28 Nisan 2020 Salı

Aysel’den Leyla’ya Türk devleti

‘Türkiye sahip çıkıyor’ algısı oluşturma gayreti yeni değil. Türk hükümeti ve medyası, 62 saattir İsveç’te (evet evet İsveç’te) tedavisinin yapılmadığını iddia ettiği bir Türkiye vatandaşının kızını ‘kapak’ yaparak, nasıl bir seferberlik haliyle ambulans uçak gönderip ‘anavatan’a getirildiğinin destanını yazıyor. ‘Böylece Bulgar zulmü ve Türk hükümeti kurtarıcılığı’ propagandası için o dönem kullanılan ‘Aysel’ figürünün yerini bugün ‘Leyla’ aldı. 
47 yaşındaki Emrullah Gülüşken, Batman Gercüşlü. İsveç’in Malmö kentinde yaşıyor. Allah nazardan saklasın yüzlerini esirgemeyen Leyla ve Samira’yla birlikte 5 çocuk babası. Türkiye’nin güçlü ekonomisi ve emsalsiz insan hak ve hürriyetleriyle vatandaşını el üstünde tutması; gelir dağılımındaki inanılmaz eşitlik; Türk ve Sünni olmayanların da ezilmediği; 20 milyondan fazla Kürt’ün, bir o kadar Alevinin ‘daha ne isteyebiliriz ki’ diyecek kadar haklara boğulduğu cennet haline rağmen ne hikmetse Gercüş’ten kalkıp taa Malmö’ye kadar gidiyor. 
Kısa sürede şifaya kavuşmasını umduğumuz Emrullah, on binlerce Türkiye vatandaşının benzer anlaşılmaz sebeplerle yaşadığı bu ülkeye de ulaşan korona salgınına maruz kalıp hastalanınca İsveç’te herkese uygulanan prosedürle karşılaşıyor. Eve iki defa doktor, iki defa ambulans ve hastane; kızının deyimiyle “bir saat sonra babam aradı. Kızım beni alın, hastanede yapamıyorum. Doktor, ‘akciğerlere inmediğini ve ilaç alması gerektiğini’ söyledi" ile birlikte evinde beklemeye bırakılıyor. Yani şu anda Türkiye’de benzer durumda olan 70 binin üzerinde insana, bunun kötü kopyasının uygulandığı bir prosedür. Malum çocukları, babalarının öksürük nöbetleriyle birlikte evde yatmasına üzülünce o güne kadar huzur ve refah pozlarıyla süsledikleri sosyal medya hesaplarından aslında babalarının hastanede olması gerektiğini söyleyip yakarma moduna geçiyor. Sonrası, artık son sahnenin yeniden kurgulanıp senaryo ve yönetmenliği de Türk devletine ait bir prodüksiyon. 

İç çekim

Bazı televizyon yapımları vardır. Konunun çok önemi yok. Televizyon ekibi ilk kez bir evin kapısını çalacak ve misafir olacak. Programcı heyecanla anlatır ve çatkapı geldiklerini, nasıl karşılanacaklarını, neyle karşılaşacaklarını bilmediklerini söyler. Seyirci de ekrana kilitlenip heyecanla bekler. Kapı çalınır ve birazcık beklemenin ardından açılır. Henüz hipnotize olmamış seyirci şunu hemen fark eder; kapı açılınca içeriden dışa doğru bir çekim de var, yani ekibimizin bir kısmı içeriden çekim yapıyor. Ev, evdekiler ve dışarıdakilerin tümü, yapımının birer unsuru; ekran başındakilerin büyük bir bölümü de hipnotize olup artık gönüllü birer kurbanı, aynı zamanda finansörü. 

AA kamerasındaki Leyla

İşte Leyla’nın figüranı yapıldığı sahnenin yeniden çekilmesi de öyle. Leyla, AA kamerasına sosyal medya hesabından paylaşım yapıyormuş gibi hikayeyi güncelleyip anlatıyor, yıllardır Türkiye hasretiyle yaşadıkları İsveç’te çaresiz kaldıklarını, ne yapacaklarını bilemediklerini, hasta babalarının evde bekletildiğini söylüyor. İsveç’te olmayan sokağa çıkma yasağı, her hastaya uygulanan prosedör, sağlık sistemi ve düzeyi, vaka/gün/ölüm oranlarının bir önemi kalmıyor. Leyla tüm maharetiyle sufleyi tekrarlıyor.

Aysel’i hatırlayan var mı?

