27 Eylül 2010 Pazartesi

'Sürün'genler!

Arif Doğan 65'ine girdi... 
90'ların ilk yıllarına kadar Kürt coğrafyasında hem ihanet tarlasının sürülmesinde hem de sınırsız-sorumsuz bir insan azmanı olarak, Türk ordusu bünyesinde kurulan JİTEM şebekesinin önemli isimlerindendi. İnsanlık emeklisi olduğu farkedilince insan katletme maharetine güvenilerek geçtiği şebekeyi bir süre sonra halefi ve 'kavat' dediği Veli Küçük'e bırakarak, alay komutanlıklarının ardından askerlikten de emekli edildi. Yoğun tecrübesini Türk siyaset arenasında da sergilemek üzere şimdinin AK Parti Genel Başkan Yardımcı Hüseyin Çelik ile aynı yıl DYP'den milletvekili adayı oldu. Ancak Kırıkhanlı olan Doğan'a Hatay yeterli oyu vermedi. Doğan, bu başarısız girişiminin ardından bir süre üniformasız çetecilik yaptı. Sonrasında Ergenekon soruşturmasına dahil oldu... 
Arif Doğan'ın kıyım porföyünü bilenler, elinde bastonu ve kısa pijamasıyla polislerin arasında zar zor yürüyen bir kütle gördüklerinde büyük siyaset kurgularını bir kenara bırakıp, sadece kolundaki kişilerin Kürt güçleri olmadıklarına hayıflanmışlardır...
Arif Doğan, herkesin hastanede zannettiği bir dönemde Türk medyasına konuşmaya başladı. JİTEM'i kendisiyle başlattıp bitirmesi dışında bildiklerinin bir kısımını anlatmakla yetiniyor ve yargıya konuşmak istediğini paylaşıyordu. JİTEM ile özdeşleştirip, bütün sorumluluğu alırken aynı zamanda kendisini koruyamadığını düşündüğü ahtapotun büyük gövdesi olan Türk ordusuna sitemini gözdağına dönüştürüyor: Çizdiğim çerçeveyi de aşarım...
Arif Doğan, Ergenekon yapılanmasını, kendisinin içinde yer alamayacağı kadar küçük ve karmaşık bir yapı olarak gördüğünü bayağı kelimelerle ifade ediyor, icraatlarıyla gurur duyuyor, ırkçılığının farkında bile olmadan hayıflanıyor. 
Arif Doğan'ın solunum cihazına bağlı, yağlarla ürülü bir hacim ve ailesinin bile yüz çevirdiği bir yığın olduğunu gören her mağdur sadece şunları söyleyebilir:
Arif Doğan, kötürüm ruhunun fiziğine sirayetine rağmen katil olmanın gururunu, 'pezevenk-tezek' karışımı üretiminden tadamadan solunumsuz kal!..
Arif Doğan, o katil ruh siz doğmadan vardı ve arifçe neslinize de zerk edildi. Katil sürüngenler olarak bir halkı yok etmeyi görev edindiniz!..
Arif Doğan, katletmekle yetinmediniz, kimi parçalarını ucubeleştirerek yüzyıllarca sürecek travmayı musallat ettiniz. Uğruna ölüm makinası olduğunuz ırkınıza da utançsınız!.. 
Arif Doğan, şimdi siz katil sürünenler olarak artık kimi zaman kontrollü kimi zaman da dilinizin yellenmesiyle dökülürken hiç şaşırmıyoruz!..
Arif Doğan, ölüm size kurtuluştur. Ödünç alınmış cesaret ve hiçbir zaman gerçekleştirilmemiş başarıyla övünme gülünçlüğünüzle çıldırın!.. 
Evet, dört duvar içine hapsedildiğiniz, eviniz de olsa çıldırın...

Yirmibeşkuruşluk!

Yirmibeşoğlu Sabri ise 83'üne girdi...
50'li yılardan 90'lara kadar Milli Mukavemet Teşkilatı, Seferberlik Tetkik Kurulu, Özel Harp Dairesi, Kontrgerilla, vs.. gibi 'mümtaz' kurumların başında, içinde, yanında yer almış biri; Harekat Daire Başkanlığı, MGK Genel Sekreterliği... say say bitmez...
1991 yılındaki bir röportajda 6-7 Eylül barbarlığının bir özel harp işi olduğunu gururla anlatırken; 2006'da bunu inkar etti. "6-7 Eylül de, bir özel harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı... Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?" diye soruyordu hepimize. Hülasa, devletin kirli işlerinin ya faili, ya tanığı ya da teorisyeni durumundaydı...
Ahmet Özal'ın babasına suikast ile ilgili adını vermesiyle tekrar gündeme geldi. Ekranlara çıkarak cevap yetiştirdi. Kendisinden emindi; moderatöre, "korkma, sor sor, çekinmeden sor" diye komut veriyordu. Heyhat, Yirmibeşoğlu'nun insanlığa meydan okuması bir yere kadardı ve artık bütün uzuvları kontrol altında değildi. Dilinin yellenmesiyle "Halkın mukavemetini güçlendirmek için gerekirse cami de yakılır. Biz bunu Kıbrıs'ta yaptık" itirafını ağzından kaçırıverdi. Maalesef biz yine biliyorduk, yaptıklarını. Fakat 'peygamber ocağı' yanılsaması ve 'Allah Allah' nidasıyla bütünleşen Türk ordu gerçeğini Türk toplumunun önemli bir bölümü kabullenmek istemiyor. Yirmibeşoğlu gibiler, tedirginler, neler olacağından pek emin değiller. Yarı ölü bedenlerini kurtarmanın telaşını yaşıyorlar. Tereddütlüler.
Yirmibeşoğlu Sabri'ye hatırlatalım:
Artık çoğu şey biliniyor... sizinkiler kaybetti, kaybettii diyorum paşaaa!..
Kürtler, Kemalizme reddiye ve zora zor metoduyla orduya kafa tutup takattan düşürdüler, paralel Türk toplum katmanları bütün hücrelerine nüfuz etti...
Sosyalistler lojistik sağladılar, liberaller entelektüel tokat atıp 'yabancı diller'ini konuşturdular...
Kemalist devlet dediğin, bir zamanlar Çiller'in yanındaki boyalı saçlı adamlar gibi kof bir kütleye dönüştü...
Eee nüfuz edenler, şimdi sadece iki parmağını burun deliklerine sokup minik bir sendeleme girişimiyle yere atmak üzere...
Nur topu gibi yenisinin doğum sancıları ile eskinin beyin ölümünün yası senkronize vaziyette...
Fişi çekilmek üzere...
Duydun mu paşaaa?!..
Arif Doğan ve Sabri Yirmibeşoğlu, bari şimdikiler, sizin akıbetinizden ve sizlere rağmen Kürtlerin geldiği noktadan ders çıkarıp, çıplak gerçeği kabullenseler. Artık şunun farkına da varsalar: "Sömürgeleştirilen insanı mahveden sömürgecilik, sömürgeciyi de çürütmektedir..." 

