşmüş... ABD ve NATO, yukarıda adı geçen planları kabul etmedi, yoksa bunlardan birini yaşıyor olacaktın...
'Yeniden yapılanma faaliyetlerini, soğuk savaş sonrası oluşan yeni politik-askeri stratejik ortam, Türkiye'nin güvenliğine yönelik iç ve dış tehdit, Anayasa ve yasaların kendisine verdiği görevler çerçevesinde sürdürmektedir' anlayışının devamına itiraz etmedin. Anayasa'yı onlar yapmıştı, hala sadıksın...
Türkiye’nin güvenlik kaygılarının başına 'Terorizm'i koydu, bununla kastedilen Kürtler umurunda değildi.
4 Ordu, 9 Kolordu, 1 Piyade Tümeni, 2 Mekanize Piyade Tümeni, 1 Zırhlı Tümen, 1 Eğitim Tümeni, 11 Piyade / Motorlu Piyade Tugayı, 16 Mekanize Piyade Tugayı, 9 Zırhlı Tugay, 5 Komando Tugayı, 1 Kara Havacılık Tugayı, 2 Topçu Tugayı, 5 Eğitim Tugayı, 1 Yardım Tugayı Kara Kuvvetleri'ne...
13 Denizaltı, 18 Fırkateyn, 6 Korvet, 20 Mayın Avlama / Tarama Gemisi, 24 Güdümlü Mermili Hücumbot Deniz Kuvvetleri'ne...
17 Muharip Filo, 1 Keşif Filosu, 1 Tanker Filo, 5 Ulaştırma Filo, 3 Arama Kurtarma Filo, 10 Eğitim Filo Havva Kuvvetleri'ne...
Paramiliter yapılanmaları; JİTEM, korular vs... Bir de polis gücü... Bir milyonluk güç için 'çok değil mi' diye işkilenmedin...
'Güçlü ordu güçlü millet' sloganının yüceliği altında 'çürük elmalar'la geçiştirilmek isteniyor ama büyük terbiye edici razı değil. 28 Şubat'ın ıslah edilmiş çocuklarına da 'üstüne git' deniliyor ve sen bu sayede caminin bombalanabileceğini öğreniyorsun...
Dün anakarargah açıklama yaptı. "Plan Semineri, giderek tırmanan bir gerginlik dönemini kapsayan bir senaryo içerisinde uygulanmıştır" dedi ve ekledi: "Bu Plan Seminerine ilişkin olarak ortaya atılan iddiaları, aklı ve vicdanı olan hiçbir kimsenin kabul etmesi mümkün değildir."
Ey Türk kardeşim mümkündür!
“Cumhuriyetin aşındırılan tüm kazanımları tekrar yerleştirilecek, Türkçe ezan dâhil tüm ulusal değerlerimiz hayata geçirilerek Arap ve Kürt unsurların Türk kültürüne verdikleri zararlar telafi edilecektir” cümlesindeki Kürt unsurlar yani 'Ne mutlu Türküm diyemeyince yaşama hakkı olmayacak' olanlar; tanığı, mağduru ve kurbanı olarak size diyoruz ki; MÜMKÜNDÜR...

TUNCEL FİKRET

8 Ocak 2010 Cuma

Anlamadığını söyleme Nasuhi

Türk devletinin kocaman bir ırkçılık üzerine oturttuğu eğreti bir cumhuriyet sopasının uçlarında ‘Kemalizm’ ve ‘Türki İslamcılık’ın tahterevallisini biliyoruz... İki yakada oturuyor gibi görünenlerin aslında tek bir sopa üstünde oturduklarını bu ceberrut sisteme kafa tutan Kürtlerden daha iyi kim bilir?.. Daha düne kadar 'Türk-İslam' derken gözleri yaşaranların bugün 'değişimin dinamosu benim' numerolarını yutmazlar. Bunların zoruna giden temel olgu, Kürtlerin sadece kendileri olma çabaları ve bunu somutlaştıran organizasyonlara sahip olmalarıdır.
Uzun süre Kürtlere müslümanlığı öğretme densizliğine düştüler şimdi de demokrasi hocalığına soyundular. Şeyh Said'den utanmıyorsanız bari istismar ettiğiniz Beddiüzaman Said Nursi'den utanın. Muhteremler artık kabullenin; Kürtler sizin ya da başkasının askeri/sopası olmayacak. Kürtler kendilerini yönetme iradesini beyan eden aktör; Ortadoğu'nun en dinamik gücüdür. Bütün olarak böyledir. Elbirliğiyle korkunç bir zulmün pençesinde hırpaladığınız Kürtleri, İran-Irak-Suriye-Türkiye'nin artık gözardı etmesi mümkün değildir...
Kürtler, kemalizme reddiye ve zora zor metoduyla orduya çarpıp takattan düşürdüler... Tamam siz de bu sırada hücerelerine nüfuz ettiniz. Kolay gelsin ama siz, gözbebiğiniz kurumları restore ederken Kürtler niye 'siz' olsun?