Biraz geriye gidelim. 1980’li yılların sonu. Sovyet bloku çatırdıyor. İçeride istismar edilen sosyalizmden üretilen ucube hal, dışarıda karşı blokun nazirelerle birlikte yüklenmesi. NATO’nun önemli üyesi Türkiye, darbeyle rejimini tahkim etmiş, içeride yapabileceğini yapmış, artık Özal iktidarı var. Bulgaristan’daki Türkler meselesi gündemde. Bulgar rejiminin, alasını Türkiye’nin de uyguladığı saçmalıklarına Türkiye üzerinden operasyon çekiliyor. Bulgaristan’dan gelen bazı Türk ailelerinin çocukları gündeme getiriliyor, o arada Naim Süleymanoğlu büyük bir sükseyle ‘anavatan’a naklediliyor. Dönemin iktidarının daha içli, daha duygusal atmosfer oluşturacak bir figüre ihtiyacı var. Bu figür üzerinde devletin gücü, ‘anavatan’ın sahip çıkma azmi pompalanacak. TRT’de ‘Belene’ diye bir diziye başlanır; ailesi Türkiye’de ama kendisi Bulgaristan’da bir kız çocuğunun hikayesi üzerinden ‘Bulgar zulmü’ anlatılır. Türkiye kamuoyu ikna edilmiş, Bulgaristan da rahatsız olmuştur. Bunun üzerine dönemin Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu başkanlığındaki ekip Bulgar tarafıyla temaslarını yoğunlaştırır. Türk tarafının istediği, bu figürdür. Anlaşma sağlanmıştır. Artık gerisi iç prodüksiyondur. Özel uçak hazırlanır. Başbakan Turgut Özal, manevi oğlu Naim’in yanına bir de manevi kız alacaktır. TRT canlı yayındadır. Türkiye toplumu (televizyonu olanlar) seyircidir. Aysel kızımız, Bulgaristan’dan getiriliyor. Aysel Özgür, ‘anavatan’ındadır. Başbakan Turgut Özal’ın manevi kızıdır. Türk medyası renkli hikayelerle köpürtür, Aysel ile Naim’i evlendirme kampanyaları bile başlatır. ‘Adaletin bu dünya’ türküsüyle bilinen ama şimdilerde ihtiyar dindar takılan Ali Ercan, ‘Aysel’in dönüşü’ diye teatral girişli bir uzun türkü çığırır. ‘Safa geldin Aysel’le herkes muradına erer. O günün Leyla’sı Aysel’dir. Sonrasının (Çamlıca Kız Lisesi, ajanlık, vatandaşlık vs.) önemi yok… 

Leyla’nın babası evdeyken Islahiye

Leyla’nın figüranlığındaki hikaye, Türkiye toplumuna izletilip devlet tam tekmil; Cumhurbaşkanı’ndan Türk konsolosa, TRT’den AA’ya, Sağlık Bakanlığı’ndan ambulans uçağa kadar hazırlıklarını yapar; iletişim dehası Fahrettin Altun, senaryoyu tekrar gözden geçirirken Antep’in Islahiye ilçesinin Göltepe Mahallesi’nde oturan 79 yaşındaki İsmail Donat, hastaneden geri çevirildiği evinde acılar içindedir. Mecalsizdir, öksürük nöbetleri geçiriyor. Hastane, ‘testin negatif’ deyip başından savmış, git evinde karantina kal, demiştir. Zaten 65 yaş üstü olduğu için sokağa çıkma yasağı vardır, çıkarsa Kabahatler veya Hıfzıssıha kanunlarına muhalefetten 3 bin 350 TL’ye kadar ceza kesilecek; emekli maaşı ve ikramiyesini katlayan bir miktar. Çağrılarına cevap verilmiyor, ne ambulans ne de doktor. İşgal edilen Kuzey Suriye kasabalarına ‘hizmet’ götüren Antep Büyükşehir Belediyesi veya her yardımıcısı Suriye’nin bir kasabasına da kaymakam olan mülki idarenin de İsmail Donat’ı duyduğu yok. Çaresizlik içinde kıvranıyor yaşlı ve hasta adam.

Malmö ve Ankara hattı

Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan, İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Türkiye'nin Stockholm Büyükelçisi Hakkı Emre Yunt, AKP Milletvekili Zafer Sırakaya'ya, YTB Başkanı Abdullah Eren, UID İsveç Başkanı Özer Eken, TRT, AA ve bilumum medya ile Leyla, son hazırlıkları gözden geçiriyor. Sabah 06.00’da startı veriliyor. Ambulans uçak Türkiye’den canlı yayında kalkıyor. Diyaloglar aleni:
- Fahrettin K.: Sevgili Leyla, sesini duyduk. Ambulans uçağımız saat 06.00’da havalanıyor, İsveç'e geliyoruz. Tüm Türkiye, böyle bir dönemde, uzakta olmanıza üzüldük. Baban için hastanemiz, hekimlerimiz hazır. Cumhurbaşkanımızın, bütün halkımızın geçmiş olsun dileklerini iletiyorum. Çok sevgiler.
- Leyla: Sayın bakanım Allah bin kere razı olsun sizden. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Çok mutluyum babam ve ailem adına. İyi ki varsınız. Bu süreçte bize her koşulda yardım ettiğiniz için size minnettarım.
- Fahrettin K.: Sevgili Leyla, biz 25 bin hastamızı iyileştirdik. İnşallah Emrullah Bey de iyileşecek.
- Fahrettin A.: İsveçte yaşayan vatandaşımız Emrullah Gülüşken’in Kovid-19 testi pozitif çıkmasına rağmen tedavi edilmedi. Devletimiz elbette bu duruma duyarsız kalmadı. Emrullah Beyi ambulans uçakla ülkemize getiriyoruz. Cumhurbaşkanımızın liderliğinde milletimiz için çalışıyoruz.

Leyla havaalanında bekliyor

Uçak havadayken de çekim sürüyor. Malmö’de Leyla ve ailesi uçağı beklerken canlı yayın bağlantıları sürüyor. TRT’den A Haber’e kadar, teker teker bağlanıyorlar. Leyla, mutlu ve heyecanlı, üstellik minnettar ama kendisi orada kalmayı sürdürecek, belki tatillerde geleceğini söylüyor. Bazı televizyonlara cep telefonuyla uzaktan görünen uçağının çekimiyle destek bile sunuyor. Uçak, Malmö’den yolcularını alıyor ve Ankara Esenboğa Havalimanı’na öğleden sonra iniyor. Canlı yayın uçağın içinde, Esenboğa’dan ve Malmö’den devam ediyor. Gülüşken, uçaktan ambulansa, oradan da Ankara Şehir Hastanesi’ne götürülüyor, üç çocuğu ise karantinaya. (Anne ve diğer çocuğu bilmiyoruz, senaryoda yok), Leyla ise malmö’de. 