24 Eylül 2010 Cuma

BDP'li belediyeler ve eleştiri

Kürt hareketinin devlet zoruna karşı koyuşunun zirve yapmasının ardından tekçi yapısına itiraz ederek kimliklerine sahip çıkan ve bunu siyasal bir formasyona büründüren Kürtler, kitlesel olarak da edilgen çevrenin merkezinde çelik bir çekirdeğe dönüştü. Büyük bir mücadele azmi, direnci ve elbette karşılığını da ödeyerek edilgen çevrenin içinde yeni halkalar açtı. Bu yolculuk farklı biçimlerde kendini yenileme yeteneği kazanarak, kimi zaman biçimsel format değişiklikleriyle devam ediyor. Katı bir örgüt şeması olmasına rağmen bütün siyasal hedefli organizasyonlar gibi ve özellikle halk hareketlerinin doğası gereği Kürt hareketi de toplumsal tasavvurunun nüvelerini daha geniş yerleşim birimlerine taşımak istedi. Yasal zeminde aktüel politikaya dahil olmak, bunun önünü açan uzun soluklu bir uğraş oldu. Nihayet nüfuz alanına denk düşecek ve/veya yetecek oranda yerel yönetimleri devralma, bu uğraşın meyvesi olarak göründü. 4-5 gencin 40-50 bin nüfuslu kentlerde gizli buluşmalarının gerekçesi olan siyasal donanım, o kentleri yönetecek kıvama geldi. Bu sıradan ve azımsanacak bir başarı değildi. Dolayısıyla 'kendimizi ve kentimizi biz yöneteceğiz’ isteminin kararlılığında somutlaşan özyönetim, bugün dile getirilen Demokratik Özerklik özgüvenine kaynaklık etti. Özetlemeye çalıştığım bu halk dinamizmi, bugün 98 BDP’li belediye ve Türkiye Meclisi’nde temsil edilen BDP Grubu olarak mevcudiyetini koruyor.

Konumuz olan belediyelerde herşey yolunda mı?

Bu sorunun cevabını vermeden Kürtler için netameli olan bir soruyu ne hakla soruyoruzun cevabını vereyim. Biz gazeteciyiz. Elbette yüzümüzü egemen devletlere ve onların izdüşümlerine çevirip kalemimizi kırpmadan kelimelerimizi yüzlerine fırlatacağız. Yalan, hile, haksızlık ve insan soyuna ihanetlerini deşifre edip milyonlarla paylaşacağız. Bu, asli işimizdir ama biz, içinde yer aldığımız Kürt sokağını gözardı edemeyiz. Yerel düzeyde de olsa kısmi Yürütme erkinin mekanizmalarını eleştiriden muaf tutamayız. Elbette BDP ve yansıması olduğu ana yapı eleştirilir hem de sert eleştirilir. Şerhlerimiz şunlar olmalı:
* Doğru bilgiye dayalı analiz; üstüne bina edilen eleştiri egemen ulus psikolojisinin kibirinden uzak olmalı.
* Kürt aydınının BDP'yi eleştiri platformu Türk medyası olmamalı. Ki, yapılanların çoğu eleştiri değil, aferin katsayısını artırma gayretinin getirisini beklemenin dramadır.
* Kürt gazeteci de BDP’yi ve dolayısıyla belediyeleri bunları gözönünde bulundurarak eleştirebilir.

Sorunun cevabı

Şimdi bu çerçeveye sadık kalarak, sorumuzun cevabını verelim. BDP’li belediyelerde maalesef herşey yolunda değil. BDP’nin mirasını devraldığı DTP’nin yerel seçimlere giderken halka sunduğu bir vizyon ve kendisini bağladığı taahhütler var. Kentlerini yönetmeye başlayan Kürt siyasetçiler, yönetim ve hizmet denklemini Türk siyasal yapılanmasından farklı, dünyadaki demokratik örnekleri de baz alarak kendine özgü bir model üzerine kuracaklarına dair yükümlülük altına girdiler. Demokratik Özerkliğin ana damarları olacak belediyeler, halkın azami düzeyde yönetime katılmasını, karar süreçlerini etkileme hatlarının açık tutulmasını ve hizmet önceliklerini belirleyebilme hakkını mahfuz tutmasını sağlayacaktı. Bunun hem ana hem de lokal formülasyonu, bütün talipler tarafından benimsenmiş ve onbinlerin önünde tekrar edilmişti. Temel paradigmasının cevaz verdiği şehirciliği esas alacak ve nüfusun dil, kültür ve inanç gerçeğini kamu alanına taşıyacaktı. Elbette Türk devleti, hem Yargı ve hem de onu etkileyen Yürütme gücüyle üzerlerine gelecekti: geldi ve geliyor. Yerel yönetimlerin yüzlerce kadrosu devlet zorbalığının gadrine uğradı ve halen önemli kentlerin belediye başkanları cezaevlerinde. Kürt siyaseti bu yönelimlerin acemisi olmadığı için mevcut tabloyu izaha yetmez.

