27 Aralık 2010 Pazartesi

70 küsur şey!..

Atalarımız, insanlık ailesinin kaderini belirleme gücüne sahip bir üyesi olma onurunu bahşetmedi ama buna itiraz iradesinin tohumlarından mahrum etmediği gibi hükümranlığındaki halklara karşı soykırıma başvurabilen bir devletin varisi onursuzluğundan da kurtardı. Ne övünülecek ne de utanılacak bir mirası devraldık...
Mahrum bırakılmadığımız itiraz tohumlarının geliştirdiği itiraz kültürünün, yayılarak; hepimizi ikna etmesi mümkün olmadı ve olamayacak. Ama bu, Kürtlüğün inkarına ve şimdi de egemenin kırık-kirli aynasında göründüğü gibi tanımlanmasına itiraza ikna edilmenin yarattığı 'sorun'un devasalığına halel getirmez. Kürtlerin gaspedilmiş haklarının iadesi, farklı özelliklerinin yanında gerçek ve yakıcı bir siyasi sorundur. 'Siyasi sorun' olarak egemenlerin gözüne sokan, güncel deyimle sinir uçlarını zıplatıp makyajlarını döken de siyasal faaliyetin kendisidir. 
İşte bu çabanın kurumsal ifadesinin paralel bir uğraşı da hep olageldi; egemen devletlerin içinde, yanında, yakınında konumlananlar... 
Onlar, ikna edilmeyi bekleyen veya henüz ikna edilemeyenlerin masumiyetinden muaftır. Devletin her nevi ambalajını üzerlerine geçirip korucusu olmayı yeğlediler. Kalkan, tetikçi, sözcü ve simsar olarak devletin münasip aygıtlarına monte olup, öldürdüler; gammazladılar; yetinmeyi, itaati, merhamet dilenmeyi, aferine mazhar olmayı salık verdiler; her renkten siyasetini pazarladılar. Karşılığında daha zengin oldular ama hep daha solcu, dindar ve yararlı olduklarını sanmamızı istediler... 
Özellikle bir süredir para ve din bileşiminin, ikincisinin aleyhine kirlendiği çiğ bir zümre ile karşı karşıyayız. Bütün enerjilerini, Kürt sokağının kirli, siyasetinin şaibeli; AKP'nin şans, Erdoğan'ın Allah'ın lütfu olduğuna harcıyorlar...
Kutsal bir yürüyüşün neferleri yanılsamasıyla işbirlikçi kodlarında muhafaza ettikleri patalojik marazı, İslam'ın Türkçe yorumuyla perdeleyerek pişkin suratlarını görmemize kızıyorlar...
Zat-ı şahanelerinin, statüsüz kölelere, kocaman arsaya kurduğu gecekondunun kusursuz bir mabed kabul edilerek sınırsız hizmet aşkıyla yetinmelerini buyurmasını yadırgamazlar... Bilerek ve isteyerek mevzilendikleri kulübelerinden, her jest ve mimiğine hayranlıkla bakar, her kelamını dört uzuvlarıyla alkışlarlar. Çünkü onlar, insan soyunun yerden kestiği iki elini tekrar yere indirme gafletindeler... 
Öyle bir gaflet ki; yerdeki dört uzuvlarını ve mevzilendikleri kulubeyi dert etmiyorlar. Efendilerinin 'temsilci' bahsi açıldığında onları gösterip "İşte statüsüz kölelerimin gerçek temsilcileri. Tamı tamına 75 tane. Çanakları dolu, tasmaları şık. İşte budur" demesiyle birlikte tepelerini mübarek eli için hazır tutarlar. Kafalarını istem dışı oynatırlar; kaba etlerini turuncu oturaklara yapıştırıp göbeklerini öne doğru iterler, "bravo, ravo, voo, vaoo" sesleri birbirine karışır; mabed, arsa ve efendinin statüsünün değişimini isteyenlere düşmanca bakarlar...
Bu sahneyi dün Türkiye Meclisi'nde bir kez daha gördüm. Başbakan Erdoğan, hazirundaki bilimum Türk siyasal varlığı mensuplarının alkışlarıyla coşarken; içimize saldığı simsarları gözlüyordum... 
"Dediğimiz neydi: Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet dedik" diyor. Malum sesler ve uzuv çarpmasına Abdurrahman Kurt-Mehmet Emin Ekmen ile Dengir Mir Mehmet Fırat-Cemal Kaya bandındaki 75'ler coşkuyla eşlik ediyor...
"Şunu da söyleyeceğim, o da şudur: Değerli arkadaşlarım, benim milletimin dili tektir, bu Türkçedir" diye devam ediyor. Mehdi Eker-Mehmet Şimşek ile Vahit Killer-Kutbettin Arzu bandındaki 75'ler, bir önceki eşliğin zayıflığının acısını çıkarıyor...
"Belediyeler de devletin resmî kurumlarıdır. Orada da Türkçe kullanılır" diyerek, hizmette de tek dili işaret ediyor. Kalanları dilleriyle akanı siliyor...
"Biz kimseye bu ülke üzerinde, bu topraklar üzerinde ameliyat yaptırtmayız" diyor Osmanlısı ameliyat masasında paramparça olan. Her ebattaki "köken" köksüzleri,1923'teki narkozun etkisiyle gözlerindeki buğuyu kardeşlerine gösteriyorlar...
"Terör örgütünün ve onun uzantılarının her seçim öncesinde olduğu gibi yeniden taşeronluk üstlenerek iç politikayı dizayn etme girişimlerini karşılıksız bırakmayız" tehdidiyle tereddütlerini gideren Osmani tasın müşterileri, levazım tedariğinin garantisiyle tezahüratı abartıyorlar...
"Özerklik tartışması demokratikleşmeyi, Türkiye'nin ileri demokratik standartlara kavuşmasını hazmedemeyenlerin çirkin bir tezgâhıdır. Bu millet bu tezgahlara evet der mi" sorusuyla tezgahındakini satıyor. Kemirmeyi boykot etmeyenler, zaten ulvi gerekçelerle müjdeledikleri için gururla katılıyor: Demez...
"Ne terör örgütü ne de onun uzantıları, hiçbir zaman benim Kürt kökenli kardeşlerimin temsilcisi, sözcüsü olmamıştır" diye tekrarlıyor ve yüzde 10'luk seçim barajının kalıcılığıyla birleştiriyor. Dörtlü alkıştan yorulmaktan utanan yüzde 10'un gayri meşruları, ellerini ovuşturarak hacimlerini gösteriyorlar...
Hepiniz onları tanıyorsunuz. Neo Osmanlı akıncıları elbisesi giydirilmiş ama dizginleri harbiden İttihatçı zihniyet varislerinin elinde 70 küsur şey. Anlaşılmaz değil; neştere müstahak yaramız... 
Biz tuşlara dokunanız; kelimelerimizi seriye bağlayıp önce sahiplerine denk getiriyoruz. Mevzu, Kafka'nın metamorfozu kadar masum; bunlar da zararsız birer haşare değil. Maliki mezhebinin tahir mahlukatına dönüştüler ve artık ısırganlar...
Zorlarına gitsin; cümlelerimizi cüselerine dolayıp kalemimizle üstlerinde tepineceğiz. Önlerine konulan çanaktan men etmeye davet edeceğiz. Kuyruklarını salarken tasmalarının şıklığıyla iftira ve hile satmalarına karşılık en azından 1071 veya 1923 kelime fırlatacağız... 
Bir bölümünden ümidi kestik ama hala din maskesine sıkı sarılanlarının; şu veya bu Kürt yapısının argümanlarını kullananlarının pişkinliğini sorgulamak lazım. Hadi özerklik istemiyorsunuz, PKK'nin öngördüğü modelden korkuyorsunuz. Lider kültüne karşısınız. Bugüne kadar Erdoğan'ı iki cümleyle kamuya açık bir platformda eleştirdiniz mi? Cumhuriyetin günahlarından muaf tuttuğunuz partinizin bu günahların kurumsal ifadesine canhıraş sarılmasının sizde neden bir aksi yankısı olmuyor? Kendi anadilinizin reddine tuttuğunuz alkışın çocuklarınızın geleceğine haksız bir ipotek olduğunun farkında değil misiniz? 
Özellikle "millet" kavramına dini bir içerik kazandırma yalanı ve tek dilleriyle ırkçılık şırınga etmeye kalkışanların karşısında tavana bakma günahının ağırlığını hesaplıyor musunuz? 
Bu halkı neden ağabeylerinizin mensup olduğu milletin kullandığı haklara layık görmüyorsunuz?
Son olarak bir hatırlatma yapayım. Barzani bir gün bombalanan Kürt köylerinin sakinlerine şöyle seslenmişti: "Biz Müslüman olduğumuz ve camilerimiz var diye bombalıyor değiller, Kürt olduğumuz için bombalıyorlar. Oğullarımız ve kızlarımız bunun için öldürülüyor."
Güney Kürdistan'ın bugününe ve Kürtlerin karşısına dikilip özellikle de iktidardaki Arap siyasetinde yer alan benzerlerinizin akıbetine bakınız...