‘Mutlu son’da assolist sahnede

Türk medyası, Türk devletinin azametini, hükümetinin kabiliyetini manşetlere, ana bültenlere taşırken Cumhurbaşkanı Erdoğan, assolist edasıyla sahneye giriş yapıyor. Önce telefonda Leyla ile diyalog görüntüleri paylaşılıyor. Kasıla kasıla konuşuyor, leyla hep minnettar, zaten hayranı. Sonra iki gün final için pekiştiriyor. Önce “Dün sabah İsveç'e gönderdiğimiz ambulans uçağımız hasta vatandaşımızı alıp ülkemize getirdi. Şu anda Ankara Şehir Hastanesi'nde tedavisi yapılıyor. Bu kardeşimizi sağlıklı bir şekilde inşallah evine göndereceğiz” diyor ama yetinmiyor, Türk devletinin büyüklüğünü; 56 devlete yardımlarını, bir o kadar ülkeden vatandaşlarını getirmesini sıralayıp senaryonun temasını özetliyor: ”Türkiye'de hamdolsun hiçbir vatandaşımız hastane kapısından geri çevrilmemiş, hiçbir hastanın tedavisi ihmal edilmemiş, hiçbir insanımız sahipsiz bırakılmamıştır. Gerek mevcut hastanelerimizle gerek yeni açtığımız hastanelerimizle gerekse salgına karşı yeniden düzenlediğimiz sağlık kuruluşlarımızla tüm vatandaşlarımıza birinci sınıf hizmet veriyoruz.”

 İsmail Donat artık bunları duyamadı

Hastane kapısından geri çevrilen, tedavisi ihmal edilen, sahipsiz bırakılan, hizmet verilmeyen 79 yaşındaki İsmail Donat, Antep’in Islahiye ilçesinin Göltepe Mahallesi’ndeki bir apartman dairesinde, Erdoğan’ın bu sözlerini duyamıyor. 14 gün karantinada kal denilen Donat, artık yaşamıyor. Komşuları cansız bedeniyle karşılaşıyor. Jandarma ve sağlık ekipleri geliyor. Donat'ın cenazesi, hastane morguna, burada yapılan incelemenin ardından Hatay'ın Reyhanlı ilçesinde yakınları tarafından toprağa veriliyor. İslahiye İlçe Hıfzıssıhha Kurulu, Donat'ın yaşadığı 8 dairenin bulunduğu apartmanın 14 gün süreyle karantinaya alınmasını kararlaştırıyor. Apartman girişine şerit çeken jandarma, giriş ve çıkışları kontrol altına alıyor. 
Üstelik İsmail Donat, Ankara’nın senaryosunda Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı rakamlardan biri olmaya bile layık görülmüyor...

 İletişim: http://twitter.com/TuncelFikret

23 Nisan 2020 Perşembe

23 Nisan ve 75 pare riya*

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı... Ulus, egemenlik, çocuk ve bayram... Resmi şair Behçet Kemal'in "tanrısallığı haketmiş ırkı"nın Turan ve at koşulan topraklardan umudunu kesecek kadar akıllı olan Mustafa Kemal tarafından dünyaya hükmetmek için doğmuş Türkler tahayyülünü zinde tutma gayesiyle zerk edilen "bir ordu gibi yaratılan ulus" tutkularının disipline edilmiş bileşimi. Kemalizm, bu tutkuları gerçekleştirecek bütün imkanlara sahip değildi ama koşulların cevaz verdiği oranda korporatizmin en ala versiyonları arasında kulaç atıyordu. Dolayısıyla dört kavramı bir araya getirip, kutsal bir ayin düzenlemek mübahtı... 

'İşte, bugün bir Meclis kuruldu'

Ermenilere karşı temeli atılan imparatorluk bakiyesinin son Müslüman unsurlarının birlikteliğinin ürünü Türkiye Meclisi'nin (TBMM) 23 Nisan 1920’de açılışının yıl dönümleri, Milli Hakimiyet Bayramı olarak kutlanıyordu. Çocukları Koruma Cemiyeti de 23-30 Nisan'ı Çocuk Haftası ve haftanın ilk gününü 1929'dan itibaren Çocuk Bayramı olarak kutluyordu. Bu iki bayram, 23 Nisan 1935’te '23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı' adı altında bir araya getirildi. TRT, UNESCO'nun 1979'u Çocuk Yılı olarak duyurmasının ardından, Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği'ni başlattı. Bayramı, çocuk gruplarını davet ederek kendince 'uluslararası düzeye' taşıdı. Böylece Türkiye'nin ilk ve tek resmi bayramı olarak kabul edilen 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, her sene devlet erkanının yüzünden süzülen pişkinliğin riyakar gülücükle birleştiği bir dizi ritüelin ambalajla sunulduğu bir ayin olarak idrak edilir. Şimdi biz, Ulusal Egemenlik kısmını bir sonraki konu başlığı olarak tehir edelim ve Çocuk Bayramı'na bakalım. 

E be gözü toprak doyan Saip

61 yaşında hayata veda eden devlet memuru müzik öğretmeni Saip Egüz, çocuklar için maalesef sadece 'minik kuş' gibi masum bir şarkı miras bırakmadı; '23 Nisan' gibi Türk eğitim sisteminden geçenlere musallat olan bir de 'şiir' bıraktı. Rahmetlinin üç kıta ve her kıtanın son iki mısrasının tekrarlandığı 'şiir'i, ruhumuza nüfuz etmedi ama ezberlenmiş bir tekerleme gibi çakılıp kaldı: "Bugün yirmi üç Nisan/Hep neşeyle doluyor insan."