Nedir yapılamayan?

Basit ama belirleyicilik ölçütü açısında ciddi örnekler verelim:
• Çok dilli belediyecilik Kürt siyasal yapısının Türkiye ile tanıştırdığı bir anlayış. Üstelik topraklarımıza uygun teorik çerçevesini ve uygulama sahasını da kendileri belirleyip, hayata geçirmiş. Halen tutuksuz yargılanan Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, bunun ceremesini çektiği gibi bedelini de ödedi. Görevden alındı ama halk, tekrar Sur’un anahtarını teslim etti. DTP ve belediye başkan adayları bu de facto duruma ortak olacaklarını duyurdu. Toplumla yazılı/sözlü sözleşme yaptı. Anadilin Kürtlerin temel talepleri ama devletin kırmızı çizgileri arasında yer aldığı bilinmesine rağmen, büyük oranda fiili bir durum ve durumun deklare edilmesine tanık olmadık.
• Dil meselesiyle bağlantılı ve iletişim araçlarıyla medyanın kullanımını da kapsayan diğer bir örnek. 98 belediyenin önemli bölümünün bir web sayfası yok. Van ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin hem fonksiyonel hem Kürtçe ve İngilizce versiyonları da olan web sayfaları mevcut. Kayapınar’ın Kürtçe bölümünde başlıklarla yetinilmiş, Tatvan’nın Kürtçesi kısmen. Iğdır, Şırnak ve Siirt gibi büyük kentlerin bile yok. Üstelik Siirt’in Arapça; Iğdır’ın Azerice duyarlılığı olması gerekirken bunlardan mahrum bırakılmış. Geri kalanlarında da Türkçe tek dil. Çoğunda kentlerin tarihi bile herhangi bir Türkçe ansiklopediden aktarmakla yetinilmiş. Öyle ki Doğubayazıt Belediyesi „Ahmed-i Hani“ yazarak web ziyaretçilerine bir x’yi bile çok görmüş. Dersim gibi bir yerin belediyesi web sayfasına 'Zazaca’ yanlış tanımıyla müjde vermesine rağmen maalesef fonksiyonsuz bir linkten ibaret bırakmış.
• Belediyecilik, sadece kilit taşların düşenmesi veya kozmetik müdahalelerle geçiştirilebilinir mi? Kentlerimizin 80 yıllık birikmiş altyapı sorunlarından tutun imar planı ve problemleri, kent içi ulaşım, temizlik, yeşillik, kent-insan bütünleşmesi vs… Bütün bunların yanı sıra kentlilik bilinci ve ona göre hizmet skalası olmalı. Merkezi yönetimin bariyerlerinin inadına kent bileşenlerinin de katılımıyla hizmetin öncelliği, biçimi, süresi ve kaynağı ele alınmalı. Bu konuda belediyelerimizin çoğu bütüncül bir fotoğraf vermiyor. Hizmette Van Belediyesi, katılımcılıkta ise Hakkari Belediyesi baz alınmıyor. Van Belediyesi, iflas eşiğinde devraldığı belediyenin adından olumlu sözettirir; Hakkari Belediyesi kentin bütün bileşenlerini, ileri gelenlerini karar süreçlerine dahil eder ama belediyelerimizin çoğu bu çabaların meyvelerini görme yanlısı olmayı zor görüyor.
• Referandum süreci ve sonuçlarına iyi bakmak lazım. Tek tek kent sonuçları elimde olmasına rağmen detaylara boğmayacağım. Ancak şu kadarıyla yetinmeliyim. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir'in, bir hedef belirleyip kendi pozisyonunu ortaya koymaktan tereddüt etmediği bir ortamda bazı başkanların kentin bütün mahallelerine bile gidememesini tembellikle izah edip geçemeyiz. Eğer bir kentin esnafı, sadece BDP’li belediyeyi Türk siyaset temsilcisi selefini arattığı için sandığa gitmişse orda alarm zilleri çalıyor demektir. Üstelik her BDP’li belediyenin etrafında BDP’li olmayan belediyeleri de almayı erteletmeyecek gıptayı sağlaması önemliyken…

Simsarlar sevinmesin

Bu örnekleri uzatmanın anlamı yok. BDP’li belediyeler Türk siyaset bezirganlarının koca köyler olarak bıraktıkları kentleri; kültür, sanat faaliyetleri ile hizmet anlayış ve şevkleriyle yaşanılır mekanlar haline getirdi. Büyük bir özveriyle, devlet kıskacına rağmen sınırlı ekonomik kaynaklarla cebelleşiyor. Pusuda bekleyen Türk siyasetinin coğrafyamızdaki brokerlarını sevindirmeyelim. Daha iyisini yapabilme potansiyelimiz var; hem insan kaynağı hem de siyaset projeksiyonu açısından. Bırakın size kara çalacakların dilleri, sadece dişlerle çevrili bir alanda kıpırdayan birer uzuv olarak kalsın. Çocuğuna istediği adı koyamayan, anadilinde eğitim veremeyen ya da coğrafyasının adından ürken simsarlar, çerçilikleriyle kalsın. Hayalleri bile Kemalizm ve Türki İslam ile türevlerince çembere alınmışken aynı fasit dairenin içinde herhangi bir noktada durmayı tercih sananlar sizden utanabilsin. Şeref, haysiyet ve onur, soyut kavramlar değil; insan bütünlüğünün hakikat sınavında bedeller ödeyerek vicdanına karşı başı dik durmasıdır. BDP’li belediye başkanlarının bunun farkındallığını fazlasıyla yaşayan insanlar olduklarına inanan bir gazeteci olarak isteğim: Özgürlüğünden korkan insan enkazlarına karşı bizi rüsva etmeyin…

22 Eylül 2010 Çarşamba

TZPKurdî ve kemküm!