Elinizi tutan yok

Kürtlerin muhatabı Türkiye Cumhuriyeti(Türk) Devleti'dir. Mücadelenin tarafı bu devlettir. Bugün devlete hükmeden AK Parti'dir. Dolayısıyla cezaevindeki bütün PKK'liler gibi Abdullah Öcalan da devletin ve pek tabii ki AK Parti Hükümeti'nin denetimindedir(Bu düşünsel denetim olarak da algılanmasın). Mesela İmralı Cezaevi, Başbakanlık Kriz Yönetimi Merkezi'ne bağlıdır. Neden AK Parti Hükümeti'ne varolduğu iddia edilen 'PKK-derin devlet ilişkisi' sorulmuyor? PKK-Ergenekon ilişkisi demek, PKK'ye göre aslında PKK-Türkiye Cumhuriyeti Devleti ilişkisi demekse neden devlete hükmeden siyasi güç, bu ilişkiyi kesmiyor? Neden bu ilişkiyi tüm unsurlarıyla deşifre etmiyor?
Onbinlerce evladını yitirmiş, halen en insani hakkı olan dilini bile konuşamayan, çocuğuna kendi dilinde isim verip, kendi dilinde eğitim yaptıramayan bir topluma/halka ve onun oluşturduğu yapılara karşı biraz daha insani yaklaşmak gerekmez mi?
Nasuhi Güngör Bey gerek görmemiş/görmüyor... Star'laşmadan önceki halini de biliyoruz ama önemli değil. Muhterem kardeşimiz okuduğunu anlamayacak kemale sahip olmadığı gibi muhtemelen çarpıtmayacak bir erdemi kendisine çok görmemeliydi. En azından bu satırların yazarı, Nasuhi Güngör BBP'deyken bile öyle düşünüyordu. 

Cemil Bayık ne demiş?

Güngör, dünkü yazısını Cemil Bayık'ın ANF'de yayınlanan değerlendirmelerine ayırmış. Güngör için PKK 'terör örgütü'; Cemil Bayık da 'sahadaki iki nolu isim'... Terminolojisi de bu ama geçelim. Bayık'ın söyledikleri kendisine çok dokunmuş olacak ki çarpıtarak temel tezine kırıntılar devşirmeye uğraşmış. Güngör, 'PKK'nin bir devlet projesi' olduğuna iman ettiği için Bayık'ın 'kozmik oda' aramasından rahatsız olduğunu ileri sürüyor. Bayık'ın söylediklerini tamamen bu teze uyarlamak için alabora ederek, yalan deryasında sürf yapmayı tercih ediyor.