22 Aralık 2010 Çarşamba

Kaotik ayrılık!..

Kuzey Kürtlerinin başat siyasi yapısı, soğuk savaş döneminde ve Leninist model/modellere uygun kuruldu. Manifestosunu, dayanacağı halkın özgünlüğünü de baz alarak tamamen sözkonusu modellerin teorik kaynaklarından beslenerek belirledi; ittifakları, savaş stratejisi, vizyonu, bu kapsamdaydı...
Kürtlerin dağınıklığı, 4 egemen devletin varlığı ve bölgenin uluslararası güçler açısından öneminin verili realitesi, mücadeleci gücün uyarı sistemlerini hassaslaştırdı. Buna, halkla içiçe olmanın dayattığı zorunluluklar da eklenince dünyadaki dönüşümü erken fark etti...
Bu dinamizm ve sınırlı pragmatizm, onu büyük oranda 'reel sosyalizm'in çöküşünün etkilerinden muaf tuttu. Kendisini yenileyebilme, zamanın dilini konuşma ve aygıtlarını kullanma kabiliyeti sayesinde hem yapısını hem de hedeflerini revize edebildi... 
90'lardan itibaren savaşın tırmanmasına çözüm arayışları da eşlik etti. Bunun için ateşkesler, diyalog gayretleri, çözüm deklarasyonları ve birlikte yaşamanın formülleri sunuldu... 
2000'lerde ise Sovyet ve Çin örneklerini mahkum ederek; devlet-iktidarı reddeden, bunun için de 'yerleşik sosyalistler'in hışmına uğrayan kuramcı aksiyonerler ile yeni yüzyılın sivil toplumcu, kapitalist modernite karşıtı, çevreci, katı devlet yapılanması muhalifi filozoflardan yararlandı. Aydınlanmacı yanılsamayı dıştaladı fakat Marksist metodoloji marifetiyle bir model çerçeve oluşturdu... 
Beslenmeyi bloke etmeyen bu paradigma, Demokratik Konfederalizm-Demokratik Cumhuriyet-Demokratik Özerklik gibi birbirini tamamlayan organizasyonlar kompleksini doğurdu.
Uzun vadeli; gelecek toplum ve dünya tasavvurları elbette çok önemli ama gereksinim noktası: 'Kürtlerin Ortadoğu'daki statüsü ne olacak' sorusuna büyük yıkımları önleyerek cevap bulmaktır. Kürt haraketi, iki yönlü bir baskı ve izahatı eşzamanlı yürütüyor: Türkleri eşit birlikteliğe, Kürtleri de devletsiz çözüme razı etmek. Evet Kürtler, gaspedilen haklarının asgarisine kavuşurken Türkiye'nin geri kalanı da demokrasinin azamisiyle şereflenecek. Kaybeden yok...
Son olarak bir taslak tartışmaya açıldı ve anadilin kullanımıyla ilgili devlet kabullerini zorlayan adımların atılacağı duyuruldu. Bu erken değil, belki gecikmiş bir adımdı.
Türk tarafının, yasamanın başı marifetiyle tehdit ve asker muhtırasının ardından adliyede yer ayırmaya çalışmasının önleyici etkisi olmayacak. Mevcut taslak veya model beğenilmiyorsa onun öngördüğü hakları ve kurumsal ifadesini aşan bir alternatif sunulmalı... 
Kemalizmin çıplak halinin veya ideolojik çekirdeği, muhafazakar-demokrat makyajla süslenmiş sürümünün Kürtlerde karşılığı yoktur. Hem devlet ve her renkten bileşenleri hem de Kürt siyaseti farkında. Karşılıklı ikna ve rızaya dayalı birlikte yaşamayı reddetmenin faturasının ağır olacağı sır değil... 
Demokratik Özerklik, Türk devletinin egemenliğini askeri zorla dayattığı 20 milyonluk nüfusun ayrı devlet istemini ötelemenin karşılığında ırk devleti karekterini gömme hamlesidir...
Bunun ötesi kaotik ayrılıktır. En fazla kaybedeni de kaybedecekleri çok olandır...

17 Aralık 2010 Cuma

Kürtçe ve tankla korunan put!..