Tevgera Ziman û Perwerdehiya Kurdî (TZPKurdî) 23-25 Ağustos tarihleri arasında 4. Kürtçe Eğitim ve Dil Konferansı'nı yaptı. 76 delegenin katılımıyla Amed'de gerçekleştirilen konferansta, hem yeniden yapılanma tamamlanmış hem de bir ajanda çıkarılmıştı. Elbette Kürt hareketinin yansımalarından ancak özerk bir yapılanma olan TZPKurdî, bütün bunları da 26 Ağustos'ta kamuoyuyla paylaştı. Alınan kararları bir kez daha hatırlatalım ki 20-25 Eylül'de Türk okullarını boykot kararı nerden çıkmışı anlamayanlar anlasın:
* Eğitim sisteminin oluşturulması için müfredat ve 8. sınıflara kadar eğitim kitapları hazırlanacak.
* Okulların açılmasıyla bir hafta dersler boykot edilecek. Boykot haftasında ilköğretimden üniversiteye kadar bütün öğrenciler aileleri ile birlikte, anadilde eğitim taleplerini içeren dilekçelerle ilgili devlet kurumlarına başvuracaklar.
* Bütün Kürt kurumlarında çalışan kişiler Kürtçe eğitimden geçirilecek.
* Zazaki lehçesine ilişkin bir çalıştay düzenlenecek. 
* Azadiya Welat'ın Kürdistan'da birinci gazete olması için her türlü çalışma yapılacak. 
* Artık mahkemelerde savunmalar Kürtçe yapılacak.
* Konferansımız, işyerlerinin isimlerini Kürtçe yazmaları için Kürt esnaf ve işverenlere çağrı yapar ve bunun için toplu başvuruların yapılmasını ister. 
* Yerleşim yerlerinin isimlerinin Kürtçe olması için gerekli çalışma yürütülecek. 
* Kürt siyasetçilere de Kürtçe yazma ve siyaset yapma çağrısı yapıyoruz. 
* 15 Mayıs Kürt Dil Bayramı, Newroz gibi büyük bir coşkuyla kutlanacak. Bu yılki kutlamalarda Ehmedê Xanî'ye özel bir yer verilecektir.
* Çocuklarını herşeye rağmen kreşlere gönderenler, kreş sahiplerinden Kürtçe hizmet istemelidirler. 
* Konferansımız Kürt imamların dini bayramlar, Kürt Dil Bayramı'nda ve benzeri günlerde Kürtçe vaaz vermeleri için çağrı yapar.

Dinamik bir süreç

Demek ki TZPKurdî, Kürt dilini kendisine dert edinen özerk bir yapı olarak, referandumdan önce kendi delegeleriyle yaptığı konferansta uzun bir zaman dilimine yayılacak kararlar ve besleyici faaliyetler için kademeli bir takvim hazırlayıp, duyurmuş. Bunları yaparken Kürtlerin aktüel pozisyonlarını ve temel talepleri ile dinamiklerini gözardı etmeden doğru bir rota belirlemiş. Başta DTK, BDP ve hatta KCK olmak üzere diğer bütün Kürdistani yapıların, bu kararlar bütününe ve uygulanma iradesine bakarak saygı göstermesi yerinde olurdu. Anadil gibi doğal, insani, meşru ve bütün evrensel hukuk normlarının cevaz verdiği bir talep için zaten herhangi bir devlet veya Kürt otoritesinden icazet beklemek abes olurdu. Kürdistan'daki bütün farklılıkları bünyesinde barındırma ve dikkate alma misyonuna sahip DTK bile "TZPKurdî niye bana danışmadı, kararına kayıtsız kalırım" deme lüksüne sahip değilken, tamamı bir heybeye girip AKP'nin terkisine asılan kimi Kürt çevrelerin burun kıvırmasını anlamakta zorlanıyorum.

Sizi rahatsız eden nedir?

Yukarıda sıraladığım kararlarda, politik bir Kürt yapısını değil, elinde devletin silahını tutan korucuyu bile rahatsız edecek ne var? Bırakın Kürt, insan türünün asil dölünün hiçbir mensubunun itiraz edeceği bir nokta yok. Türk devleti ve bileşenleri ile ırçılık batağında debelenenler, telaşa kapılıp set çeker. Çünkü hem ideolojik hem de yapısal varlıklarına kastedilmiştir. Onlar da tedbirini kanlı, kansız aldı/alıyor. 
Bütün Kuzeyli Kürtlerin yayınlarına baktım. Anadil gibi kaytarması zor bir mesele olduğu için TZPKurdî'ye rağmen kerhen desteklerini yazıya dökenler bile onlarca şerh koymayı ihmal etmemişler. AKP'ye 'yetmez ama evet' diyebilecek, TRT-6'yı öpüp başına koyabilecek kadar teşne ve tolerans sahibi zevat, pedagojik kaygılardan girmiş reel politik çıkarlar çamurundaki patinajın ardından kenara seyirci olarak ilişmiş. 

Duydunuz mu?