Armağan sahibi yaşıyordu

Milli olan veya millileştirilen bütün unsurlara o gün neşeyle dolmaları veya 'miş' gibi yapmaları dikte ediliyordu. Aslında neşe hiç olmadı. Saip Egüz'ün "İşte, bugün bir Meclis kuruldu/Sonra hemen padişah kovuldu" dediği kadar hızlı ve sade olmadı herşey. İstanbul Hükümeti'nin Lozan'a davet edilmesini gerekçe yapan Ebedi Şef'in, Meclis'e, 'padişahın kovulması' için sunduğu kanun teklifini incelemek üzere bir komisyon kuruldu. Komisyonun aleyhte tavrı anlaşılınca üyelerine nota verip tutuklamakla tehdit etti. Ee yani, karar da olumlulaştı. Silahlı unsurlarca sarılmış Meclis, saltanatı ilgayı münasip gördü. Padişahın dramı bir kenara, tebaanın kovulan kısmı da, ya kalanlar?.. 
Armağan sahibinin yaşadığı 1938'in sonuna kadar, bırakalım çocuk hassasiyeti, çocukların da dikkate alındığı planlar, projeler ve uygulamalı sadeleştirmelerin dramı vardı. Çocuklar, toplu katliamların, insan avının, cezalandırma, terbiye ve ıslah etmenin gaddarlığından muaf tutulmadı. Bazen babaları kahreden acının göstergesi olarak ölüm sırası önce onlara verildi. 

Sonrası çok mu farklıydı?

Değildi ama uzun süre öldürülmesi gereken çocuklar yoktu. 1960'a kadar Müslüman olmayanların herşeye rağmen kalanları dışındakiler terke zorlanmıştı. Türk olmayı veya Türk'e hizmet etmeyi kabul edip biat edenlere dokunulmadı. Bu kabullerin kalıcılığı için uğraşlar verildi. Bu arada, paralel toplumun nüveleri de büyümeye başladı. Uzun süren parti devletinin ardından 'çok partililik' denemesi yapıldı. Armağan sahibinin "bir ordu gibi yaratılan ulus"taki ordu, ulus adına yönetime el koymaya başladı. Bunu her on yılda bir tekrar etti. Çocukların yaşını büyütüp idama gönderdi. Kemalizmin aksayan yönlerini revize etmekle kalmadı, yeni sentezleri de bünyesine kattı. Asimilasyon katmerleştirildi; eğitim, sağlık ve beslenme yetersiz kaldı; adalet sağlanamadı. Açlık, yoksulluk, üretimsizlik ve çarpık bir ekonomik düzen üzerine bina edilen şekli parlamenter sistem, özündeki militarizm ile yetinmeyip onun toplum mühendisliğine de rıza gösterdi. 23 Nisan ise hep bayram olarak kutlandı. Anadilini evinde bırakmak zorunda bırakılan çocuğa, kaşık üzerinde yumurtayla yürüyüp neşeli olması istendi.

Muhafazakar demokrasi ve çocuklar

Geçmişi çok uzatmayalım ve gelelim AKP dönemine. Yani Avrupa Birliği'ne girmek isteyen, etrafına caka satmaya başlayan muhafazakar-demokrat iktidarın Türkiyesi'ndeki duruma. Dünya sistemine entagratif bir ekonomik düzenin asgari koşullarına sahip, uluslararası yükümlülükleri benimseyen ve içerde de demokrasi havarisi kesilen siyasi kadroların Türkiyesi'ne. Tabi bu kadronun, paralel toplum içinden sistem içine devşirildiği notunu düşerek. 

Uluslararası sorumluluklar

Türkiye, bugün itibarıyla çocuk hakları konusunda 10'un üzerinde uluslararası sözleşmeye taraftır ve kendi mevzuatını bunlara uyarlama konusunda taahhütleri var. BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ve BM Çocuk Hakları Bildirgesi, başlıcalarıdır fakat şimdi izah edeceğimiz gibi hem Türkiye'nin çekinceleri ve dayanağı hem de BM'nin bunu kabul etmesi, Türk olmayanların savunmasızlığının da ‘rehaveti’dir.

Çocuk Hakları Sözleşmesi  

Geçmişi daha eski olmasına rağmen 1979’da Çocuk Haklarına dair Sözleşme, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edildi. Türkiye, 14 Eylül 1990'da imzaladı. Sözleşme, 9 Aralık 1994′te Türkiye Meclisi’nde kabul edilip Bakanlar Kurulu'nda 27 Ocak 1995′de imzalandı. Aynı gün Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi, böylece iç hukuk normu haline geldi. Bitmedi... Türkiye hiç çekincesiz olarak bir uluslararası sözleşmeye taraf olmuş/olur mu?.. Haklısınız, olmaz. Türkiye bu sözleşmenin de 17, 29 ve 30. maddelerine çekince koydu ve devam ediyor. Aslında, detaylarına giremeyeceğiz ama Türkiye, 54 maddelik Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin onlarca maddesini ihlal ediyor, dikkate almıyor: 2, 3, 6, 12, 35, 37, 38, 40, 41 ve 43. maddeler gibi...

