30 Kasım 2010 Salı

Miroğlu'nun istediği bir tehdit!..

HPG sitesinde Orhan Miroğlu'nu konu alan yazı, kötü ve siteye adını veren gücün ciddiyetiyle bağdaşmıyor...
Yazan kişi, kendi blogunda veya kişisel sermayesiyle kurulan bir hobi sitesinde yazmıyor. Kürt halkının askeri gücünün resmi sitesinde yazıyor. Özensizlik, oluşacak algıyı hesaplamama sorumsuzluğuna varmış. Yayınlandığı platform itibariyle yersiz...
Miroğlu, 2007'de Mersin adayıydı. Gündem'in de yazarıydı. Kazansaydı şimdi BDP'li vekildi. Kazanmadı. M.E. Ekmen ile Radikal2'deki tartışmalarını hatırlayın. Ekmen'in ona söylediklerini bugün kendisi tekrarlıyor. Taraf'a yazdığından beri de suçlayıcı. En ufak bir eleştiriyi, hatta sitemi bile İttihatçı, Ergenekoncu gibi hem entelektüel çapını hem de Kürt dünyasındaki detay olma halini aşan bir işgüzarlıkla karşılıyor. 
Miroğlu, "PKK'nin hedefindeki aydın" konumunu hak etmeyecek kadar güdük, geç meşhur olma sendromu yaşayan ve tahvil ile meşgul biridir... Ama onun cevabını verecek olan medyaki Kürtlerdir. Askeri bir sitede cevap yetiştirilmeye çalışılması Erdem Can veya Günay Aslan'ın yürüttüğü tartışmaya da haksız müdahaledir...
Miroğlu, bu yazıyı kapsamlı bir pazarlamanın manivelası yapmaya başladı. O yazıyı yazan ve yayınlayanın aceleciliği, kötü emelleri olanlara fırsat sunabilir. Gücün Küçük Emrahı ve Yaseman avenesi de fırsat bu fırsat modunda... Adama bisiklet de çarpsa içinden çıkılmaz... Miroğlu ve kampanya kardeşliğinin üyeleri de bilir ki PKK, tek bir köşe yazarına fiske vurmamıştır. Her gün Türk medyasında kontrolsüz küfür saçanlara bile dokunmamıştır... Tercihini Kürt hareketinin karşısında konumlanmaktan yana kullanan Miroğlu da bunu bildiği için müsterih olduğunu el verenlere de söylesin. Allah Miroğlu'nun ömrüne Ümit Fırat ve Mehmet Metiner ile aynı kulvarda bereket versin... 

25 Kasım 2010 Perşembe

Fitne korosuna gelsin!..

Bir ailenin ilk ve en kıdemli üyesinin olağanı zorlayan, kabul edilebilir doğal bir hukuku var. Ailenin diğer mensupları, dinler, saygı gösterir ve zaten kolektif bir aklın ürünü olan kurallar bütününün cevaz verdiği yolda yürürler. Ailenin büyüğü, bağırsa, çağırsa, kızsa da sağa sola bakmadan devam ederler. O, artık geleneksel ve resmi hiyerarşinin üstüne çıkarılmış; tecrübe ve yol göstericiliği yadsınamayan ama 'benden pratik önderlik beklemeyin' diyen biridir. Ailenin en riskli, netameli evrelerde yekvücut olmasının canalıcığı, onun koruma duygusunu acımasız bir dil olarak yansıtabilir. Aile, bunun farkında olduğu için kıyamet metaforunu işlemez. Etraftan gülme, aşağılama, küfretme efektleri eşliğinde iyilik melekleri görünümündeki haysiyetsizlik pul pul dökülürken, tek şemsiyenin altında yürümenin zorunluluğuna iman eder. Aile için menzil önemlidir ve son etapta işgüzar bir tüccarın araç değiştirme manevralarını elinin tersiyle itecek ferasettedir. Bu realite, aile büyüğünü Tanrı mertebesinden; aileyi de Tanrılaştırma girişiminden men eder...