Bahsettiğim; yarı mülteciliğini artık siyasal bir gereklilikten çıkarıp dünyanın nimetleriyle taçlandıran internet gevezeleri ve onlarla düşünsel simbiyotik beslenme düzleminde buluşan 'Kürt aydın kontenjanı'ndan bu 4 günde kayda değer bir söz ve/veya eylem duydunuz mu? Tüzel kimliği parti, birlik, dernek vs. olan ama hepsini toplasan ortalama bir Kürt aşireti kadar nüfusu ve nüfuzu olmayan bu yaşlı ve yorgun kalabalığın, Türk okullarını boykota bakışlarındaki hasedi ve başarısızlık umuduyla istem dışı ses çıkaran el okşamalarını gördünüz mü? Tek tek örnek vermeyeceğim ama her koşulda ortak paydalar sözkonusu olduğunda önyargısız ve kurumsal angajmanından bağımsız istisnaları tenzih ederek yazıyorum: Bu zavallılığı izliyorum, okuyorum...

Size sesleniyorum

Devletin bütün aygıtlarıyla boşa çıkarma girişimlerine rağmen yukarıdaki ajanda, bedelini ödeye ödeye uygulanacak. Türk özel savaşına lojistik sağlayan Kürtler, referandumda olduğu gibi 'PKK düşmanlığı' üzerinde bir koalisyonda buluşmanın mutluluğunun boş sandık gibi gümbürdeyeceğini bilmeli. Yanlış hesap, TRT-6 koridorunda steril bir evcimen algısı yaratabilir ama Kürt sokağında kırmızı rujlu bir izmarit değeri görür. Kürt halkı, egemen devletlere isyan ve örgüt beğendiremediği gibi sizlere de talep ve eylem mi beğendiremeyecek?.. 
Hadi 'Mehmet'i deformasyona uğramış, 'Metin' olamayan ve 'er'liğine kimsenin tanık olmadığı fırıldağı geçtik... 
Hadi 'ay' altında 'Kemal'ine 'burka' giydirecek kadar 'PKK biter bana da düşer' bekleyenini geçtik...
Hadi 'düşünür' olarak takdim edilirken Kürt çocuklarına 'vandallar' diyecek kadar 'Fırat'ın doğusunu kendisine haram eden bir 'Ümit'sizi geçtik... 
Hadi, Colemêrgli olup hayatında tek bir gün gözaltı ve tek bir devlet fiskesi yememenin başarısını gösteren; kötü Kürtçesiyle Türkçe masallar anlatan, 'Kaya'sı 'Kızıl'dan turkuvaza dönen 'Muhsin' pişkinliğinin 'demokratik' istihzasıyla sinsi kıvraklığını geçtik...
Hadi boykota katılan Kürtleri 'eve kapatma' ve siyasal yapısını 'çete' görecek kadar iktidar yumuşatıcısı marifetiyle fikri bir tarafına kaçan 'sızıntısı'nı idrakte kararsız Zamane şairini de geçtik...
Kosova ve Kuzey Kıbrıs'a bakıp burnu yanan sizlere, evet evet sizlere soruyorum: Jîrkîlerin kanlı göbek bağını keserek, kirli silahı ve mobil barikatı olmak istemediği devletin acımasız silahına, siyasal mermiyi şefkatle yerleştirmek sizi niye ihya ediyor?..