Mehmet Ali Şahin sıradan bir AKP'li değil. AKP'nin çekirdek kadrosunun önemli ama en itaatkar adamlarındandır... Refah Partisi Eminönü İlçe Başkanlığı, ardından Fatih Belediye Başkanlığı adaylığı ve nihayet Refah ve Fazilet partilerinden milletvekili olabilmiş, yani Milli Görüş gömleğini, daha beden boyu 'S' iken giyebilmiş bir zattır. Sonra o meşhur reel politik kıvraklığıyla Hoca'yı terkeden kadronun içinde yer aldı. AKP, iktidar, güçlü iktidar, tam iktidar etaplarının her birinde gömlek değiştiren Mehmet Ali'nin hacmi büyüdükçe, sıfatı da birer beden büyüdü. Grup Başkanvekili, Adalet Bakanı, Başbakan Yardımcısı ve Meclis Başkanı... 
Lider karşısında gözlerinin oynaması ile üst dudağının titremesi senkronize vaziyetteyken, oturduğu koltuktan baktığı kişilere hiddeti arttı, dokunulacak kaygısı taşıdığı ensesinin kılları kabardı. Başbakan onu azarlarken, duayı yanlış okuyan medrese talebesi gibi ezilir, büzülür bunun masum bir mahcubiyet olarak algılanmasını talep eder. Ama iri bir merceğin ardında iktidar nimetlerine secde etmiş bir belirsiz detay değil, ona tahsis edilmiş alanda bütün hünerini boca edecek bir gönüllüdür. O büyüklerini hep sayar, asla saygısızlık etmez, ellerini geri çevirmez. "Ben hiç görevlere talip olmadım, verilen görevleri yaptım" diyerek, gerdan kırar. Büyükleri de onu sever, görevlendirir. Rolünü iyi ezberler, icra ederken bütün vücudu yardım eder ama oyun oynadığı algısını yokedemez. İyi ama sahici olmayan performansını ödüllendirecek perde gerisi maharetleri de var...
Tek başına hiçbir ifadesi yoktur. Hiçbir kelamının da... Önemsiyor olmamızın gerekçesi de budur. Mehmet Ali Şahin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin iki numarası; Türkiye Meclisi Başkanı'dır. Başbakan Recep T. Erdoğan, iktidar bileşenlerinin tartışmasız 'üst' mertebesinde kabul edildiği için devlet protokolünde numaralandırma Cumhurbaşkanı ile başlıyor. Yoksa bütün numaralar Başbakan Erdoğan ve militarist partnerlerinindir... (AKP'nin Batman Ek'inin kulakları çınlasın. Sayın Başbakan'ın "insanüstü performansı" diyerek neredeyse tekbir getirecekti)...  Dolayısıyla Meclis Başkanı Şahin, Kürtçe ile ilgili son cümlelerin sadece taşıyıcısıdır. Gül ile parelel gibi görünüyor olması da bundandır. Gül'ün politik sinsiliği (isteyen buraya sağduyu veya deha diyebilir) ile yarışamayan Şahin'in sözleri onun için yeterince açıktır. 
Mehmet Ali Şahin'e, Meclis Başkanı sıfatıyla mevcut Anayasa veya Siyasi Partiler Yasası'ndan utanmasını bekleyecek kadar haksızlık etmeyeceğim. İkisinin tam işlemesi halinde Türkiye'de hayatın fiilen kilitleneceğini, tek bir partinin açık kalamayacağını dert edip, realiteye cevap verebilir hale getirilmesine öncülük etmesini önermeyeceğim. Çünkü böyle bir ehliyeti yok. O, şimdi tekçi devletin zahiri iki numarası olarak bünyesine de 'cuk' diye oturan sufleleri dile getiriyor. Mevzu, Kürtlerin gaspedilen haklarının iadesi ve Kürt siyasetçilerse, abdesti ağız yoluyla militarizmce bozulan bir tıynettedir. 
Toplumsal talep ve gerçeklikleri reddeden kamu alanı ve dışı gibi kategorik bariyerlerin arkasına saklanmayı marifet saymaları, riyakarlıktır. Üstelik saklandıkları bariyerin diğer tarafında, istemleri üzerinde sörf yaptıklarının önüne konulmuş bir bariyer daha varken... Göz kırptıkları Anayasa Mahkemesi, partilerini "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" olarak mahkum etmiş ama uzlaşma gereği kapatmamış. Diğer taraflarını oynattıkları Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, kendileri için bir kabus gibi görünürken, zorla dizginlenmiş...
Kürtçe ve Kürt kavramlarının hiçbir resmi belgede yer almamasının, hangi korkularından kaynaklandığının farkındayız. Onun için TRT-6'te 24 saat Kürtçe( Kürtçeyi bozarak) yayın yaparken; TRT-3, Kürtçe konuşulunca kablolarını koparıyor. Cezaevlerinde konuşmaya layık görülürken, bir siyasi davanın savunmasında sözkonusu olunca yargılama askıya alınıyor. 
Türk devleti bireysel hakların dışına çıkılmasını istemiyor, çünkü Genelkurmay ve Hükümet "tek millet" ve gerekleri üzerinde anlaşıyor. Başbakan'ın hançeresini yırtması, Gül'ün kısık sesle konuşması, Mehmet Ali Şahin'in endişeli izahatının kaynağı budur. 
Hatırlanacağı gibi İlker Başbuğ'un, Kürt siyasetçilerle ilgili tehditlerine Mehmet Ali Şahin eşlik etmişti. Şahin, o gün AKP-Genelkurmay(devlet) adına ortak açıklamayı dile getirmişti: "Siz Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı ve bu Anayasa ile şekillenen devlet düzenini bir türlü benimseyemediniz. Sorununuz burada. Önce Anayasa ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile bir barışın. Kabul edin."

Genelkurmay muhtırası

Yazıyı tamamlamak üzereydim ki Türk Genelkurmay Başkanlığı da teşrif etti. Herhalde sözcülerinin yeterince ciddiye alınmadığını düşündüler ki, bizzat kendileri muhtırayla buyurdular. "Üniter devlet" ve "ulus devlet" ile Anayasa'nın Türkçeyi tek ve kutsal sayan 3. maddesini hatırlatan Türk Genelkurmayı, Kürtçenin kamu alanlarında kullanılmasının, kuruluş felsefesinin köküne kibrit suyu dökeceği kanaatine varmış ki, sopasını sallayarak, müdahale tehdidinde bulundu... (Genelkurmay'ın 5 maddelik muhtırasında, Türkçenin gramer ve imla kurallarını alt üst etmesi de cabası)... 1990'lı yıllarda 7. Kolordu'nun içinden Kürtçe korsan yayın yapan Türk Genelkurmayı, elbette TRT-6'ten rahatsız olmaz. Ama, yığın olmayı reddeden Kürt halkının, kendi dilini, kimliğinin bir parçası olarak kullanacağı alanlara taşımasına önce Gül'er, sonra Şahin olur ve ardından da tankla tehdit eder. 
Umarım Kürtler de Kürtçenin gücünü küçümsemezler. Kürtçe, bütün bunları ezip geçecek kadar kadimdir. Yeryüzünde hiçbir dil, bu kadar direnememiştir; çünkü Kürtler, onu yaşatmak için bu miadı dolmuş devletin kan istemini bile geri çevirmedi...
Anayasa'nın 3. maddesi, Kemalist putun değiştirilmesi dahi teklif edilemez can damarlarındandır. Kürt siyaseti, toplumsal ifadesi güçlü, insani, doğal, hukuki ve evrensel meşruiyeti tartışılmaz bir hatın üzerindedir. Türk devlet aygıtlarının kolektif irkilmesi de gösteriyor ki bundan zerre kadar geri adım atmamak ve başat hale getirmek zorunludur. 
Kürtçenin gücüne inanalım...

5 Aralık 2010 Pazar

Yeğenin yazı işleri!..

Taraf'ın bugünkü (5 Kasım) manşeti şuydu: Sinn Fein kadar yürekli olsunlar... Yürekli olması istenen BDP. Yürekli olmasını salık veren de bizim yeğen... Küçük bir parantez açayım. Son yıllarda utangaç Kürtler arasında soykütüğünden kurtulma arayışları artık alenileşti. Kendisine bir Türkmen, Ermeni ve Arap bağlantısı bulanlar, kaotik karışımın doğal mecrasından kimliksizlik üretenler veya Kürtçenin lehçelerinden birini baz alarak Kürtlüğün meşaketinden kaçanlar... Elbette bir insan kendisini nasıl tanımlıyorsa kabul etmek zorundayız. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik de, şimdilik Kürtlerin yeğeni olarak kabul etmemizi arz etmiş. Kabuldur. Yeğen ifadesi de bunun gereğidir... Parantezi kapattım... 
Bildiğiniz gibi Doç. Hüseyin Çelik, akademik gayretini Türklüğün asaletini ıspatlamaya vakfetmiş, bunun izlerini Türkiye coğrafyası dışında da arama gereği duymuş biri. AKP macerasından önce liderliğini Tansu Çiller'in yaptığı DYP'de politikacıydı. Çiller dönemini anlatmaya gerek yok ama Çelik'in siyaset mazisi Süleyman Demirel'in AP'sinin rahmidir... AKP'de Milli Eğitim Bakanlığı koltuğunda da oturdu... Dengir Mir Mehmet Fırat ile Abdülkadir Aksu'yu kendisinde toplayıp, bu karışıma akademik altyapısının üzerine hitabet gücünü de ekleyerek yeni dönemin prototipi olmuştur. Böylece yüzü Kürt mahallesine dönük yeni bir iktidar megafonu olarak AKP Genel Başkan Yardımcılığı koltuğuna yayılmıştır. Yeğenimiz, iktidar partisinin bu önemli koltuğundayken bile, BDP'yi demokrasi adına dövebilecek pişkinlikte... Kürt siyasetini, karanlık, devlet ürünü gösterebilecek kadar maharetli. Bu mahareti, "İsrail'in emirlerini icraa ettiler" diyecek kadar global bir vizyonla meczeden biri...  2 bine yakın Kürt siyasetçi cezaevlerine konulmuş ve Kürtçe savunma gibi bir itaatsizlik mi yapmışlar, cevap Çelik'ten. Aksu ve Fırat'ın ruhunu aynı açıklamaya sığdırıyor: Mahkemenin 'bilinmeyen dil' tavrı yanlış, tutsaklar da şov yapıyor... Oportünizm ve demagoji, Batı orijinli oldukları için kullanmıyorum, Doğu toplumlarındaki varyasyonlarının toplamını kabul buyurmasını rica ediyorum...
Gelelim yüreksizlik limanına demirleyen Çelik'in sözlerine platform olan gazete ve yazı işleri müdürüne. "Sinn Fein kadar yürekli olsunlar" manşeti, aslında yazı işleri müdürünün bir önceki köşesine tekzip. O yazısını da birinci sayfaya taşımış ve AKP'nin Hakikatları Araştırma Komisyonu'nu, Faili Meçhulleri Araştırma Komisyonu olarak kuracağını BDP'ye aktardığını iddia etmişti. BDP, bunu yalanladı. Hüseyin Çelik de, böyle bir çalışmalarının olmadığını belirterek, yalanlıyor. Ancak, bu tekzip Hüseyin Çelik'in BDP'yi karalayan açıklamasının arasında bırakılmış. Müdür, kıvrak numarasıyla bir taşla iki kuş vurmaya kalkışmış. Hem bir önceki yazısını yalanlamayı arada kaynatmış hem de bayağı bir dille BDP'ye çemkirmeyi gazetesinin manşetine taşımayı başarmış. Tayibbi bir ağız ile bir kalemin buluşmasından Taraf'ın payına iki yanlış düşmüş... Yoksa Sinn Fein arayışına çıkanın, üstündeki adamın Tony Blair olmadığını bilmeyecek kadar zihinsel kötürüm olmadığı açık...