Çekinceli maddeler

Sözleşmenin 17, 29 ve 30. maddelerinden, T.C. Anayasası ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması hükümlerine dayanarak kendisini muaf tutuyor. Halbuki, mevcut T.C Anayasası, askeri darbeninin ürünü ve meşruluğu tartışmalı bir anayasadır. Lozan Antlaşması üzerinde ise büyük bir manipülasyon var. BM'nin de 51. maddenin "Bu Sözleşme’nin amacı ve konusu ile bağdaşmayan hiçbir çekinceye izin verilmeyecektir" şeklindeki 2. hükmünü bizzat ihlal ettiği görülüyor. Türkiye'nin çekince koyduğu üç madde, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Komitesi'nin çocuğun onuru, gelişimi ve çocuk ile diyalog hassasiyetlerini de gözardı ediyor.
* 17. maddenin taraf devletlere vaaz ettiği, "Kitle iletişim araçlarını çocuk bakımından toplumsal ve kültürel yararı olan ve 29'uncu maddenin ruhuna uygun bilgi ve belgeyi yaymak için teşvik ederler" ve özellikle "Kitle iletişim araçlarını azınlık grubu veya bir yerli ahaliye mensup çocukların dil gereksinimlerine özel önem göstermeleri konusunda teşvik ederler" hükümleri, Türkiyenin kırmızı çizgilerine dokunuyor.
* 29. maddenin "Taraf Devletler çocuk eğitiminin aşağıdaki amaçlara yönelik olmasını kabul ederler" dedikten sonra sıraladığı hükümler arasında "Çocuğun ana-babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygının geliştirilmesi" yer alıyor. 
* 30. maddenin "Soya, dine ya da dile dayalı azınlıkların ya da yerli halkların varolduğu devletlerde, böyle bir azınlığa mensup olan ya da yerli halktan olan çocuk, ait olduğu azınlık topluluğunun diğer üyeleri ile birlikte kendi kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma ve uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz" öngörüsü ise Türkiye'nin resmi ideolojisinin omurgasını zedeliyor. 

Anayasa ve Lozan

12 Eylül'de askeri darbe yapan Türk ordusu, yönetime el koydu ve terbiye ettiğini düşündüğü Türkiye toplumuna bir de itaat edeceği kutsal metin bıraktı. Bu bir toplumsal sözleşme değil, topluma dayatılan ve yüzde 92'sinin onayı söke söke alınan bir direktifler manzumesiydi. İşte halen yürürlükte olan bu Anayasa'nın hem dibacesi hem de değiştirilmesi dahi teklif edilemez 3. maddesi Türkçeyi kutsayıp, diğer dillere bariyer koyuyor. Anayasa'nın bu maddesi, ruhuna uygun bir çok madde ile pekişiyor; bunlar hem TCK ve TMK gibi kanunlarda hem de ticaretten yerel hizmetlere kadar bir çok alanda, kendisini kanun, yönetmelik, genelge olarak gösteriyor. Dolayısıyla böyle bir anayasadan Kürtçe eğitime cevaz vermesi beklemek hatadır, çekince de kendi içinde tutarlıdır.

Lozan'a rağmen Lozan'a

Lozan Antlaşması'nda durum aynı değil. Evet, Kürtler Lozan'ın mağdurudur; ülkelerinin insan unsurunu dikkate almadan bölünmesi ve tekçi otoriter sistemlere mahkum edilmelerinin kaynağıdır. Ancak Lozan Antlaşması, Kürtlerin dolayısıyla Kürt çocuklarının dillerini öğrenmelerini, kullanmalarını yasaklamayı öngörmedi. Türkiye, yıllardır Lozan Antlaşması'nın ‘azınlık’ olarak kabul ettiği Ermeni, Rum ve Yahudi toplumları dışındakilere kendi dillerinde eğitimi yasaklıyor. Sadece Kürtlere değil, Müslüman olmayan Asuri-Keldanilere de... Prof. Baskın Oran ve Prof. Fikret Başkaya, Lozan Antlaşması'nın hükümlerinden Türkiye'nin işine gelmeyenlerin uygulanmadığını belirtiyor. Bu konuda kitap bile yazıldı. Özellikle konuyla ilgisi bakımından 39. madde önemli.
Lozan Antlaşması'nın 39. maddesinin ilgili hükmü şöyle: "Herhangi Türkiye tebaasının gerek münasebatı hususiye veya ticariyede, gerek din, matbuat veya her nevi neşriyat hususunda ve gerek içtimaatı umumiyede herhangi bir lisanı serbestçe istimal etmesine karşı hiçbir kayıt vaz'edilmeyecektir.
Lisanı resmi mevcut olmakla beraber, Türkçeden gayri lisan ile mütekellim bulunan Türk tebaasına mehakim huzurunda kendi lisanlarını şifahî surette istimal edebilmeleri zımnında teshilatı münasibe ibraz olunacaktır."
Yanisi şu: "Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır. Resmi dil mevcut olmakla birlikte, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için uygun kolaylıklar gösterilecektir..."
Türkiye Cumhuriyeti, 340 sayılı yasayla, Lozan'ı iç hukukunda yürürlüğe koymuş durumda. Anayasa'nın 90. maddesi, "uluslararası antlaşmalarla kanunların uyuşmazlıkları halinde, uluslararası antlaşma hükümlerinin esas alınacağını" söylüyor. Buna rağmen Türk devleti, iyi bir manipülatif manevrayla Türk olmayanların haklarını gaspetmeyi sürdürüyor. Kürtlerin diline, dolayısıyla çocuklarının sağlıklı geleceğine bu antlaşmaya dayanarak ve maalesef bu antlaşmaya rağmen konulan ipotek duruyor.

AKP çekincede ısrarlı

AKP’nin daha on yıl önceki Aile ve Kadından Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, Şırnak Milletvekili Sevahir Bayındır'ın, Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin üç maddesindeki çekincenin kaldırılıp kaldırılmayacağına yönelik soru önergesine verdiği yanıtta, Türkçe dışında neden anadilde eğitimin olamayacağını dünyadaki diller ve resmi diller bağlamında savundu. Kavaf, çekincenin kaldırılmasına yönelik herhangi bir çalışma bulunmadığını söyledi. Üstelik Bakan Kavaf'a göre 20 milyon nüfuslu Kürtlerin çocukları kendi kültüründen yararlanma ve kendi dilini kullanma bakımından sorun yaşamıyor. Dönemin Amed Milletvekili Akın Birdal da Anayasa'nın 41. maddesinin değiştirilmesi görüşülürken önerge vererek, maddeye "Çocuk hakları sözleşmeleri çekincesiz olarak uygulanır" cümlesinin eklenmesini istedi. Önerge Genel Kurul oylamasında AKP'nin çoğunluğuyla reddedildi.