17 Eylül 2010 Cuma

Türk devleti ve iyimserlik

Türk devlet geleneğinde sorunları adil, karşılıklı rıza ve kabule dayalı çözme yeteneği yok. Tarihsel serüvenine bakıldığında bu yeteneğin edinilmek istenmediğini görürüz. Zamana yayma, bastırma, yok etme veya tolere edilebilir eşiğe getirerek birlikte yaşamayı yeğlediği sabittir. Bu bir devletli Türk refleksidir ve dönemsel renk değişimlerine rağmen cari bir vakadır. Dışardan kabul ettiği meselelerde çözüm formülü nettir; ya kültürel-zihinsel sindirim sistemini genişleterek müttefik olur ya da kontrollü bir düşmanlık gerilimiyle idare eder. İçerden gördüğü sorunlar karşısında ise daha agresif, saldırgan, parçalayıcı ve merhametsizdir. 
Mısır'daki Kavalalı olayından tutun Balkanlara (Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Romanya, vs..) Arap coğrafyasına ve Girit'e kadar. Bunlar çözülmedi, kırıldı. Ermeni ve Kıbrıs meseleleri, büyük mezalimlere rağmen kısmen güncelliğini koruyor. Kürt meselesinde de Ermeni ve Makedon halklarının yaşadıklarının bileşimi yaşanmaya devam ediliyor. Bırakın halklarla ilgili meseleleri hala dünyanın en büyük metropolüne sahipken imar sorununu bile çözemiyor.
Kürtlerin bu gelenekle ilgili tarihsel ittifak kurgularını referans göstererek, güncel anlamlar yükleyip günümüze yanlış tercümelerinin dörtbaşı mamur bir AKP ve yeni Kürt işbirlikçiliğini doğurduğunu söyleyip, itiraz etmenin şimdilik faydası yok. 'İttifak' dediğimiz işbirliğinin 'iyi Kürtler'le yapıldığını ama 'Kötü Kürtler'in ekarte edildiğini yeniden kendimize anlatmaya gerek yok. 
İşte bu devlet geleneğinin başındaki siyasi iktidarın yukarıdaki iki temel parametrenin dışına çıkacağına yönelik karamsarlığım devam ediyor. Son Hakkari katliamı ve 'değişimci-reformcu' Gül-Erdoğan kliğinin kirli dilleri karamsarlığıma katkı sunuyor.
Birazcık yakın dönem hafızamızı tazeleyelim.
Kürt hareketi, 1 Haziran itibariyle yeniden savaşmak zorunda kalınca sürmekte olan yeni-eski devlet uzlaşısı ortak bir plana dayalı hamleler yaptı:
* Askeri olarak; cesetleri bile tahrip edecek kadar ilkel yöntemleri digital silahlarla harmanladı.
* Diplomatik olarak ittifaklarını bütün çelişkilere rağmen sıkılaştırdı. 
* Kürtlerin 30 yıllık kazanımlarını bertaraf etme işini polis-adliyeye havale etti. Medyanın manipülatif gayreti yoğunlaştırıldı.
* Kürt bölgesindeki sivil toplum ve PKK'ye uzak kesimlerden bir blok oluşturup, Kürt hareketinin karşısına dikmek istedi.
* Türkiye kentlerinde yaşayan Kürt nüfusu kovmakla tehdit ederek, kontrollü operasyonlarla sindirerek, Kürt hareketinin nüfuzunu kesmeye başvurdu.
* Öcalan üzerinden silahlı unsurların kenara itilmesini sağlamak. Referandum sürecinde Kürtleri sistemin herhangi bir tercihine monte etmeye uğraştı.
Sonuncu maddeden başlanarak, bunların hepsi deşifre edildi; kısmen de etkisiz kılındı ve Kürt hareketi kendi ajandasını taktik hamlelerle besleyerek ilerledi. 
'Eski-yamalı anayasayı boykot' ve bu dinamik-kararlı güce eşlik eden özyönetimin ifadesi 'Demokratik Özerklik' ile birincisine yaslanarak ikincisine yol almanın etabı olacak olan 'anadil için okulları boykot', Türk devlet aklının bütün unsurlarını hoplatmaya yetti. Üzerine uluslararası şahsiyetlerin dahil olduğu görüşmeler geldi.
Bunun için eski devlet, yer-zaman-yöntemini kendisi belirleyerek bilinen adımlarından birini attı: Sivilleri katlet, PKK'nin üstüne yık ve çözümsüzlük üzerine iktidar dengeleriyle uzatmaları oyna. Yöntemde Güçlükonak ancak beceride Şemdinli gibi olan katliam, o kadar pervasızca yapıldı ki Erdoğan ve Gül, toplumun büyük desteği ve dışarının itme gücüne rağmen sahiplendiler. 
Tekrar başa dönelim, Türk devlet aklı çözümden korkmaktadır. Başbakan ve bütün iktidar ile muhalefet bileşenlerinin okulları boykottan bu kadar ürkmelerinin sebebi de çözüm halinin karşılarına çıkaracağı çıplak gerçekten ürkmeleridir. 
Çok karamsar oldu; biliyorum ve ekliyorum: Makedonya ve Bulgaristan birer bağımsız devlettir. Kürtler, nüfus ve nüfuz itibariyle Ermenilerin akıbetine uğrama eşiğini atladılar. Sınırların yeniden çizilmesinden de, 40 milyon Kürt'ün her halükarda 6 bin silahlı itirazcı çıkaracağından da Türk devleti korksun. İyimserim...

6 Eylül 2010 Pazartesi

Kapatıyoruz... yenisini açıyoruz!...