3 Aralık 2010 Cuma

94'te 4'üncü gazeteye C-4!..

Hoyrat bir terör rejiminin hükümranlığı gemi azıya almıştı. Tepeden tırnağa yürüttükleri kirli savaşa batmış iktidar bileşenlerinin, yargının göstermelik prosedürünü bekleyecek vakitleri yoktu. Tek tek öldürmenin, tutuklamanın, gözaltına almanın yetmediğini görmüşlerdi. Bir avuç insan, düşen her kalemi alıyor, kapatılan her ofisi yeniden açıyordu. Ne ensesine ateşleyecek bir paramiliter tetiği ne ölüm yolculuğu için ansızın alındığı JİTEM otomobilini ne de demir parmaklıkların ardındaki esarete karar verecek yargı labirentini önemsiyordu. Onlar, inatçı ve mütevazı hakikat avcıları oldukları kadar, rafinesiz paylaşmanın erdemine iman etmiş gazetecilerdi. Devletin şu veya bu kenarında durmuyorlardı. Kimsenin onlara valizle dosya getirdiği yoktu. Zaten bunlara gerek de yoktu. Yaşadıklarının verili referansıyla gördüklerini, gözlediklerini, tanıklıklarını, dinlediklerini, tereddütsüz aktaran modern zamanın amatör ruhlarıydı. Halk Gerçeği, Yeni Ülke ve Özgür Gündem ile başlayan yolculuğun meşakatinin ve devletin cömert faturasının farkındaydılar. Ödemekten çekinmek bir yana paylarına düşenin azlığıyla hayıflandılar. 
Türkün ilk kadın liderinin militarizm ile izdivacının musallat ettiği terörizmin devletleşmesi, devletin çeteleşmesi ve çetelerin, gövdenin sağlam kolları olduklarını ispatlama gayretlerini, hayatın her alanına damıtmakla taçlandırma sabırsızlığı vardı. Tetikçiler yarışıyordu, istihdam kapasitesi artıyordu. Devlet çok tetikli bir silah, kolları altında debelenen bir ahtapot olmakla tarihi durduracağını sanıyordu... 
Demirel Cumhurbaşkanı, Çiller Başbakan, Karayalçın yardımcısı, Karadayı selefinin gurur duyacağı Genelkurmay Başkanı'ydı. 30 Kasım'da Milli Güvenlik Kurulu toplanarak, ateşkes lafını bile duymak istemediğini, kış şartlarında da son darbeleri vuracağını duyurdu. Uluslararası güçlere Çekiç Güç'ün görev süresinin uzatılmasıyla selam durulurken, Kürt gazetecilerin payı da şu bohçanın içine alınmıştı: "Bölücü örgütün iç ve dış desteğinin önlenmesi yönünde alınması gerekli ilave tedbirler üzerinde durulmuştur."
Üzerinde durulmakla yetinilmemiş, Adalet Bakanı Mehmet Moğultay azarlanarak yargıyı hızlandırması ve bir dahaki toplantıya hazırlıklı gelmesinin direkt bildirimi görevi Karayalçın'a verilmişti. Başbakan Çiller'in işi ise daha kolaydı. 3 maddelik bir 'gizli' genelgeyle düğmeye basma görevini şak diye yerine getirecekti. Genelge hazırdı:
"Özgür Ülke" devletin bekası ve manevi değerlerine açıkça saldırıyordu. Yasaları çiğneyen ve örgütün yasal bir kuruluşu gibi faaliyet yürüten gazete, sağduyulu ve vatansever vatandaşları ve Türk kamuoyunu son derece rahatsız eden boyutlara ulaşmıştı. Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğüne yönelik bu önemli tehdidin bertaraf edilmesi maksadıyla üç kulvar açılmıştı. Birinci ve ikincisi Adalet Bakanlığı'nı ilgilendiriyordu. Ancak üçüncüsü "etkin yöntem tespiti ve gereğinin yapılmasını" emrediyordu.

An karaydı

Etkin yöntem tespiti yapıldı. Gazetenin merkezi, resmi yönetim adresi ve Ankara bürosu aynı anda C-4 patlayıcılarla bertaraf edilecekti. Efektif ve bu işler için biçilmiş kaftan bir plastik patlayıcı olan C-4'ler hazırlandı. Binalar, içindekilerle 4 Aralık'ın karanlığından sabahına farklı gireceklerdi. İstanbul'da bir şehit ve onlarca yaralı ile enkaza dönüşen bir gazete binası... Ankara'da ise o sabahı yaşayan anlatsın:
"Ankara bürosu, Ankara'nın merkezi Kızılay'da mütevazı bir binanın dairesiydi. O yılın ortalarında temsilci olarak gitmiştim. 21 yaşındaydım ve ilk kez Ankara'da kalacaktım. Selefim gazeteciliği bırakmış, büro dağınık ve ben yeni merkez yönetimiyle uyumsuzdum. Merkez hem benden hem de Ankara'nın atıl halinden kurtulmak için bu formülü bulmuştu. İsabetliydi. Bilerek gittim. Bürodaki değişiklik ve yeni görevlendirmeler ile takviyelerin yanı sıra eski ve sağlam olmayan kapısını da değiştirmiştik. Bir süre sonra Kurtuluş'ta kiraladığımız bir evde oturuyordum. 4 Aralık sabahı erken kalktım ve yürüyerek Kızılay'a gittim. Menekşe Sokak'a vardığımda büromuzun olduğu binayı görmeden komşu binalardaki camları kırık pencerelerden sallanan, sarkan perdeleri görünce tahmin etmemem iyimserlik olurdu. Yaklaştıkça, sokak sakinleri ile devlet güçleri ve itfaiye ekiplerinin seslerinin ortak gürültüsünü duydum sadece. Evet, 20 metre yaklaşabildim. Büro yoktu. Ben aramadan İstanbul'dan haber geldi. Merkez de ve şehit vardı üstelik... Devlet birimleri, beni doğalgaz patlamasına ikna etmeye çalışıyorlardı. Nihayet büroya girebildim. Çelik kapıdan bir avuç hurda kalmış. Ara duvarlar kaldırılmış, dış duvarlardan biri komşu binaya sğınmış. Büroda sağlam kalan, tek tek öldürülen arkadaşlarımızın fotoğrafları ve asılı bulundukları küçük bir duvar parçası...
Bütün arkadaşlar ve dostlarımız geldi. DEP'in merkezinde bir bölümde çalışma kararı aldık. Özgür Ülke ertesi gün çıkacaktı. Bir basın metni hazırlayarak, harabe binanın önünde mealen şunları söyledim: Devlet bir gecede gazetemizi yok etmek istemiştir. Fail devlettir. Meclis Başkanı Cindoruk, Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Çiller ve Genelkurmay Başkanı Karadayı sorumludur. Biz yayınımıza devam edeceğiz..."