Sadece anadil mi?

Elbette çocukların sorunu sadece anadilde eğitim değil ama anadil çocuk haklarının elifidir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), “İstatistiklerle Çocuk, 2019” başlıklı araştırma raporunda Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarından derlenen verilere göre; 2019 sonu itibarıyla Türkiye ve Kuzey Kürdistan nüfusu 83 milyon 154 bin 997 kişi; bunun 22 milyon 876 bin 798’ini çocuklar oluşturdu. Birleşmiş Milletler’in (BM) tanımıyla 0-17 yaş grubunu içeren çocuk nüfus, 2019’da yüzde 27,5 oldu. Şimdi 23 milyona yakın çocuğun durumuna biraz yakından bakalım.

Katledilen çocuklar

Devlet güçleri, 1989'dan 2010’a kadar 373 çocuk öldürdü. Erdoğan'ın 'kadın da olsa çocuk olsa güvenlik güçlerimiz gerekeni yapacaktır...' emrini verdiği Mart 2006'dan itibaren çocuk ölümlerindeki yükseliş devam etti. Sadece 2006'da 17 çocuk öldürüldü. 2006'da öldürülen Abdullah Çetinkaya sadece 8 aylıktı. 2009'da Cizre'de öldürülen Mehmet Uytun 18 aylık... 2011-2019 yılları arasında en az 4 bin 104 çocuğun yaşam hakkı ihlal edildi. Bu yıl ise 8’i mülteci en az 9 çocuğun yaşam hakkı ihlal edildi. Bunların bir kısmında devletin kendisi doğrudan faildir. Devlet güçlerinin ateşi, zırhlı araç çarpmaları, mayın ve mühimmat patlamaları gibi…

Binlerce çocuk cezaevinde

AKP hükümeti, sadece ölüm emri vermekle yetinmedi, yeni ortakları MHP ve Ergenekon ile birlikte acımasız bir ‘terbiye’ politikası da uyguluyor. Terörle Mücadale Kanunu'nda yaptığı değişiklikle çocukların 'terörist' olarak ve ağır ceza mahkemelerinde yargılanmalarının önünü açtı. Çocuklarla ilgili adli istatistikler de alarm verici durumdadır. Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğünün 2019 verilerine göre, 7 adet ‘Çocuk ve Gençlik Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumu’ (Ankara, Amed, Hatay, İstanbul, İzmir Kayseri, Tarsus) Ayrıca dört adet Çocuk Eğitim Evi (Ankara, Elazığ, İstanbul, İzmir Urla) var. Çocuklar, ayrıca yetişkinler için düzenlenenlere yerleştiriliyor.
İHD verilerine göre; 3 bin 100 çocuk tutuklu ve hükümlü olarak, 780 çocuk ise anneleriyle birlikte cezaevlerinde tutuluyor. İstatistiklere göre cezaevlerinde 18-20 yaş arasında ise toplam on binlerle ifade ediliyor. Cezaevindeki çocukların neredeyse yüzde 90'ı tutuklu; bir yıldır mahkemeye çıkarılmayanları bile var. TMK mağduru çocuklar, şiddetli bir müdahale sonucu gözaltına alındıktan sonra da tam bir şiddet sarmalının içine alınıyor. Gözaltında, cezaevinde fiziki şiddetten psikolojik tahribata kadar resmi ideolojinin mengenesinden sıkıştırılıyor. Türkiye, cezaevindeki çocukların sayısı açısından Avrupa'nın lideri; ancak 'siyasi saiklerle' cezaevine kapatılan çocuklar konusunda dünyada emsalsiz. Çocukların cezaevindeki toplam nüfusa oranı en yüksek olan 5 ülke arasındaki Türkiye, son yıllardaki cezaevleri kapasitesinin fırlaması sonucu, konumunu yukarı doğru taşımakta kararlı.

Çalışan çocuklar

Türkiye, 1998'de minimum çalışma yaşını 15 olarak belirledi ve 2001'de en kötü şartlardaki çocuk işçiliğini yasaklayan 138 ve 182 sayılı ILO sözleşmelerini kabul etti fakat 5-14 yaş arasında milyonlarca çocuk işçi var. Üstelik bunlar en sağlıksız koşullarda ve cüzi ücretlerle çalıştırılıyor. Bu rakamlar içinde evlerde çalıştırılan kız çocukları da yok. Biraz daha yakından bakalım. TÜİK’in paylaştığı rakamlarla başlayalım. Çocuk İşgücü Araştırması 2019 sonuçlarına göre; 5-17 yaş grubunda çalışan çocuk sayısı 720 bin kişi. Ekonomik faaliyette çalışan 5-17 yaş grubundaki çocukların aynı yaş grubundaki çocuklar içinde payını gösteren istihdam oranı ise yüzde 4,4 oldu. Çalışan çocukların yüzde 79,7’sini 15-17 yaş grubundakiler, yüzde 15,9’unu 12-14 yaş grubundakiler, yüzde 4,4’ünü ise 5-11 yaş grubundakiler oluşturdu. Çalışan çocukların oranı cinsiyete göre incelendiğinde, çalışan çocukların yüzde 70,6’sını erkek, yüzde 29,4’ünü ise kız çocukların oluşturduğu görüldü. Çalışan çocukların yüzde 34,3’ü eğitime devam etmedi.
Eğitime devam edebilen çocuklarda da durum parlak değil. Her 5 öğrenciden biri akran zorbalığına maruz kalıyor. Öğrencilerin dörtte biri kendisini okulda güvende hissetmiyor. Her yıl okullarda yaşanan kazalarda 20’ye yakın çocuk yaşamını yitiriyor, yaklaşık 600 çocuk ise yaralanıyor. 2018’de ilk, orta ve yükseköğretim kurumlarında ve yurtlarda 2 bine yakın öğrenci zehirlendi. Bu rakamlar sürekli artıyor.