"Diyarbakır Cezaevi'ni kapatıyoruz. Değerli kardeşlerim, ilk işimiz yeni cezaevini süratle yapıyoruz, bitireceğiz. Ve yeni cezaevi biter bitmez hemen o mevcut malum Diyarbakır Cezaevini de değerli kardeşlerim yıkacağız. Ve istiyoruz ki orası artık varlığıyla sürekli bize 12 Eylül'ü hatırlatmasın istiyoruz, hatırlatmasın."
Başbakan Erdoğan'dan yaptığım alıntı, hükmettiği devletin yeni vizyonunu anlatan; sade, anlaşılır, net ve kolay tamamlayıcı dört cümledir. "Diyarbakır Cezaevi'ni kapatıyoruz" ilk cümlesiyle hepimiz umutlanıyoruz. Bu cümle, duygusal bir girizgahın ardından gelmiştir ve itirazsız ortak kabuldur. 'İyi Kürtler' bu cümleyle yetinip durur. Devamını bekleme zahmetleri ve niyetleri yoktur. Ama Türk Başbakan, iki cümleyi patlatır ve bu, 'iyi'lerden ayrılan Kürtlerin sensorlarını rahatlıkla uyaracak büyüklüktedir: "Değerli kardeşlerim, ilk işimiz yeni cezaevini süratle yapıyoruz, bitireceğiz. Ve yeni cezaevi biter bitmez hemen o mevcut malum Diyarbakır Cezaevini de değerli kardeşlerim yıkacağız."
Yani Amed, zindanların en yenisine en iyisine layıktır. AKP gibi çalışkan hükümet de varken süratle yapılıp bitirilecek. Amed'i zındansız bırakmayan hükümet, elbette eskisini de yıkacak. Türk Milli Eğitim Bakanlığı arsasını beğenmiş, TOKİ sırada; değerlendirilir. 
Mesele burada. Bu coğrafyada her şey yıkılıyor gibi yapılıyor ama yerine daha 'incesi' inşaa ediliyor. 'İyi Kürtler' zahmetli olduğu için eski veya yeni yerine değişmeyecek olan zindan gerçeğini görmek istemezler. 
Başbakan, bu iki cümlenin ardından artık kendisini dinleyecek 'Kötü Kürt' bulamamanın rahatlığıyla abanır. Hatırlatma gereği duyarak sorgu mekanizmalarını bloke ettiğini düşündüğünden, tarihsel hafızamıza da müdahale hakkını kendinden bulur. "Abartmayın işte unutun gitsin" dercesine finalin tadını çıkarır: "Ve istiyoruz ki orası artık varlığıyla sürekli bize 12 Eylül'ü hatırlatmasın istiyoruz, hatırlatmasın."
Seyid Rıza ve Şeyh Said'i mezarsız bırakan devletin Başbakanı'na da bu yakışırdı.
Yanıtını hep birlikte göreceğiz.
Başbakan'ın Kürt meselesini niye kabuledilebilir ölçekte çözecek lider profiline sahip olmadığını, somut örnekleriyle çok yazdık. Hem düşünsel bagajı hem de politik işgüzarlığının çıplaklığını anlattık. Milliyetçi-muhafazakar özünün zinde, saldırgan ve kibirli halinin üzerine zaman zaman örtünen konjonktürel şallara aldanmadık. Akşam gazetesinden İsmail Küçükkaya'ya anlattıkları, çok net bir sağlaması oldu: "Selahattin Demirtaş... Sen önce bir Kürt ol bakalım... Akın Birdal, Niğdeli. Kürtlükle ne ilgisi var? Ufuk Uras aynı şekilde... Çok yanlış düşünüyorlar. Yanlış yere kanalize oluyorlar. Dünyadan yanlış örnekler veriyorlar. Çok konuşmayayım ama bunun faturasını da öderler. Kendileri öderler."
Başbakan'ın bu söylemlerini, her işaret aldıklarında BDP'ye ve 'kötü Kürtler'e kalem sallayanlar nasıl değerlendirdi? Cevabı çok kısa: Değerlendirmediler. Nerde zılgıt diye yakınarak Kürtlere dönüp 'idare edin' dediler. 
Türk medyasının temel karekteristiği 1925'te neyse bugün de odur. Konjonktürel iyileşmeler ve projeler çok belirleyici değil. Haber malzemesi, sübvansiyon gerekçesi, kurbanı-mağduru ve okuyucusu olan Kürtler, Türk medyasını hem de bütün renkleriyle tanıdı... Dolayısıyla 'Ahmet Davutoğlu Fan Club', 'Übermensch şizofrenler', 'Tanrı yazarlar' ve 'kötü Kürt avcıları' koalisyonunun, 'Kürt aşkını'nın sahiciliğinin farkındayız. Fakat yakındığımız şu: Başbakan Erdoğan'ın "Sandığa gidin gerekirse 'Hayır' oyunu kullanın"; CHP Lideri Kılıçdaroğlu'nun "Sandığa gidin isterseniz 'Evet' deyin ama gidin" davetlerinde temsilini bulan ortak paydada buluşmanızı niye ulvi gerekçelerle beziyorsunuz?.. 

3 Eylül 2010 Cuma

Koşanerdoğan!