Özel Harp Dairesi ve PKK

PKK kurucularından Cemil Bayık, ANF'nin sorusunu yanıtlarken öncelikle Özel Harp Dairesi denilen kirli savaş merkezini anlatıyor. Aslında Türk devletinin İttihat ve Terakki geleneği nedeniyle bir özel savaş aygıtı olarak örgütlendiğini hatırlatarak, bu devletin zaten 1925 yılından sonra Kürt halkına karşı tamamen çok boyutlu bir savaş yürütüğünün farkında. 1952’de organize edilen Seferberlik Tetkik Kurulu'nun Türkiye sosyalistleri ve Kürtlere karşı her an harekete geçen bir karargah olduğunu hatırlatan Bayık, sosyalistlerin etkisizleştirilmesi ve Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte esas olarak Kürt hareketine karşı savaşan bir bir güce dönüştüğünü örnekleriyle ve tarihsel bağlamı içinde izah ediyor. Bu merkezi hem teşhir ettiklerini hem de bunlara karşı ayakta kalarak, bu güçleri tartışmalı ve restore edilmeye muhtaç hale getirdiklerini söylüyor. Bu özel savaş merkezinin tamamen teşhir edilmesini, sırların açıklanmasını ve bu yapıların lağvedilmesini istediklerini söylüyor. Cemil Bayık, bu konuda AK Parti'ye güvenemediklerini gerekçeleriyle ortaya koyuyor. "Türk devleti Kürt Özgürlük Hareketini kuşatmak ve tasfiye etmek açısından terbiye edilmiş, işbirlikçisi haline getirilmiş, devleti savunacak siyasal İslamcı kesimleri sistem içine çekmek istiyor. Devlet için önemli olan Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bastırılmasıdır. Bunun için solcusunu da, siyasal İslamcısını da sistem içine çekmeyi stratejik açıdan önemli görüyor. Onlara göre komünist ve solcu da olsa Türkiyelidir; siyasal İslamcı da olsa Türkiyelidir. Bu nedenle sistem içine çekilip sistemin parçası haline getirilebilir. Ancak Kürt halkının temel siyasi ve ulusal haklarının verilmesini bölücülük olarak görüyorlar. Rengi ne olursa olsun böyle bir hareket, öngördükleri tek millet stratejisine düşman bir güç olarak görülmekte ve tasfiye edilmesi hedeflenmektedir" diyor Bayık.
Siyasal İslamcıların da bir dönem devlet için sorun olarak göründüğünü kabul ediyor Bayık, ancak Nasuhi Güngör'ün de inkar edemeyeceği bir gerçeğe işaret ediyor: "1997 yılına gelindiğinde bunların sınırlanması ve Kürtleri kuşatmada kullanılabilmesi için iğdiş edilmesi ve sistem içine sokulması gerekiyordu. 28 Şubat darbesi ve arkasından AKP'nin dersimi aldım demesi, devlet için önemli bir gelişmeydi. Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etmek açısından böyle işbirlikçi, devletçi, egemen sınıfların çıkarını savunacak Muaviye İslam’ın yaratılması gerçekleştirilmiştir."
Bunun uluslararası boyutu ve Ortadoğu'daki rol paylaşımını da ihmal etmeyen Bayık, "Şu anda devletle bu karşı İslam/Muaviye İslamı arasında çatışma yoktur" tespitinde ısrarlı. Bayık, bu noktadan sonra 'siyasal islam' kavramını da kullanmıyor 'Muaviye İslamı'nı tercih ediyor. Çünkü, AK Parti'nin sistem içine girmesine onay verildiğini söylüyor. Dolmabahçe mutabakatı, 'kale' metaforu üzerinde yürüyen seçim süreci, kapatılmamanın bedeli vs. somut örneklerle izah ediyor. Can alıcı noktaya şurda vuruyor: "Muaviye İslam’ın devlet içine çekilmesi ve devlete sahiplenir hale getirilmesi. Bu nedenle Özel Harp Dairesi'nin odalarına girilmesi devletin kirli işlerini ortaya çıkarmayacaktır. Belki devletin yüzünü temizleyen ve devleti toplumsal ve siyasi olarak güçlendiren bazı olaylar deşifre edilebilir."
Bayık, faşizmin hedef şaşırtma taktiklerine ve stratejik paradigmasının güncel gerçekliğini anlatarak, Türk Hükümeti/AKP Hükümeti'nin bireysel haklar denen kırıntılarla yeni Kürt politikası inşa etmek ve bunu Kürtlere kabul ettirmek için ideolojik, siyasi ve askeri saldırılarını sürdüreceğine inanıyor ve Kürtleri uyarıyor. Kürtlerin bir aktör olduğunu ve kendi davalarının bilincinde, kimsenin askeri olmayacaklarını üzerine basa basa söylüyor.

Bunlar zoruna gidiyor

İşte Nasuhi Güngör, bu değerlendirmelerden rahatsız olmuş. Normaldir. 'İslam'ın kuşatıcı şemsiyesi altında yer aldığını düşünürken savrulan noktanın yüzüne söylenmesini hazmedememiş. Bunun için daha çok Müslüman Kürtlere seslenerek, kendince karalamaya yeni argümanlar bulduğunu düşünmüş. Güngör, "Hep vurguladığımız gibi ‘devlet aklı’nın değişmesi, pekçok tasfiyeyi beraberinde getirecek" diyor. Aslında düğüm noktası burası. Güngör, 'devlet aklı'nın değişmesini yeterli görüyor. Kürtlerin önemli bir bölümü ise devletin değişmesini istiyor. Bu istek ona da dokunuyor.