Resmi verileri aşan tablo

Gerçek tablo resmi verileri aşıyor. 2 milyonu aşkın çocuk işçi bulunuyor. Her 10 çocuktan 8’i güvencesiz çalışıyor. Eğitim Sen raporlarına göre; eğitimde 4+4+4 düzenlemesine geçilmesinin ardından yapılan yasal düzenlemeler ile çocuk işçiliğinin önü çıraklık ve stajyerlik uygulamaları üzerinden arttı, çocuk işçilerin çalışma koşulları daha da ağırlaştırıldı. Bugün sayıları 1.5 milyonu aşan stajyer-kursiyer-çırak sömürüsünün artması, çocukların ‘çırak’, ‘stajyer’ kimliğiyle çalıştırılmasının, dolayısıyla çocuk emeği sömürüsünün önünü daha da açtı. 

İş cinayetlerine kurban

2018 verilerine göre 7 binden fazla çocuk iş cinayetlerine kurban edildi. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre; 2019’da 67 çocuk işçi, iş cinayetleri sonucu katledildi. Bu çocukların 29’unun 14 yaş ve altında, 38’inin ise 15-17 yaş arasında çocuk/genç işçi olduğu belirlendi. 2020’nin ilk üç ayında iş cinayetleri sonucu katledilen çocuk sayısı ise 7.

Yoksul ve yoksun çocuk

Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomi ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin (BETAM) 2019 araştırmasına göre; yaklaşık her üç çocuktan biri, başka bir deyişle 7 milyondan fazla çocuk şiddetli maddi yoksunluk çeken hanelerde yaşıyor. Çocukların yüzde 51,3’ü son 12 ay içerisinde ev kirasını, elektrik, su, gaz ve kredi kartı faturalarını planladığı gibi ödeyemeyen hanelerde ikamet ediyor. 2017’de 6 milyon 893 bin olan yoksul çocuk sayısına 2018’de 443 bin yeni çocuk eklendi. Buna göre bir önceki yıla göre artış yüzde 6 oldu. Veriler Türkiye’deki çocukların yüzde 32’sinin yoksul olduğunu gösterdi.

Çocuk yaşta evlilik!

Uluslararası İş ve Meslek Sahibi Kadınlar Federasyonu (BPW) verilerine göre; kadınların yüzde 25’inden fazlası 18 yaşından önce evlendirildi. Bu oran kırsal bölgelerde yüzde 32’ye kadar yükseliyor. TÜİK, 16-17 yaş grubundaki kız çocuklarının, resmi evlenme içindeki oranını yüzde 3.1 olarak açıkladı.

Tecavüz suçları 10 kat

2006-2019 yılları arasında çocuklara yönelik tecavüz suçları 10 kat arttı. 2006’da 2 bin 337 karar verilirken, günümüzde bu rakam 21 bin 518’e ulaştı. 

Suça sürüklenen çocuklar

Türkiye’de güvenlik birimlerine suça sürüklenme nedeni ile getirilen 107 bin 984 çocuğun 35 bin 986’sının bağımlılık yapan madde kullandığı belirlendi. Bağımlılık yapan madde kullanan çocukların yüzde 85,6’sını 15-17 yaş grubu, yüzde 14’ünü ise 12-14 yaş grubundaki çocuklar oluşturuyor.

TÜİK artık saklıyor

TÜİK, çocuklar arasındaki uyuşturucu kullanımı ve çocuklara tecavüz konusundaki istatistikleri 2019’da açıklamadı; 2020 istatistik takviminden de çıkardı.

Açılışı kutlanan Meclis’in durumu

Türk egemenlik sisteminin yeni iktidar bileşenleriyle kendisini güncellemesinin ardından ‘Türk tipi başkanlık’ denilen, tek reis yönetimindeki tek ırka dayalık tek devletin, artık 5 yıl öncesi gibi bir Meclis’e de ihtiyacı yok. AKP-MHP ittifakının çoğunluğuna dayalı Meclis, fonksiyonları olmayan bir gösteri alanı. Artık tüm kararlar, ortaklarını dikkate alan ‘Türk tipi başkan’ın reisliğindeki dar ekibi tarafından alınıyor, devletin geri kalan organları ise sadece bunun gereğini yapıyor. Buna, tüm devlet bürokrasisi gibi yargı ve yasama da dahil. Dolayısıyla Türkiye Meclisi, etkisiz, yetkisiz, iradesiz bir kabullenme mekanıdır. Muhalefet diye bu mekana alınanlar da sadece belirlenen oyun alanının içinde imajına katkıya zorlanıyor.

Çocuklar kutlayabiliyorsa kutlasın

Çocuklara bayram armağan edenin, bizleri hayret içinde bırakan ve zekamızı zorlayan büyük özdeyişi "Bugünün küçükleri, yarının büyükleridir"in gereğinin nasıl yapıldığı ortada.
Kemalizm, kolektif bir travmanın kaynağı olarak kendini yeniden üretme kabiliyetine sahiptir. Bu sistem, Kürt bölgesinde siyasi, askeri, kültürel ve ideolojik baskıyla yürüyor. Sistem böylece militarist ve otoriter niteliğini muhafaza ediyor. Muhafazanın 'güçlü ordu' gereksinimi de yukarıda sıraladığımız şekliyle Kürt çocuklarını perişan etmekle yetinmiyor bütün çocuk nüfusunu etkiliyor. Çocuk haklarına sıra mı geliyor?... Milliyetçilik, ırkçılık ve mantığı zorlayan sınırsız garabetlerle yüklü törencilik geleneği de sistemin, ikiyüzlülüğü artık perdelenemeyen kuruntularının gösterisi... Çocuklar masum ve büyüklerin hezeyanından muaf tutulmalıdır. Tamam Türkiye'nin çocukları, her bayramı doya doya kutlasın ama büyükler artık riyalarını cıvık bir tebessümle bize sunmasın... (Aynı başlıklı 22 Nisan 2010’deki yazı, güncellendi.)