Haysiyetsizliğin efektleri

Haysiyetsizliğin değişik formlardaki efektlerine bakalım:
Kürtlerin en doğal haklarını bile yumuşak bir ton ve onlarca soru işaretiyle reddeden ama Kürt hareketine küfür konusunda sakalının ağırlığından beklenmeyen bir sosyal evler kapıcısı edasıyla bağıran Ahmet Taşgetiren: "Osman Baydemir'in üstü çizildi, haberleri yapılıyor artık. Hani şu, devlete 'h...stir' çeken adamın... 'Hadi bir de, APO'ya h...stir çek' çağrıları çok anlamsız değil bu yüzden... Eminim ki Osman Baydemir, kendisine yönelen tehdidi umursamazlık etmeyecek..."
Fethullah Hoca Hazretleri'nin çevre katili altın avcısının yavru gazete statüsüyle gurur duyduğu Bugün gazetesinin Perinçek artığı Göktürk Gülay da, uvertürü olarak döktürmüş: "Kürt hareketi içinde kendi sesinden başka bütün sesleri susturmaya azmetmiş bir despotun, farklı sesler karşısında kapıldığı hezeyanın dışavurumuydu bu demeç... PKK'nın marjinalleşmeye başladığı, geniş Kürt kitlesinin barışçı siyasi mücadele olanaklarını kullanmak üzere harekete geçtiği yeni bir süreç yaşıyoruz...Şu anda PKK'nın ve Öcalan'ın kaderinde dönüşüm değil yokoluş var. İmralı'dan yükselen hezeyan bu yokoluşun telaşıdır."
Hırsızlıklarından biriktirdikleriyle bir gazete kurup sonra gizli ortağını resmileştiren Zafer Mutlu'nun gazetesinde yazan ve onun soyadını taşıyan Mustafa diye biri, çocukluk travmasından depreşen kirliliğini kağıda etmiş: "Dün hükümete ve devlete küfrederken ağzından saçtığı salyaları, paşa paşa yutmak zorunda kalıyor!.. 'Sen si...r, si....emezsen mum diktir' diye yanıt verilirdi... Maaşını da Türkiye Cumhuriyeti Devleti‘nden alan Sayın Osman Baydemir, hükümete ve devlete ettiği o küfrü, kendisini yerin dibine sokan çete reisine edemiyor, 'Ha....tir' diyemiyor!.."
Daha geçen hafta mübarek annesiyle ilgili duygusal bir yazı yazan yeni dönem Star Mehmet Metiner, 'çekilin çekilin ben bilirim' edasıyla saçmaladıktan sonra 'döktüğüm benzin olur' temennisini boca etmiş: "Baydemir bir tür özür dilerken bile bence kendini Öcalan’ın dostça eleştirilerine muhatap olmuş önemli bir kişi konumuna yerleştirmekle Öcalan’ın zihniyet dünyasına göre suç işlemeye devam etmektedir. Çünkü Öcalan kendisini özeleştiri vermeye çağırmaktadır. Özeleştirinin anlamı ise, Baydemir’in hala kendini önemsemesi değil, kendi iradesini ve kişiliğini bütünüyle önderliğin kendisinde yok etmesidir. Öcalan’ın eğip bükmeden dediği şu: Sizi ben yarattım. Benim önderliğim olmasaydı hepiniz birer hiçtiniz. Bu değerlerin tek yaratıcısı benim. Herkes öngördüğüm çerçevede ancak rolünü oynayabilir...”
Son örnek de, yeni devletiyle kolkola olduğunu artık saklama gereği duymayan ve Öcalan için 'Mandelalaşma süreci' pohpohlamasını ziyaretçisi Kürtlerden esirgemeyen Taraf'ın başyazarı, kurucu genel yayın yönetmeni Ahmet Altan'dan: "Eskiden PKK’nın ya da Öcalan’ın bir sözü kesin emir sayılırdı, hiçbir Kürt kolayından buna karşı çıkamazdı, karşı çıkan bu çıkışı canıyla öderdi. Bugün PKK da, Öcalan da çok güçlü bir dirençle ve muhalefetle karşı karşıya... 'Silahlı dönem bitti' dediği için Öcalan tarafından sertçe eleştirilen Baydemir istifaya zorlanıyor, büyük bir ihtimalle istifa edecek ama Baydemir’in siyaset sahnesinden kaybolacağını düşünen pek fazla insan olduğunu sanmıyorum..."
Sedat Laçiner'inden Ümit Fırat'ına kadar olanları eklememe gerek kalmadı... 
O halde bakalım Baydemir, bu hatta ilerleyen tartışma ve beklentilere zamanında ne yanıt vermiş. Emeği geçen bütün fitne korosunun yoğun isteği üzerine yeniden gelsin: "Kendi değerlerine ihanet eden tek Kürt politikacı bulamayacaksınız. Şeyh Sait ve Seyit Rıza ihanete uğradı. Ama ondan sonrakiler ihanete uğramadı, uğramayacaktır. Devleti ve hükümeti yönetenlere sesleniyorum, bizi şahin ve güvercin olarak ayırmayın, hass.. diyorum, hass.. "
Kolay gelsin...