Güngör'ün öngörüsüzlükleri

Bakınız Nasuhi kardeşimiz Starlar dünyasındaki ikameti boyunca neler söylemiş. 5 Eylül 2007'de Baydemir'i geçmiş tarihe gömmüş: "İflas eden anlayışlarla birlikte tarihe gönderilecekler listesinde yerleri çoktan hazır."
23 Kasım 2007'de temel tezini işlemiş: "PKK ve onun parantezine alınan yapılanmalar, sözgelimi DEP-HADEP-DTP gibi siyasi partiler, aslında Türkiye’de bazı güçlerin rahatlıkla kullandıkları araçlar olarak ellerinin altında bulunuyordu."
28 Kasım 2007'de daha kocaman laflar etmiş: "PKK, Kürt meselesinin konuşulmaması için icad edilmiş bir örtü...Türkiye’de yaşayan Kürtler, önlerindeki en büyük engelin PKK olduğunu görmedikçe dertlerine deva bulamazlar."

Bu yazına tekrar baktın mı?

Nasuhi kardeş, seçimlerden önce harıl harıl nabız tutma turları atıyor, daha seçime iki aydan fazla bir zaman varken 26 Ocak 2009'da geniş vizyonunu konuşturuyor: "Mevcut tabloda, pekçoklarının aksine gerek Diyarbakır’da, gerekse de Batman’da iktidar partisinin seçimi kazanacağını düşünüyorum."
Sonuç malum...

Ahmet Türk Kürtçe konuşunca

Son örnek de Nasuhi'nin 26 Şubat 2009 tarihli yazısı... Burda da temel tezini kıvrak bir zekayla(!) cilalıyor ve Kürtlere akıl verme alicenaplığını gösteriyor. Konu Ahmet Türk'ün Meclis'te Kürtçe konuşması olduğunu için daha temkinli ama sonunu şak diye bağlıyor: "Tamam, efendi adamdır, alicenap duruşludur. Diğer DTP’lilere nazaran daha konuşulabilir bir siyasetçidir.  Hepsi tamam da, Ahmet Türk ne yapmış oldu şimdi? Nerede makul çizgi, hani asaletin verdiği ağırlık? Bunların hepsini DTP adı verilen derin şebekeye kurban etmeye değer mi? Peki ya DTP’nin bu işten kazancı ne oldu? Aslında özeti şu: Derin Türkiye Partisi olduklarını bir kez daha göstermiş oldular."

Bize ne oldu sorusu

Bak gördün mü Nasuhi Bey, 'Derin Türkiye Partisi' kapatıldı. Alkışladığın 'KCK Operasyonu' Guantanamo ve Dersim görüntüleri eşliğinde devam ediyor. Sen hala bunu anlayamacak kemale iyelik ettiğini söyleme. Sana müslüman kardeşin olarak sitem ediyorum. Tekrar 'İslam' şemsiyesini düşünürek 'Arif Nihat Asya'nın şiiriyle ağlayanlar, Kürtleri zaten müstakil bir güç olarak kabul etmezdi ama müslümanlığı idrak eden Türkiyeliye ne oldu? sorusunu kendine sor Nasuhi... Seninkilerin 'gözbebiğimiz' dediği kurumlar, kurumsal yapı 40 milyon üzerinde karabasan gibidir... Kabul et...
TUNCEL FİKRET