Bu ateş sizi de yakar

Ertesi gün Özgür Ülke, "Bu ateş sizi de yakar" manşetiyle okuyucalarına ulaştı. Türkiye'nin her daim namuslu bir avuç sosyalisti ve aydını dışında, Türk medyası sıradan bir olay gibi görüp geçiştirdi. Devlet Bakanı Aktuna'nın "Türkiye'yi zor durumda bırakmak için kendi kendilerini bombaladılar" densizliğine katılarak sayfalarına taşımaktan utanmadı. Kısa bir süre sonra Özgür Ülke, Çiller'in genelgesini yayınladı. Yine de umursamadılar. 
28 Aralık'ta toplanan Milli Güvenlik Kurulu, Kürt muhalefetine karşı yürüttüğü terörden memnuniyetini resmi bildirisine yansıtmaktan bile çekinmedi. "1994 yılı uygulamaları gözden geçirilmiş ve değerlendirilmiş, bölücü terör örgütü başta olmak üzere terör örgütlerinin hâlihazır durumları, yurtiçi ve yurtdışındaki faaliyetleri ile bunları etkisiz hale getirmeye yönelik tedbir ve uygulamalar üzerinde durulmuştur" diyen MGK, güvenlik uygulamalarının aralıksız ve başarılı bir şekilde devam ettiğini ve bu konudaki kararlılığın etkinlikle sürdürüldüğünü memnuniyetle müşahade etmişti.
Bugünden 1994'ün 4 Aralık'ına baktığımda; insan iradesinin, kendi soyuna ihanet edenlerin karşısındaki başarısını görmemek mümkün değil. Zulmün aktörleri toplumdan kaçak bir hayata mahkum vaziyetteler. Madara olanlar, bir kenara itilenler, iç çatışmalara kurban gidenlerin dışındakiler, geri kalan ömürlerini açık bir cezaevine çevirdiler. Bir bölümü de yaşadıkları şatafatlı kovuklarından bir gün hesap verebilecek olmalarının kabusuyla cebelleşiyor... 
Özgür Ülke'nin insanlık ailesinin temiz sayfalarına nakşettiği faturası ağır desende nuru olan herkesin, umutlu olması için iki devrenin aktörlerini karşılaştırması bile yeter...

30 Kasım 2010 Salı

Miroğlu'nun istediği bir tehdit!..

HPG sitesinde Orhan Miroğlu'nu konu alan yazı, kötü ve siteye adını veren gücün ciddiyetiyle bağdaşmıyor...
Yazan kişi, kendi blogunda veya kişisel sermayesiyle kurulan bir hobi sitesinde yazmıyor. Kürt halkının askeri gücünün resmi sitesinde yazıyor. Özensizlik, oluşacak algıyı hesaplamama sorumsuzluğuna varmış. Yayınlandığı platform itibariyle yersiz...
Miroğlu, 2007'de Mersin adayıydı. Gündem'in de yazarıydı. Kazansaydı şimdi BDP'li vekildi. Kazanmadı. M.E. Ekmen ile Radikal2'deki tartışmalarını hatırlayın. Ekmen'in ona söylediklerini bugün kendisi tekrarlıyor. Taraf'a yazdığından beri de suçlayıcı. En ufak bir eleştiriyi, hatta sitemi bile İttihatçı, Ergenekoncu gibi hem entelektüel çapını hem de Kürt dünyasındaki detay olma halini aşan bir işgüzarlıkla karşılıyor. 
Miroğlu, "PKK'nin hedefindeki aydın" konumunu hak etmeyecek kadar güdük, geç meşhur olma sendromu yaşayan ve tahvil ile meşgul biridir... Ama onun cevabını verecek olan medyaki Kürtlerdir. Askeri bir sitede cevap yetiştirilmeye çalışılması Erdem Can veya Günay Aslan'ın yürüttüğü tartışmaya da haksız müdahaledir...
Miroğlu, bu yazıyı kapsamlı bir pazarlamanın manivelası yapmaya başladı. O yazıyı yazan ve yayınlayanın aceleciliği, kötü emelleri olanlara fırsat sunabilir. Gücün Küçük Emrahı ve Yaseman avenesi de fırsat bu fırsat modunda... Adama bisiklet de çarpsa içinden çıkılmaz... Miroğlu ve kampanya kardeşliğinin üyeleri de bilir ki PKK, tek bir köşe yazarına fiske vurmamıştır. Her gün Türk medyasında kontrolsüz küfür saçanlara bile dokunmamıştır... Tercihini Kürt hareketinin karşısında konumlanmaktan yana kullanan Miroğlu da bunu bildiği için müsterih olduğunu el verenlere de söylesin. Allah Miroğlu'nun ömrüne Ümit Fırat ve Mehmet Metiner ile aynı kulvarda bereket versin... 

25 Kasım 2010 Perşembe

Fitne korosuna gelsin!..

Bir ailenin ilk ve en kıdemli üyesinin olağanı zorlayan, kabul edilebilir doğal bir hukuku var. Ailenin diğer mensupları, dinler, saygı gösterir ve zaten kolektif bir aklın ürünü olan kurallar bütününün cevaz verdiği yolda yürürler. Ailenin büyüğü, bağırsa, çağırsa, kızsa da sağa sola bakmadan devam ederler. O, artık geleneksel ve resmi hiyerarşinin üstüne çıkarılmış; tecrübe ve yol göstericiliği yadsınamayan ama 'benden pratik önderlik beklemeyin' diyen biridir. Ailenin en riskli, netameli evrelerde yekvücut olmasının canalıcığı, onun koruma duygusunu acımasız bir dil olarak yansıtabilir. Aile, bunun farkında olduğu için kıyamet metaforunu işlemez. Etraftan gülme, aşağılama, küfretme efektleri eşliğinde iyilik melekleri görünümündeki haysiyetsizlik pul pul dökülürken, tek şemsiyenin altında yürümenin zorunluluğuna iman eder. Aile için menzil önemlidir ve son etapta işgüzar bir tüccarın araç değiştirme manevralarını elinin tersiyle itecek ferasettedir. Bu realite, aile büyüğünü Tanrı mertebesinden; aileyi de Tanrılaştırma girişiminden men eder...