18 Kasım 2010 Perşembe

Hayır, eleştireceğiz!

Türk medyasındaki kalem erbapları zaman zaman Kürt meselesi ve Kürt siyaseti ile ilgili yazarken, elbette birikimlerinin üzerine bina ettikleri görüşlerinin yansımalarını paylaşırlar. Herkes kendi meşrebince bir üslup ve yazın tekniğini kullanır, bu da analarının ak sütü gibi helaldir. Bazen de bilgi-tespit-çıkarım üçlemesi, bir yanlışlıklar zinciri gibi yazanın kötü niyetinin mahsulü olarak kesif olur. Saldırgan, öfkeli, acımasız veya kısmen Kürt diyarından geçme aşinalığının istismarına dayalı intikamcılığını mevcudun gözüne sokar. Yapaydır, dün olduğu gibi... İstikrarsızdır; yarının küfür cephanesini biriktirir bugününe karşı... Ahlaki ve vicdani bir varlık olarak yitik ve hükümsüzdür ama o 'yırtma'nın kıvancıyla coşmuştur... Topaç gibi daldığı Kürt mahallesinde bulduğu bir yüzden ne kadar nemalanacağına bakar... Herşey, herkes ve kendisi de artık 'yeni ben'i için araçtır... Korkaktır, tedirgindir ama üzerinde şemsiye hissettiği anda hırçınlaşır, sözü kirletir... 
Bunları eleştirmek de zordur. İktidar şatosunda olmalarını yadsıyarak, yüzlerine ayna tutulmasından nefret ederler. 'Hedef gösterme' heyulasının arkasına sığınarak, eleştirileri bloke eder, mağduru oynarlar. Bu, hem bulundukları pozisyonları güçlendirir hem de ederlerini biraz daha arttırır. Eleştirmeyince gemi azıya alarak, sırıta sırıta koştururlar. Yeni yuvalarında mutlu mesut yaşarken; sadece biraz daha saygılı olmalarını beklemek biz sıradan yurttaşların hakkıdır. Fakat kontrolsüz insan soyu haristir, anaforlu huni gibidir. Yetinmez...
Kusura bakmayın ama 'hedef gösteriliyoruz' blokajınıza aldırmadan sizi eleştireceğiz. Tamam, yüzünüze tükürecek kadar yanınıza yaklaşıp burnumuzun direklerine haksızlık etmeyeceğiz ama kelimelerle döveceğiz...
Yazar Ahmet Altan'ın kızı Sanem Altan, günün birinde sosyal medya ağında, Kürtlerin babasıyla ilgili eleştirilerinden tedirgin olmaya başladığını; korumalara rağmen korktuğunu paylaşmıştı. Kendisine "Kürtler, babanızı eleştirir, sitem eder ve bununla yetinir. Fakat babanızın etrafındaki polis eğitmenleri, iktidar gönüllüleri, itirafçı artıkları, yani bilimum sürülmüş tarla pek masum sayılamaz" demiştim... Kürtler kendilerine bir adım yaklaşanın kimliğine, kişiliğine, ideolojisine ve yarın ne olacağına bakmadan beş adım gitmiştir. Onlar yorulana kadar başında taşımıştır/taşıyor. İstisnaları bir kenara bırakalım ama bu demokrat kesilenler, muhaliflik dopingi alanlar, antivesayet cengaverlerinin yüzde 90'ı palavra. Sınırlı, sorumlu dikleniştir yaptıkları. 'Solcu'sundan 'sağcı'sına kadar; riyakarlık, yılışıklık, güç tapınmacılığı, özenti...
Altan'a hatırlattıklarımdan bir kısmı maalesef aynı tempoda devam ediyor. Komşusunun duvarına bardak dayayan ve doğru-yanlış duyduklarını heyecanla ev ahalisine özel tefsiriyle nakleden kart bir fitne ruhuna bürünen elemanlar durmuyor...
Genç enternasyonalist olarak KUM saflarına katılan ve kısa süre sonra cezaevine düşen biri, takriben 17 yıl önce 'siyasi abi'sinin şu tespitini tekrarlamıştı: "Adı, kişiliği ve özgürlüğü olmayan kişi ya da halk köledir. Köle ile özgür kişi/halk kardeş olamazlar; biri köle diğeri ise köleci olur..."
Genç enternasyonalist özüne rücu edince bir süre önce kurtarıcılığına soyunduğu halka bir 'medeni' edasıyla 'ilkel' ve 'kabile' üzerinden vurmaya başladı. 'İlkel kabile' benzetmesi, muhatabın savunma hakkı olmadığı halde hakaret de içerse, nihayetinde bir tespittir. 'Savaşa hayır' da meşrudur... Bir savaş marşından bir toplumu suçlayan zavallının, bir defa bile başta 'İstiklal Marşı' ve 'And' olmak üzere cari marşları hakkında iki laf etmesini beklemedik...
Daha üç hafta önce "Mevcut tabloda hükümetten daha çok PKK’nın barışı istemediği görünüyor" derken, bu hafta da Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir'in adı üzerinden bir malzeme bulmanın heyecanını paylaştı. Yine yanlış, eksik, kışkırtıcı, açık-gizli imalı ve kötücül...
Pale D. Heban'ın dediği gibi bir üstündeki koordinatör "gücün Küçük Emrahı" olursa kendisi de arada rol çalmaya çalışır. 
Umarım meramımı anlamıştır...