7 Ocak 2010 Perşembe

Esrarlı tezgah

"Dünyaya gelir gelmez zorunlu bir isme mahkum edilen, anadilini evinde bırakma trajedisi reva görülen, bazen ebeveynlerinin çaresizliği altında ezilen, bazen isyan ateşinin pürmüzü olan Kürt çocuklarının, suratlarına tükürmesinin telaşını yaşıyor...
Birazcık olsun kendisine dönüp insanlığın merhamet süzgecinden damıtılmış soruları sormayı akıl edemiyor...
202 yılda toprağa gömdüğü yüzbinlerin ruhunun bütün coğrafyayı sardığını görmek istemiyor...
Son 25 yılın insan sirkülasyonunun yüzüne çarptığı, taşı, molotofu; kimi zaman bombayı ya da patlayan insan bedenini anlamaktan uzak duruyor...
Hala doğumun gecikmiş olmasına bakarak, gebeliğin de olmadığına inanmak istiyor...
Böyledir...
Kolunu kırdığı, panzerini üzerine sürdüğü çocuğun arkadaşlarının öfkesine bakmaktan korkmazdı...
Denenmiş ama tutmadığı defalarca kanıtlanmış metodlara sarılmazdı..." demiştik.
Maalesef durum hala bu minval üzredir...
Anlamazlıktan gelmeye devam ediyor...
Türk Hükümeti, 'Milli Birlik Projesi' adını verdiği 'açılım'ın birinci maddesi olan çocukların ağır ceza mahkemelerinde yargılanmamasını bile rafa kaldırdı...
Hemen her gün çocuklarla ilgili yeni gözaltı, tutuklama, onlarca yıllık ceza istemleri ve işkence haberlerini veriyoruz...
Şimdi bütün bunlara en iğrenç metodu eklediler...
Devlet ajansı üzerinden servis edilen bu iğrençliğin adı, 'Taş atan çocuklara esrar satışı'...
Seçilen saha da Adana...
Adana, Kürt göçünün en hızlı ve en kısa yoluydu. Kentin demografisi neredeyse Kürtler lehine değişecek; telaş biraz da burdan kaynaklanıyordu/kaynaklanıyor. Adana'da 90'ların başından beri yoğun bir gayret gösterildi ama Kürt nüfusun politikleşmesi de nüfuzu da engellenemedi. 1992 yılında zamanın MHP İl Başkanı Recai Yıldırım, Özgür Gündem muhabirine çok net ifadelerle devletin çabasını, yazılmaması koşuluyla anlatmıştı. Dönemin Emniyet Müdürü, yargısız infaz operasyonlarıyla ünlü Mete Altan'dı. Yıldırım, şunu söylemişti: "Adana Emniyet Müdürü, gelip bize sitem etti. Kürtlere karşı neden bize yardım etmiyorsunuz. Bize destek verin."
Zihniyet bu ve tedavüldedir.
Adana Valisi de Kürt çocuklarının protesto gösterileri konusundaki 'hassasiyeti' ve kıymeti kendinden menkul önerileriyle biliniyor. Adana Valisi İlhan Atış, devletin cüretkar bürokratlarından...
"Aileler hakkında, TCK'nin verdiği yetkiyle işlem yapılacağını, 1 yıla kadar hapis cezası verilebileceğini, 100 YTL ceza kesilebileceğini, velayet hakkının çocuklardan alınabileceğini, kömür dağıtımının engellenebileceğini ve yeşil kartlarının iptal edilebileceğini söyledik" demişti 2008'de... Gelen tepkileri de gayet steril bir ırkçılıkla ve çok rahat bir şekilde yanıtlamıştı Vali Atış: "İki hanım alırken, üç hanım alırken yoksul değilsiniz. Kalaşnikof alırken yoksul değilsiniz, düğünlerde binlerce mermi atarken yoksul değilsiniz. Tabanca atarken yoksul değilsiniz. 15 tane çocuk doğururken yoksul değilsiniz. Ama polise, jandarmaya taş atınca, yoksulluktan dolayı atıyorum diyeceksiniz ve destek göreceksiniz."
Vali Bey'in koltuğunu koruyor. Bu yıl 'durmak yok, yola devam' diyerek 'çocukların velayetinin ailerinden alınacağını ve çocukların devletin şefkatli kollarına teslim edileceğini' söyledi. Demokratik kamuyonun tepkileri yönelince sustu. Fakat devletin güvenlik güçleri susmadı; gerekeni yapıyor. Adana bölgesindeki Pozantı Cezaevi'nde çocuklara 'şefkat' seansları uygulanıyor.
Gelelim 'Taş atan çocuklara esrar satışı' meselesine... Anadolu Ajansı aracılığıyla gösterime giren bu iğrençlik özetle şu: Adana Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, Barbaros Mahallesi'ndeki izinsiz gösterilerde polise taş ve molotofkokteyli atanlara yönelik operasyon düzenledi. Zanlıların, bir torbayı yol kenarına atarak kaçtığını belirleyen ekipler, poşette birer içimlik 30 paket halinde esrar ele geçirdi. Zanlıların parmak izine ulaşıldı. Uyuşturucu suçundan sabıkalı Osman İ. (20) ve Mehmet O'yu (19) gözaltına alındı. Zanlıların, özellikle bazı çocukları 'cesaret vermek' için uyuşturucuya alıştırdıkları tespit edildi...
Neymiş?
Çocuklar zaten 'terör örgütü'nün maşası, aileleri de Vali Hazretlerinin tarifindeki gibi... E bunlar ne de olsa çocuk ve devlet güçlerinden korkuyorlar, cesaret almaları gerekiyor. O da yine 'terör örgütü' elemanı olan uyuşturucu şebekelerince karşılanıyor... Tamamlanan ve Türkiye kamuoyuna sunulan tablo bu.
Tekrarlayalım...
Hala doğumun gecikmiş olmasına bakarak, gebeliğin de olmadığına inanmak istiyor...
Böyle olmasaydı; kolunu kırdığı, panzerini üzerine sürdüğü çocuğun arkadaşlarının öfkesine bakmaktan korkmazdı...
Denenmiş ama tutmadığı defalarca kanıtlanmış metodlara sarılmazdı...
Hadi insanlığın temiz mirasından süzülen normları bir kenara bırakıyorsunuz bari kabul ettiğiniz BM'nin uyarılarına birazcık kulak verin...
TUNCEL FİKRET