Haysiyetsizliğin efektleri

Haysiyetsizliğin değişik formlardaki efektlerine bakalım:
Kürtlerin en doğal haklarını bile yumuşak bir ton ve onlarca soru işaretiyle reddeden ama Kürt hareketine küfür konusunda sakalının ağırlığından beklenmeyen bir sosyal evler kapıcısı edasıyla bağıran Ahmet Taşgetiren: "Osman Baydemir'in üstü çizildi, haberleri yapılıyor artık. Hani şu, devlete 'h...stir' çeken adamın... 'Hadi bir de, APO'ya h...stir çek' çağrıları çok anlamsız değil bu yüzden... Eminim ki Osman Baydemir, kendisine yönelen tehdidi umursamazlık etmeyecek..."
Fethullah Hoca Hazretleri'nin çevre katili altın avcısının yavru gazete statüsüyle gurur duyduğu Bugün gazetesinin Perinçek artığı Göktürk Gülay da, uvertürü olarak döktürmüş: "Kürt hareketi içinde kendi sesinden başka bütün sesleri susturmaya azmetmiş bir despotun, farklı sesler karşısında kapıldığı hezeyanın dışavurumuydu bu demeç... PKK'nın marjinalleşmeye başladığı, geniş Kürt kitlesinin barışçı siyasi mücadele olanaklarını kullanmak üzere harekete geçtiği yeni bir süreç yaşıyoruz...Şu anda PKK'nın ve Öcalan'ın kaderinde dönüşüm değil yokoluş var. İmralı'dan yükselen hezeyan bu yokoluşun telaşıdır."
Hırsızlıklarından biriktirdikleriyle bir gazete kurup sonra gizli ortağını resmileştiren Zafer Mutlu'nun gazetesinde yazan ve onun soyadını taşıyan Mustafa diye biri, çocukluk travmasından depreşen kirliliğini kağıda etmiş: "Dün hükümete ve devlete küfrederken ağzından saçtığı salyaları, paşa paşa yutmak zorunda kalıyor!.. 'Sen si...r, si....emezsen mum diktir' diye yanıt verilirdi... Maaşını da Türkiye Cumhuriyeti Devleti‘nden alan Sayın Osman Baydemir, hükümete ve devlete ettiği o küfrü, kendisini yerin dibine sokan çete reisine edemiyor, 'Ha....tir' diyemiyor!.."
Daha geçen hafta mübarek annesiyle ilgili duygusal bir yazı yazan yeni dönem Star Mehmet Metiner, 'çekilin çekilin ben bilirim' edasıyla saçmaladıktan sonra 'döktüğüm benzin olur' temennisini boca etmiş: "Baydemir bir tür özür dilerken bile bence kendini Öcalan’ın dostça eleştirilerine muhatap olmuş önemli bir kişi konumuna yerleştirmekle Öcalan’ın zihniyet dünyasına göre suç işlemeye devam etmektedir. Çünkü Öcalan kendisini özeleştiri vermeye çağırmaktadır. Özeleştirinin anlamı ise, Baydemir’in hala kendini önemsemesi değil, kendi iradesini ve kişiliğini bütünüyle önderliğin kendisinde yok etmesidir. Öcalan’ın eğip bükmeden dediği şu: Sizi ben yarattım. Benim önderliğim olmasaydı hepiniz birer hiçtiniz. Bu değerlerin tek yaratıcısı benim. Herkes öngördüğüm çerçevede ancak rolünü oynayabilir...”
Son örnek de, yeni devletiyle kolkola olduğunu artık saklama gereği duymayan ve Öcalan için 'Mandelalaşma süreci' pohpohlamasını ziyaretçisi Kürtlerden esirgemeyen Taraf'ın başyazarı, kurucu genel yayın yönetmeni Ahmet Altan'dan: "Eskiden PKK’nın ya da Öcalan’ın bir sözü kesin emir sayılırdı, hiçbir Kürt kolayından buna karşı çıkamazdı, karşı çıkan bu çıkışı canıyla öderdi. Bugün PKK da, Öcalan da çok güçlü bir dirençle ve muhalefetle karşı karşıya... 'Silahlı dönem bitti' dediği için Öcalan tarafından sertçe eleştirilen Baydemir istifaya zorlanıyor, büyük bir ihtimalle istifa edecek ama Baydemir’in siyaset sahnesinden kaybolacağını düşünen pek fazla insan olduğunu sanmıyorum..."
Sedat Laçiner'inden Ümit Fırat'ına kadar olanları eklememe gerek kalmadı... 
O halde bakalım Baydemir, bu hatta ilerleyen tartışma ve beklentilere zamanında ne yanıt vermiş. Emeği geçen bütün fitne korosunun yoğun isteği üzerine yeniden gelsin: "Kendi değerlerine ihanet eden tek Kürt politikacı bulamayacaksınız. Şeyh Sait ve Seyit Rıza ihanete uğradı. Ama ondan sonrakiler ihanete uğramadı, uğramayacaktır. Devleti ve hükümeti yönetenlere sesleniyorum, bizi şahin ve güvercin olarak ayırmayın, hass.. diyorum, hass.. "
Kolay gelsin...

18 Kasım 2010 Perşembe

Hayır, eleştireceğiz!

Türk medyasındaki kalem erbapları zaman zaman Kürt meselesi ve Kürt siyaseti ile ilgili yazarken, elbette birikimlerinin üzerine bina ettikleri görüşlerinin yansımalarını paylaşırlar. Herkes kendi meşrebince bir üslup ve yazın tekniğini kullanır, bu da analarının ak sütü gibi helaldir. Bazen de bilgi-tespit-çıkarım üçlemesi, bir yanlışlıklar zinciri gibi yazanın kötü niyetinin mahsulü olarak kesif olur. Saldırgan, öfkeli, acımasız veya kısmen Kürt diyarından geçme aşinalığının istismarına dayalı intikamcılığını mevcudun gözüne sokar. Yapaydır, dün olduğu gibi... İstikrarsızdır; yarının küfür cephanesini biriktirir bugününe karşı... Ahlaki ve vicdani bir varlık olarak yitik ve hükümsüzdür ama o 'yırtma'nın kıvancıyla coşmuştur... Topaç gibi daldığı Kürt mahallesinde bulduğu bir yüzden ne kadar nemalanacağına bakar... Herşey, herkes ve kendisi de artık 'yeni ben'i için araçtır... Korkaktır, tedirgindir ama üzerinde şemsiye hissettiği anda hırçınlaşır, sözü kirletir... 
Bunları eleştirmek de zordur. İktidar şatosunda olmalarını yadsıyarak, yüzlerine ayna tutulmasından nefret ederler. 'Hedef gösterme' heyulasının arkasına sığınarak, eleştirileri bloke eder, mağduru oynarlar. Bu, hem bulundukları pozisyonları güçlendirir hem de ederlerini biraz daha arttırır. Eleştirmeyince gemi azıya alarak, sırıta sırıta koştururlar. Yeni yuvalarında mutlu mesut yaşarken; sadece biraz daha saygılı olmalarını beklemek biz sıradan yurttaşların hakkıdır. Fakat kontrolsüz insan soyu haristir, anaforlu huni gibidir. Yetinmez...
Kusura bakmayın ama 'hedef gösteriliyoruz' blokajınıza aldırmadan sizi eleştireceğiz. Tamam, yüzünüze tükürecek kadar yanınıza yaklaşıp burnumuzun direklerine haksızlık etmeyeceğiz ama kelimelerle döveceğiz...
Yazar Ahmet Altan'ın kızı Sanem Altan, günün birinde sosyal medya ağında, Kürtlerin babasıyla ilgili eleştirilerinden tedirgin olmaya başladığını; korumalara rağmen korktuğunu paylaşmıştı. Kendisine "Kürtler, babanızı eleştirir, sitem eder ve bununla yetinir. Fakat babanızın etrafındaki polis eğitmenleri, iktidar gönüllüleri, itirafçı artıkları, yani bilimum sürülmüş tarla pek masum sayılamaz" demiştim... Kürtler kendilerine bir adım yaklaşanın kimliğine, kişiliğine, ideolojisine ve yarın ne olacağına bakmadan beş adım gitmiştir. Onlar yorulana kadar başında taşımıştır/taşıyor. İstisnaları bir kenara bırakalım ama bu demokrat kesilenler, muhaliflik dopingi alanlar, antivesayet cengaverlerinin yüzde 90'ı palavra. Sınırlı, sorumlu dikleniştir yaptıkları. 'Solcu'sundan 'sağcı'sına kadar; riyakarlık, yılışıklık, güç tapınmacılığı, özenti...
Altan'a hatırlattıklarımdan bir kısmı maalesef aynı tempoda devam ediyor. Komşusunun duvarına bardak dayayan ve doğru-yanlış duyduklarını heyecanla ev ahalisine özel tefsiriyle nakleden kart bir fitne ruhuna bürünen elemanlar durmuyor...
Genç enternasyonalist olarak KUM saflarına katılan ve kısa süre sonra cezaevine düşen biri, takriben 17 yıl önce 'siyasi abi'sinin şu tespitini tekrarlamıştı: "Adı, kişiliği ve özgürlüğü olmayan kişi ya da halk köledir. Köle ile özgür kişi/halk kardeş olamazlar; biri köle diğeri ise köleci olur..."
Genç enternasyonalist özüne rücu edince bir süre önce kurtarıcılığına soyunduğu halka bir 'medeni' edasıyla 'ilkel' ve 'kabile' üzerinden vurmaya başladı. 'İlkel kabile' benzetmesi, muhatabın savunma hakkı olmadığı halde hakaret de içerse, nihayetinde bir tespittir. 'Savaşa hayır' da meşrudur... Bir savaş marşından bir toplumu suçlayan zavallının, bir defa bile başta 'İstiklal Marşı' ve 'And' olmak üzere cari marşları hakkında iki laf etmesini beklemedik...
Daha üç hafta önce "Mevcut tabloda hükümetten daha çok PKK’nın barışı istemediği görünüyor" derken, bu hafta da Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir'in adı üzerinden bir malzeme bulmanın heyecanını paylaştı. Yine yanlış, eksik, kışkırtıcı, açık-gizli imalı ve kötücül...
Pale D. Heban'ın dediği gibi bir üstündeki koordinatör "gücün Küçük Emrahı" olursa kendisi de arada rol çalmaya çalışır. 
Umarım meramımı anlamıştır...