12 Kasım 2010 Cuma

Kemalizmin irşad memurları

Diyanet İşleri Başkanlığı, bir Kemalist devlet uzvudur. Başı 'Türk', sonu 'Kurumu' ve ortası ihtiyaca binaen doldurulan diğer uzuvlar gibi kuruluş ve işleyiş mantığı mutlaktır. Kendini yeniden üretme/güncelleme maharetli Kemalizm, devletten topluma doğru musallat ettiği bu uzuvların budama, aşı, ilaçlama, bakımını yapar; uyumunu sağlar. Toplumun buna itirazını, geçmiş kıyasıyla bloke eder. Haliyle, 90 öncesinin YÖK veya TRT'sinin formatlarını derin dondurucuda muhafaza etmesini beklememe 'mızmızlığımız', Genelkurmay veya Diyanet İşleri Başkanlığı için de geçerli. Türk Tarih Kurumu, bugün mesaisini Kızılderililerin veya Sümerlerin Türk; Türk Dil Kurumu ise, Güneş-Dil Teorisi bereketiyle insanlığın anadilinin Türkçe olduğuna harcamıyor. Din gibi nazik bir konu üzerine kurgulanan bol hacimli bir devlet aygıtı olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, TR-F'in Yıldırayı'nın deyimiyle kıyılarını yeni dalgaya kapatması mümkün değildi. Ancak, bunun miladı Ali Bardakoğlu'nun koltuğunu Mehmet Görmez'e devretmesi değil. Kulakları çınlasın 11 yıl o koltuğu işgal eden Mehmet Nuri Yılmaz, gayet güzel konuşacak kadar Kürtçe biliyordu ama Mareşal Çakmak hassasiyetini muhafaza ediyordu. Milat, Türk Genelkurmay Başkanı ve ittifaklarının 'silahlı mukavemet yetmiyor' gongundan sonra toparlanan devletin, dönüşerek Kürt itirazını bertaraf etme refleksinin gereğidir. 5 yıllık Diyanet İşleri macerası da bu gereğin hassas noktalarından biridir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, 2006'dan itibaren özellikle hummalı bir çalışma yürütüyor. Kürt coğrafyasına yönelik sosyal ve kültürel faaliyetlerde bulunuyor. Başkan Ali Bardakoğlu, neredeyse karış karış gezerek, çeşitli toplantılar yaptı. Türkiye'deki bütün müftüleri Van'da bir araya getirdi. Van, Ağrı, Iğdır, Erzurum, Erzincan, Kars, Mardin, Batman ve Siirt'e giden Bardakoğlu, devletin özellikle medrese kökenli fahri imamlardan rahatsızlığını dile getirdi. Diyanet'e göre bu imamlar örgüt yanlısı ve temel amaç, örgütün bu propagandalarının etkisini kırmak olmalıydı. Van'da yapılan son il müftüleri toplantısında da bu konu masaya yatırıldı. Sonuç bildirgesinde, PKK'nin dini istismar etmeye çalıştığı savunularak, Kürt medreselerinde yetişen imamlar hedef haline getirildi. Bunların yerine hızla Diyanet kadroları yerleştirildi. 
Abdülkadir Aksu’nun marifetiyle İçişleri Bakanlığı Toplumla İlişkiler Daire Başkanlığı (İBTİDB) tarafından 6 Mart 2006’da 81 ilin valiliklerine gönderilen 'Gizli' ibareli “Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı"nın özellikle Kürt illerine 'hususi' önem veren bölümlerinde Diyanet'in rolüne dikkat çekiliyordu. 2006’da yeni asimilasyon hamlesi başlatan Hükümet, dini de kulanarak, farklı ‘tedbirleri’ devreye sokuyordu. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün başkanlığını yürüttüğü Terörle Mücadele Yüksek Kurulu, “Bilgi Destek Programı” adı altında, Kürt Hareketi'ne karşı mücadelenin psikolojik yönünü koordine edecek yeni bir plan hazırlamıştı. Plan, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan TRT’ye, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan valilik ve belediyelere kadar birçok kuruma önemli görev ve sorumluluklar veriyordu: Diyanet İşleri Başkanlığı, bölgede daha aktif rol üstlenecek. Vatandaşla inanç yönünden bağ kurulması sağlanacaktı.
Kürt illerindeki tüm valiliklere 21 Mart 2008'den önce gönderilen ‘Gizli’ ibareli "Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı-Uygulanacak Tedbirler"de de Diyanet ve bağlı kurumların üzerine düşen görevlere işaret ediliyordu. Valiliklere ‘’B054VLK4636001.870” sayı ile gönderilen planda, özellikle Diyanet birimlerinin bütünlük propagandası yapması, PKK'nin zararlarını anlatması ve Türkçe eğitimi teşvik etmesi isteniyordu. 
TRT-6'te Kürtçe dini sohbetler yaptıran, yine aynı kanalda canlı yayınlanması için tek bir camide Kürtçe ibadete (mevlit, vaaz) cevaz veren Diyanet İşleri Başkanlığı, gerilla cenazeleriyle ilgili saçma sapan örtülü bir izahat da yapabiliyordu.
Neredeyse tek bir medresenin yaşamasına olanak tanımayan Diyanet, Şafii İlmihali yayınlama alicenaplığı gösteriyordu.
Yeni Başkan Mehmet Görmez, Üstad Bediüzzaman'ın çok dilli medrese hayaline işaret ederken, onu milliyetinden soyutlayıp dini kimliğine dikkat çekiyordu. Görmez, Almanya'daki Türkler sözkonusu olunca asimilasyon, entegrasyon, izolasyon ve adaptasyon kavramlarını mahkum edebiliyordu ama Kürtleri bu dört kavramın kobayı yapmaktan çekinmiyordu.
Diyanet İşleri Başkanlığı, referandum öncesi Vakit gazetesi üzerinden boykotun caiz olmadığını duyuracak kadar kendinden geçerken, Kızılcahamam'daki AKP toplantısında yeni önlemlerin müjdesini veriyordu.
Maalesef Türk devleti, yine uhrevi bir kavramı/aksiyonu kirletmenin hazırlıklarını yapıyor... 
Akidesi, niyeti bozuk; menfaatçi, sahte; kemale ermemiş Cumhuriyet'in din memurlarından 'mürşit' çıkarma bedbahtlığı... Özel savaşın hizmetinde zirveyi zorlayan Diyanet İşleri Başkanlığı, Kürtlere hak, hakikat ve iyiyi analatabilecek, Allah yolunu gösterebilecek; böylece onları gaspedilmiş haklarından feragatle mükellef kılacak bir yığın halinde tutma küstahlığına girişeceğini duyuruyor. Bunun için bütçe oluşturuyor... 
Henüz potansiyel insan mertebesinde debelenenlerin oluşturduğu bu yapı ve ana güvdesine şunu hatırlatmakta yarar var: Ruhen, fiilen; yani gerçek anlamda insan olma sürecinizi tamamlayın...
Kürtler, er-Reşid sıfatını kavramanızı ve yakınlaşma mertebesine ermenizi beklemiyor ama bir Mürşid-i Kamil'in ahlaklı şakirtleriyle aynı havayı solumanız için sizi uyarmaya ve eğitmeye devam edecek...
Eşit haklara sahip insanlar olarak birlikte yaşamanın, sizin için fobi olduğunun farkındayız. Yine de şunu deneyiniz: Kir ve kibirden arınıp, dinden devlet lehine yöntemler devşirmekten vazgeçin...