Amed, Türk Başbakan Erdoğan'ı, Kutbettin Arzu'muzu tahrik ettiği 23 Şubat 2009'da çatkapı ağırlamak zorunda kalmıştı. Mitingi izledikten sonra şunları yazmıştım: "Türk Başbakan nihayet bütün güçleriyle Amed’de bir miting yaptı ve gitti. Şunu hemen belirtelim ki; Amed, mitingte yoktu. Mitinge, tercihini yapmış Diyarbakır’daki misafirler, 8 AKP’linin ve bilumum Türk patentli cemaat devşirmeleri vardı. Bir devletin Başbakan’ı işgal ettiği bir coğrafyaya her halükarda gider ama rahat gitmez; tereddütlüdür, yüksek güvenliklidir, dolaylı mesajlarla yüklüdür, omurgasına monte edilmiş işbirlikçi iliğe rağmen titrek dizlidir. Eğer bu Başbakan, Türk-İslam tornasından çıkmış, Türk devlet geleneğinin çıkınındaki ikinci yedek ‘İslamcılığın’ sosuna da bulanmış bir konjonktürel figüran ise elinde düşürmediği ve bir tarafında münafıklık diğer tarafından hilekarlık akan kılıcının parlaklığının farkında oluruz. Amed’in gözü kamaşmaz..."
Amed'in gözü kamaşmamıştı ve 'Kutbettin Ankara'da kalsın' demişti. Başbakan Erdoğan, bugün yine Amed'deydi ama bu kez amacı farklı. 
Son Kürt savaşını yürütecek olan 9'uncu Türk Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner, seleflerinin kötü bir kopyası ancak, Türk Başbakan'ın Kürt meselesindeki manevra alanını belirleyen temel aktör. Koşaner, görevi alır almaz tekçi Türk devlet sisteminin bir süre daha direneceğini ortaya koydu. Erdoğan da Türk Genelkurmayı'nın ulus devlet ve üniter yapı hassasiyetinin militer muhafızlığını, muhafazkar-demokrat bir dille savunur.
Koşaner, Türk ordu ve devlet zihniyetinin resitalini çekerken Başbakan hayran hayran dinler. 
Koşaner, aslında devlete de komuta ettiğinin özgüveniyle evrensel kavramların tanımını ve çerçevelerini de kendisinin belirleyebileceği hayal dünyasından seslenir, Erdoğan daha kıvrak bir atakla çarpıtmayı yeğler.
Koşanar'e göre, Kürtler (O Kürtler demiyor, dememek için uzun cümleler ve kirli bir dil kulanıyor) demokrasi ve hukuk devletinin sağladığı hak ve özgürlüklerin arkasına gizlenerek, bireysel seviyede kalması gereken talepleri siyasal alana taşımaya çalışmakta ve her geçen gün adeta devletle pazarlık yaparcasına, bu talepleri bir adım daha ileriye götürmekte. Erdoğan, adını anar ancak başlarını okşayarak uslu olanlara şeker verip gerisini kamçılamanın haklılığını sorgulatmaz. Kürtlerle görüşmeyi kirlenme olarak görür, onun için ya şapka değiştirerek kendisi yapar ya da operasyonel bir iş olarak 'memurlar'a bırakır.
Koşaner, Kürtlerin hedefinin, ulus devlet ve üniter yapıyı ortadan kaldırmak olduğunu açıkça gördüğünü belirtir. Erdoğan, "Ama paşam" diye araya girerek, diplomatik kabiliyetlerinin Kürtleri yalnızlaştırdığını eklemeyi ihmal etmez.
Koşaner, Türk ulusu tanımına katı bir çerçeve çizer ve 'Kürt halkı'nın kabulüne niye karşı olduklarını "Bir ulusu ulus yapan değerler, tüm vatandaşların paylaşacağı ortak değerler olan; dil, kültür ve ülkü birliğidir. Bu değerler ulusun bir arada tutulmasını ve bir arada yaşamasını sağlayan ortak değerlerdir" şeklinde izah eder. Başbakan, buna itiraz etmez ancak ona muhafazakar şırınga ile manevi katma değer kattığını sanır. Dolayısıyla 'Tek Millet'in içine aldığı Kürtlerin, o tek milletin adı olan 'Türk'e itirazına ümmetçi bir blokaj kurar.
Koşaner, Kürt halkının kendisini Türkiye Cumhuriyeti içinde yönetmesinin bir formülasyonu olan 'Demokratik Özerklik'e olan öfkesini gizlemez. "Türk Silahlı Kuvvetleri, ulus devlet, üniter devlet ve laik devletin korunmasında her zaman taraf olmuş ve olmaya devam edecektir" diyerek, namlusunu gösterir. Erdoğan, öfkesini ikiye katlar; belagatine 'gen' ve 'ecdad' referanslarıyla asalet eklediğini düşenecek kadar kendinden geçer. Kendini tutamaz; Alparslan, Fatih, Yavuz olur.  Mezopotamya'yı yeniden fethedecek Neo Osmanlı'nın 'Akıncı' lideri olur.
Koşaner, "Bireysel hak ve özgürlüklerde yapılan her iyileştirme, örgüt sayesinde kazanılmış bir hak olarak algılanmıştır" diye çıkışınca Erdoğan ve cümle avanesi, bize "algı yanlış"ı ıspat derdine düşer. Halbuki yaratılanı sevmiştir yaradandan ötürü, dolayısıyla lütfettikleri örgüt olmazsa da bakiydi.
Koşaner, Federe Kürdistan Yönetimi, Irak, ABD ve AB'den yeterli desteği görmediklerinden yakınır. Erdoğan, "dahası da var" diyerek, kendisini yaşatan prizin ABD ve AB'de olduğunu unutmadan "dürüst olun ey Batı dürüst" diye çıkışır.
Koşaner, "Yurt içinde, ikinci bir idari yapılanma tesis etme girişimlerine karşı etkili yasal önlemlerin süratle alınması" direktifini kulağına fısıldamakla kalmaz. Erdoğan, 'evet'ini referandumla pekiştirmeyi sağlar.
Koşaner, "Irak merkezi hükümeti ve bölgesel yönetimin Irak kuzeyinde yuvalanmış terör örgütüne karşı etkin tedbirler almasının bir an önce sağlanması" ister. Erdoğan, bu isteminin sahadaki unsurudur.
Koşaner, AB devletlerinden kendi hukuklarını çiğnemeleri ve Kürt diasporasını kriminalize ederek, kurumsal yapılanmalarının tasfiyesini ister. Erdoğan, bununla yetinmediklerini diasporayı içerden de darmadağan edeceklerini taahhüt eder.
Koşaner, önümüzdeki dönemde kapsamlı sınırötesi hava destekli kara savaşını haber verir. Erdoğan, "yeni tezkereyi cebinde bil" teminatı verir.
Koşaner, demokrasi ve hukuk devletinin sağladığı bireysel haklar ve özgürlüklerin; ulus devlet anlayışlarını, üniter yapılarını, güvenliklerini tehdit edecek şekilde kullanılmasına "müsamaha gösterilemez"i bağırır. Erdoğan vokal yapar.
Koşaner, 'Türklük', 'Türk devleti', 'Türk ordusu' ve 'Atatürk' kutsal dörtlüsünün oluşturduğu Tanrı'ya itaatın zorunluluğunu,1923 zihniyetinin aşınmasının öyle göstermelik rötuşlarla olamayacağını gözümüze sokar. Erdoğan, şerh koyar ama huşuyla bakar, sonra genizden gelen bir ses tonuyla gözbebeği orduya dönerek, "Şehidimin bir damla kanını 550 milletvekiline değiştirmem" der ve 4 defa 'tek'leyerek kolektif biat makamının keyfini çıkarır.
Muhafazakar-demokrat ve büyük reformcu, zevcesigillere kapalı kamu alanının tamamını kapalı tutmaya yemin eder; insanlığımızı alıp Kürtlüğümüzü mahkum edenlere ilham olur; bireylerden oluşan bir yığın olduğumuza inanmamızı ister; Ağrı'da büyük dağa göz kırpar, Amed'de zindanı öznesiz anlatır. Öyle bir anlatır ki zindan yaşanırken Finlandiya'da; şimdi de konuk Başbakan olduğunu sanırsınız. 
Erdoğan şahsındaki Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, iki elimizi, ağzımızı bağlayıp beynimizi zedeleyen Türk-İslam süngerine sarılı Türk çekicini görmediğimizi sanarak kirli bir masanın üstüne koyduğu birlik kontratına "Evet" dememizi istiyor. Hükümet taliplileri de "Hayır' dersen kurtarırız" diye etrafımızda turluyor. 
Sizi ve kendimizi tanıyoruz.