12 Kasım 2010 Cuma

Kemalizmin irşad memurları

Diyanet İşleri Başkanlığı, bir Kemalist devlet uzvudur. Başı 'Türk', sonu 'Kurumu' ve ortası ihtiyaca binaen doldurulan diğer uzuvlar gibi kuruluş ve işleyiş mantığı mutlaktır. Kendini yeniden üretme/güncelleme maharetli Kemalizm, devletten topluma doğru musallat ettiği bu uzuvların budama, aşı, ilaçlama, bakımını yapar; uyumunu sağlar. Toplumun buna itirazını, geçmiş kıyasıyla bloke eder. Haliyle, 90 öncesinin YÖK veya TRT'sinin formatlarını derin dondurucuda muhafaza etmesini beklememe 'mızmızlığımız', Genelkurmay veya Diyanet İşleri Başkanlığı için de geçerli. Türk Tarih Kurumu, bugün mesaisini Kızılderililerin veya Sümerlerin Türk; Türk Dil Kurumu ise, Güneş-Dil Teorisi bereketiyle insanlığın anadilinin Türkçe olduğuna harcamıyor. Din gibi nazik bir konu üzerine kurgulanan bol hacimli bir devlet aygıtı olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, TR-F'in Yıldırayı'nın deyimiyle kıyılarını yeni dalgaya kapatması mümkün değildi. Ancak, bunun miladı Ali Bardakoğlu'nun koltuğunu Mehmet Görmez'e devretmesi değil. Kulakları çınlasın 11 yıl o koltuğu işgal eden Mehmet Nuri Yılmaz, gayet güzel konuşacak kadar Kürtçe biliyordu ama Mareşal Çakmak hassasiyetini muhafaza ediyordu. Milat, Türk Genelkurmay Başkanı ve ittifaklarının 'silahlı mukavemet yetmiyor' gongundan sonra toparlanan devletin, dönüşerek Kürt itirazını bertaraf etme refleksinin gereğidir. 5 yıllık Diyanet İşleri macerası da bu gereğin hassas noktalarından biridir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, 2006'dan itibaren özellikle hummalı bir çalışma yürütüyor. Kürt coğrafyasına yönelik sosyal ve kültürel faaliyetlerde bulunuyor. Başkan Ali Bardakoğlu, neredeyse karış karış gezerek, çeşitli toplantılar yaptı. Türkiye'deki bütün müftüleri Van'da bir araya getirdi. Van, Ağrı, Iğdır, Erzurum, Erzincan, Kars, Mardin, Batman ve Siirt'e giden Bardakoğlu, devletin özellikle medrese kökenli fahri imamlardan rahatsızlığını dile getirdi. Diyanet'e göre bu imamlar örgüt yanlısı ve temel amaç, örgütün bu propagandalarının etkisini kırmak olmalıydı. Van'da yapılan son il müftüleri toplantısında da bu konu masaya yatırıldı. Sonuç bildirgesinde, PKK'nin dini istismar etmeye çalıştığı savunularak, Kürt medreselerinde yetişen imamlar hedef haline getirildi. Bunların yerine hızla Diyanet kadroları yerleştirildi. 
Abdülkadir Aksu’nun marifetiyle İçişleri Bakanlığı Toplumla İlişkiler Daire Başkanlığı (İBTİDB) tarafından 6 Mart 2006’da 81 ilin valiliklerine gönderilen 'Gizli' ibareli “Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı"nın özellikle Kürt illerine 'hususi' önem veren bölümlerinde Diyanet'in rolüne dikkat çekiliyordu. 2006’da yeni asimilasyon hamlesi başlatan Hükümet, dini de kulanarak, farklı ‘tedbirleri’ devreye sokuyordu. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün başkanlığını yürüttüğü Terörle Mücadele Yüksek Kurulu, “Bilgi Destek Programı” adı altında, Kürt Hareketi'ne karşı mücadelenin psikolojik yönünü koordine edecek yeni bir plan hazırlamıştı. Plan, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan TRT’ye, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan valilik ve belediyelere kadar birçok kuruma önemli görev ve sorumluluklar veriyordu: Diyanet İşleri Başkanlığı, bölgede daha aktif rol üstlenecek. Vatandaşla inanç yönünden bağ kurulması sağlanacaktı.
Kürt illerindeki tüm valiliklere 21 Mart 2008'den önce gönderilen ‘Gizli’ ibareli "Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı-Uygulanacak Tedbirler"de de Diyanet ve bağlı kurumların üzerine düşen görevlere işaret ediliyordu. Valiliklere ‘’B054VLK4636001.870” sayı ile gönderilen planda, özellikle Diyanet birimlerinin bütünlük propagandası yapması, PKK'nin zararlarını anlatması ve Türkçe eğitimi teşvik etmesi isteniyordu. 
TRT-6'te Kürtçe dini sohbetler yaptıran, yine aynı kanalda canlı yayınlanması için tek bir camide Kürtçe ibadete (mevlit, vaaz) cevaz veren Diyanet İşleri Başkanlığı, gerilla cenazeleriyle ilgili saçma sapan örtülü bir izahat da yapabiliyordu.
Neredeyse tek bir medresenin yaşamasına olanak tanımayan Diyanet, Şafii İlmihali yayınlama alicenaplığı gösteriyordu.
Yeni Başkan Mehmet Görmez, Üstad Bediüzzaman'ın çok dilli medrese hayaline işaret ederken, onu milliyetinden soyutlayıp dini kimliğine dikkat çekiyordu. Görmez, Almanya'daki Türkler sözkonusu olunca asimilasyon, entegrasyon, izolasyon ve adaptasyon kavramlarını mahkum edebiliyordu ama Kürtleri bu dört kavramın kobayı yapmaktan çekinmiyordu.
Diyanet İşleri Başkanlığı, referandum öncesi Vakit gazetesi üzerinden boykotun caiz olmadığını duyuracak kadar kendinden geçerken, Kızılcahamam'daki AKP toplantısında yeni önlemlerin müjdesini veriyordu.
Maalesef Türk devleti, yine uhrevi bir kavramı/aksiyonu kirletmenin hazırlıklarını yapıyor... 
Akidesi, niyeti bozuk; menfaatçi, sahte; kemale ermemiş Cumhuriyet'in din memurlarından 'mürşit' çıkarma bedbahtlığı... Özel savaşın hizmetinde zirveyi zorlayan Diyanet İşleri Başkanlığı, Kürtlere hak, hakikat ve iyiyi analatabilecek, Allah yolunu gösterebilecek; böylece onları gaspedilmiş haklarından feragatle mükellef kılacak bir yığın halinde tutma küstahlığına girişeceğini duyuruyor. Bunun için bütçe oluşturuyor... 
Henüz potansiyel insan mertebesinde debelenenlerin oluşturduğu bu yapı ve ana güvdesine şunu hatırlatmakta yarar var: Ruhen, fiilen; yani gerçek anlamda insan olma sürecinizi tamamlayın...
Kürtler, er-Reşid sıfatını kavramanızı ve yakınlaşma mertebesine ermenizi beklemiyor ama bir Mürşid-i Kamil'in ahlaklı şakirtleriyle aynı havayı solumanız için sizi uyarmaya ve eğitmeye devam edecek...
Eşit haklara sahip insanlar olarak birlikte yaşamanın, sizin için fobi olduğunun farkındayız. Yine de şunu deneyiniz: Kir ve kibirden arınıp, dinden devlet lehine yöntemler devşirmekten vazgeçin...