5 Ocak 2010 Salı

Birinci madde rafta ise...

Türk İçişleri Bakanı ve Milli Birlik Projesi Koordinatörü Beşir Atalay, 13 Kasım'da  'Kürt açılımı'nın somut adımları beklentisine cevap vermişti. Meclis'teki sunumunda Atalay, kısa, orta ve uzun vadeli adımları sıralamıştı. Aslında Avrupa Birliği ile uyumun zorunlu kıldığı bazı tedbirleri aşamayan Atalay, 'Anayasa değişikliği'ni de başka bir döneme havale etmişti. 
Türkiye’nin ertelenmiş, dondurulmuş, ihmal edilmiş, kronik hale gelmiş siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlarının çözümünü, toplumsal istem ve desteğe; uluslararası konjonktüre rağmen AKP lehine devşirme gayretli ucube formüllerle geçiştiren Türk Hükümeti, zaten Kürt meselesine yaklaşımını da yeterince göstermişti. 'Terörün sonlandırılması' ve 'demokratik standartların yükseltilmesi' diye eşgüdümlü bir porgram dahilinde yürümek isteyen Türk Hükümeti'nin muradının dinamo/ana gövde konumundaki Kürt hareketinin bastırılması, ceza kavramının bazı yansımalarını esnetmesi olduğu anlaşılmıştı.
Bakan Atalay, yeni dönem sloganının ‘herkes için daha fazla özgürlük’ olduğunu belirtmişti. 13 Kasım'dan bugüne 'herkes için daha fazla özgürlük' sloganının hayattaki karşılığını gördük, görüyoruz.
Konumuz, Atalay'ın o gün açıkladıklarının birinci maddesi. Yani '18 yaş altındaki tüm çocukların Çocuk Mahkemelerinde yargılanmasını sağlamaya yönelik kanun tasarısının Meclis’e sunulduğu' müjdesi!..
Aslında Kürt çocuklarının, ömürlerini katbekat aşan hapis cezalarıyla terbiye edilmesini öngören ve bütün uluslarüstü sözleşmelerle çelişen, insani ve uygar normları iğfal eden 'Terörle Mücadele Kanunu'ndaki düzenleme, AKP'nin eseriydi. Atalay'ın müjdelediği esneme ise özünde suç ve ceza kavramlarına dokunmuyor sadece yargılanacakları mahkemeyi değiştiriyordu. Bu kadarı bile olumlu bir başlangıç olarak görülmüş ve gözler 10 Aralık'a çevrilmişti.
Türk Hükümeti, Kürt çocuklarının protesto gösterilerinde yer aldığını gerekçe göstererek, tasarıyı 10 Aralık'ta gündeme getirmedi, bekletti. Dün de anlaşıldı ki bekletme, rafa kaldırmaya dönüşmüş. Tasarının ertelenme gerekçelerini Hürriyet gazetesine sıralayan AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş, Türk kamuoyunun hassasiyetlerine sığındı. Molotoflu eylemler ve yeniden yargılama maddesindeki muğlaklık da 'yasal bahane' oldu.
Sonuçta en kolayı diye belirtilen 'açılım'ın birinci maddesi rafta bekliyor ama devlet terörü farklı renkleriyle sürüyor. Önceki gün 5 çocuğa 306 yıla varan hapis cezası istemini konu alan bir haber gazetede yer aldı.
Kürt siyasetçi 'açılım bitti' dediği için kızıyorlar; Türk Hükümeti'nin 'açılım devam ediyor' nutuklarını alkışlıyorlar. Birinci maddeyi rafta bekleten hükümet, demokratik bir Anayasa yapabilir mi?..


TUNCEL FİKRET


http://twitter.com/tuncelfikret