7 Kasım 2010 Pazar

Gül'dürmeyen Gül'dürmüyor!..

Türk devlet sisteminde üçgenin tepe noktasında oturacak Cumhurbaşkanı seçimine ölümcül önem verilir, çünkü büyük maharet gerektirir. Sistem, ucuna oturmayı beceremeyenlere 'batar' veya hafif kenara kaydırıp meşhur takozlarla yapışık bırakır. Mevcut Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Erbakan Hoca'nın genç prensleri arasında yer aldığı günden beri, Erdoğan liderliğindeki sürecin önünü açan yüksek mimardır. Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlık deneyimlerinin ardından oturduğu koltuğun hakkını verecek kadar devletini tanıyor. Sahip olabildiği güç rezervini, iç-dış dengenin kıvamında yürümesine özenle aktaran Gül, Cemil Çiçek kadar açık sözlü; Başbakan Erdoğan kadar da asabi değil. Aynı şeyleri, asabi ve patavatsızlıkla insanları hoplatmak yerine sakin ve derinden; hemen etkisini gösteremeyecek aromayla zerkeder. İnsanlar da pek sever... Hepsi bu kadar. 
Karşılaştırmalı bir Abdullah Gül'ler tarihi veya kişilik analizi yaparak sevenlerini üzmeye niyetim yok. Fakat son sözlerindeki derin hikmetin son gelişmelere ulvi katkısını gözardı edemeyiz...
Bilindiği gibi Türk devletinin reva görme büyüklüğünü gösterip 'kurucu unsur' kardeşlerini ağırladığı mahkeme salonları ve cezaevlerinde Kürtçe de hep bir meseledir. Çünkü buradaki hayatiyet, mekanlardan ölmeyerek çıkacak kişinin terbiye edilme derecesi veya reddinin ölçütünden kaynaklanıyor. İki taraf için de dil anahtardır. Kürt, dilinden başlayarak beyninin ram olmasına itiraz eder, devlet de aynı güzergahtan hükümran olmayı amaçlar. Lozan Antlaşması'nı taa Musa Anter bile hatırlattı ama yararı yok. Şimdi son KCK kod adlı davada da aynı mücadele var. Operasyonunun kendisi nasıl bir devlet kararı ve uygulamasıysa mahkeme süreci de öyle. Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Kürtçe savunmayı reddetmesi ve ısrara karşı askeri güçlere başvurmasının 'bağımsız' yargı işi olmadığını Cumhurbaşkanı Gül de teslim ediyor. Gül'ün, Türk medyasıyla paylaştığı  "Mahkeme safahatı bir mücadele aşamasına dönüştürülüyorsa, ona da kimse müsaade etmez" sözlerini, Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi önceden duyacak kadar şanslıydı!...