İletişim: http://twitter.com/TuncelFikret

9 Nisan 2020 Perşembe

Lime lime dökülen cila

AKP-MHP-Ergenekon yönetimindeki Türk devletinin, ‘devlet’ vasfını yitirip Erdoğan reisliğinde bir çeteye dönüştüğünün her gün farklı örnekleriyle karşılaşıyoruz. Reis’in içerideki vurucu güçlerinin başına koyduğu Süleyman Soylu’nun, henüz faili beli olmayan ama Kürt gerillalara tahvil edilen Kulp’taki patlamanın ardından ağzından akan sözler, neden ‘devlet’ değil de ‘çete’ olduğunun kusursuz örneği. 
Soylu, “Bölge komutanını aradım. ‘Bulunca lime lime edin’ diye talimat verdim” ve “ibret olsun diye resimlerini paylaşacağız” diyebiliyor. Devletlerde; suç, suçlu, suçlunun yakalanıp yargılanması ve ceza verilmesi veya şiddetle üzerine gidilmesini düzenleyen normlar var. Beğenir veya beğenmeyiz ama kanun, yargı ve cezanın infazı veya aklanmayı düzenleyen adalet mekanizması, cari hukuk kapsamındadır. Devlet, suçtan yola çıkar, suçluyu tespit eder; önceliği suçlunun yakalanıp bağımsız ve tarafsız yargının huzuruna çıkarılmasına verir. Sonra yargı, savunma hakkını da tanıyarak suçuna tekabül eden kanunun öngördüğü cezayı verir. Cezanın infazı ise yine söz konusu mekanizma bağlamında yerine getirilir. Devlet, tespit ettiği suçlunun bu mekanizmayı reddedip şiddetle itirazını ise ‘orantı’yı gözardı etmeden bastırır; bu bastırma kişinin canına da mal olabilir. 

Kulp’ta soruşturma tamamlandı mı?

Peki Kulp’ta ne olduğunu, fail/failler veya yaşamını yitirenlerin hüviyeti ile nasıl öldürüldüklerini biliyor muyuz? Devletin cumhuriyet savcıları ve emrindeki kolluğu, inceleme ve soruşturmasını tamamlayıp failin/faillerin tanımını, buna göre yaptı mı veya fail/failler, kimliklerini, herhangi bir belirsizliğe mahal vermeyecek şekilde duyurdu mu? Mevcut verilerle bu sorulara olumlu yanıt verilmiyor. 

Soysuz bir kurgu olamaz mı?

O halde şöyle bir tespit üzerinde bazı soruların meşruiyeti de var: Siyasi tutsakları dışlayan ‘Bahçeli affı’na karşı oluşan toplumsal muhalefet ortada, ilk kez demokratik muhalefetin 11 siyasi partisi, ortak bir metinle itiraz ediyor. HDK ve DTK bileşenlerinin yanı sıra CHP’den TKP’ye kadar ölümcül ayrımcılık reddediliyor. İnsan hakları ve hukuk örgütlerinden sağlık örgütlerine kadar tüm toplumsal yapılar, adaletsizliğin anayasal eşitlik gözetilerek tashih edilmesini istiyor. 
Küresel salgın karşısında yetersiz, hazırlıksız, tedbirsiz ve kaynaksız kalmakla yetinmeyen; ferasetini yitirip rejimini tahkim etmenin istismarıyla uğraşan bir iktidarın, bütün bunları bastırması için tutunacağı bir Kulp olamaz mı? 9 Nisan tarihli gazetelerine ve 24 saat boyunca tüm medyalarına yansıdığı kadarıyla ‘salgın döneminde ekmeği için ağaç kesmeye giden sivillerin öldürülmesi’ propagandası üzerinden siyasi tutsakların salgınla baş başa bırakılmasına rıza üreten bir kurgu olamaz mı? 

Bu bir gerilla eylemi bile olsa

Salgın veya kriz dinlemeden Kürt düşmanlığı motivasyonuyla Şehba’dan Dersim’e, Iğdır’dan Dihok’a kadar 24 saat saldıran; siyasi soykırım operasyonlarından feragat etmeyen; salgınla mücadeleyi halk sağlığını önceleyerek yapmaya çalışan belediyelere kayyum atayan bir iktidara karşı eylemler yapılıyor. Bu kapsamda korucular veya kontralar hedef alınıyor. Diyelim ki, Kulp’ta da fail Kürt gerillalardır.
Devletseniz güzergah, hareket alanı ve biçimlerini belirleyen kriterlere uygun yol alırsınız ama çeteyseniz ve vurucu güçlerinizin başına, kenara çekilen bir reisten emanet aldığınız tetikçiyi geçirmişseniz böyle bir derdinizin olması gerekmiyor. O zaman adınızın Süleyman, sıfatınızın İçişleri Bakanı olmasının bir önemi kalmıyor; zaten şimdiye kadar yaptıklarınızı, yapacaklarınız için ifşa eder; cilanızın lime lime dökülmesini de umursamazsınız.

İletişim: http://twitter.com/Tuhcelfikret