Bilindiği gibi her ne kadar DTK Eşbaşkanlarının kurumsal kimliklerine ve siyasal ağırlıklarına değmeyecek bir vaveyla ile Türkiye Meclisi Başkanlığı'na yapılan vekillik hakkının iadesi başvurusu reddedildi. Meclis Başkanlığı'nın ret ve kabul kararlarının hukuksal gerekçe ve yasal meşruiyeti arasında büyük fark yoktu. Yani Meclis'in Türk kamuoyunun da kabullendiği onayı vermesinin önünde tek bir engel vardı. O da Kürtçe savunmaya müdahale eden devlet aklıydı. Başbakan Erdoğan'ın, ''TBMM Başkanlığı gerekeni yaptı. İşin gerçeği budur. Bu iş bitmiştir" sözlerini, Türkiye Meclisi Başkanı Mehmet Ali Şahin önceden duyacak kadar şanslıydı!...
Artık şu çok nettir: Hem 'yasama' hem de 'yargı'nın, Kürtçe savunma yapılmasını ve milletvekilliklerinin iadesini reddi, merkezi politikanın yansımalarıdır...
Kürtleri geçmişle korkutan ve bugünü, sadece bugün ve geçmişin Türkiyesiyle kıyaslayarak şükretmelerini salık veren Cumhurbaşkanı Gül, bakın ne kadar iyiliksever. "Dağdaki insan sağlıklı düşünemez. Onların bu yoldan vazgeçmesinde de yol göstericiliği biz yapacağız" diyen Gül, bütün gayretlerinin de sağlıklı düşünemeyen bu kitleyi merhametlerine muhtaç bırakmak olduğunu icraatlarını sıralayarak anlatıyor. Avrupa gerçeği görmüşmüş, diplomatik kıskac işlemişmiş, kamuoyu kazanılmışmış... Kürtlerin her koşulda kendi dışlarında bir kurtarıcıya ihtiyacı olduğu inancına binaen ve aslında kolonyalist mantıktan süzülen bu sözleri, muhatapları maalesef defalarca dinleyecek kadar şansızdı!...
Hem Cumhurbaşkanı, o kadar adil ve eşitlikçi ki YÖK sıralamasında alt sıralarda olan bir Alevi akademisyeni bile rektör yapmış. Milyonlarca Alevi'nin yaşadığı bir ülkede bir tanesinin rektör atanmasının, söylenecek kadar değerli bulunması... Bir de Cumhurbaşkanı Gül, "Siyasete bulaşıp bulaşmadıklarına bakıyorum. Herhangi bir partiden aday olanları çok değerli bile olsalar atamıyorum" diyor. Gül unutmuş olabilir ama Prof. Ayşegül Jale Saraç, 2007 seçimlerinde AKP'den Diyarbakır 8'inci sıra milletvekili adayı oldu, kazanmadı. Rektör atandı. Gül'un bu unutkanlığını, 12 Eylül'ün koşullarını yaşayan Dicle Üniversitesi öğrencileri hatırlayacak kadar şanssızdı!..
Öcalan'ı uzmanlara havale ettiklerini belirterek, Türk milletinin müsterih olması mesajını da veren Gül'ün, Kürtlere bir müjdesi daha vardı: "Kürtleri ayrı bir millet olarak kabul etmek yerine biz hepsini akraba olarak görüyoruz."
Anlaşılıyor ki 'yeni' devletin aklı, inkar siyasetine 'akrabalık hukuku' kılıfı gibi kozmetik müdahalelerden ibaret. Sadece cilt bakımı, üstelik kozmetik malzemeler de ucuzundan...
O sizin büyüklüğünüz ama 'akrabalarınızı' bu müjdeye defalarca maruz bırakacak kadar şanlısınız!...