7 Kasım 2010 Pazar

Gül'dürmeyen Gül'dürmüyor!..

Türk devlet sisteminde üçgenin tepe noktasında oturacak Cumhurbaşkanı seçimine ölümcül önem verilir, çünkü büyük maharet gerektirir. Sistem, ucuna oturmayı beceremeyenlere 'batar' veya hafif kenara kaydırıp meşhur takozlarla yapışık bırakır. Mevcut Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Erbakan Hoca'nın genç prensleri arasında yer aldığı günden beri, Erdoğan liderliğindeki sürecin önünü açan yüksek mimardır. Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlık deneyimlerinin ardından oturduğu koltuğun hakkını verecek kadar devletini tanıyor. Sahip olabildiği güç rezervini, iç-dış dengenin kıvamında yürümesine özenle aktaran Gül, Cemil Çiçek kadar açık sözlü; Başbakan Erdoğan kadar da asabi değil. Aynı şeyleri, asabi ve patavatsızlıkla insanları hoplatmak yerine sakin ve derinden; hemen etkisini gösteremeyecek aromayla zerkeder. İnsanlar da pek sever... Hepsi bu kadar. 
Karşılaştırmalı bir Abdullah Gül'ler tarihi veya kişilik analizi yaparak sevenlerini üzmeye niyetim yok. Fakat son sözlerindeki derin hikmetin son gelişmelere ulvi katkısını gözardı edemeyiz...
Bilindiği gibi Türk devletinin reva görme büyüklüğünü gösterip 'kurucu unsur' kardeşlerini ağırladığı mahkeme salonları ve cezaevlerinde Kürtçe de hep bir meseledir. Çünkü buradaki hayatiyet, mekanlardan ölmeyerek çıkacak kişinin terbiye edilme derecesi veya reddinin ölçütünden kaynaklanıyor. İki taraf için de dil anahtardır. Kürt, dilinden başlayarak beyninin ram olmasına itiraz eder, devlet de aynı güzergahtan hükümran olmayı amaçlar. Lozan Antlaşması'nı taa Musa Anter bile hatırlattı ama yararı yok. Şimdi son KCK kod adlı davada da aynı mücadele var. Operasyonunun kendisi nasıl bir devlet kararı ve uygulamasıysa mahkeme süreci de öyle. Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Kürtçe savunmayı reddetmesi ve ısrara karşı askeri güçlere başvurmasının 'bağımsız' yargı işi olmadığını Cumhurbaşkanı Gül de teslim ediyor. Gül'ün, Türk medyasıyla paylaştığı  "Mahkeme safahatı bir mücadele aşamasına dönüştürülüyorsa, ona da kimse müsaade etmez" sözlerini, Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi önceden duyacak kadar şanslıydı!...
Bilindiği gibi her ne kadar DTK Eşbaşkanlarının kurumsal kimliklerine ve siyasal ağırlıklarına değmeyecek bir vaveyla ile Türkiye Meclisi Başkanlığı'na yapılan vekillik hakkının iadesi başvurusu reddedildi. Meclis Başkanlığı'nın ret ve kabul kararlarının hukuksal gerekçe ve yasal meşruiyeti arasında büyük fark yoktu. Yani Meclis'in Türk kamuoyunun da kabullendiği onayı vermesinin önünde tek bir engel vardı. O da Kürtçe savunmaya müdahale eden devlet aklıydı. Başbakan Erdoğan'ın, ''TBMM Başkanlığı gerekeni yaptı. İşin gerçeği budur. Bu iş bitmiştir" sözlerini, Türkiye Meclisi Başkanı Mehmet Ali Şahin önceden duyacak kadar şanslıydı!...
Artık şu çok nettir: Hem 'yasama' hem de 'yargı'nın, Kürtçe savunma yapılmasını ve milletvekilliklerinin iadesini reddi, merkezi politikanın yansımalarıdır...
Kürtleri geçmişle korkutan ve bugünü, sadece bugün ve geçmişin Türkiyesiyle kıyaslayarak şükretmelerini salık veren Cumhurbaşkanı Gül, bakın ne kadar iyiliksever. "Dağdaki insan sağlıklı düşünemez. Onların bu yoldan vazgeçmesinde de yol göstericiliği biz yapacağız" diyen Gül, bütün gayretlerinin de sağlıklı düşünemeyen bu kitleyi merhametlerine muhtaç bırakmak olduğunu icraatlarını sıralayarak anlatıyor. Avrupa gerçeği görmüşmüş, diplomatik kıskac işlemişmiş, kamuoyu kazanılmışmış... Kürtlerin her koşulda kendi dışlarında bir kurtarıcıya ihtiyacı olduğu inancına binaen ve aslında kolonyalist mantıktan süzülen bu sözleri, muhatapları maalesef defalarca dinleyecek kadar şansızdı!...
Hem Cumhurbaşkanı, o kadar adil ve eşitlikçi ki YÖK sıralamasında alt sıralarda olan bir Alevi akademisyeni bile rektör yapmış. Milyonlarca Alevi'nin yaşadığı bir ülkede bir tanesinin rektör atanmasının, söylenecek kadar değerli bulunması... Bir de Cumhurbaşkanı Gül, "Siyasete bulaşıp bulaşmadıklarına bakıyorum. Herhangi bir partiden aday olanları çok değerli bile olsalar atamıyorum" diyor. Gül unutmuş olabilir ama Prof. Ayşegül Jale Saraç, 2007 seçimlerinde AKP'den Diyarbakır 8'inci sıra milletvekili adayı oldu, kazanmadı. Rektör atandı. Gül'un bu unutkanlığını, 12 Eylül'ün koşullarını yaşayan Dicle Üniversitesi öğrencileri hatırlayacak kadar şanssızdı!..
Öcalan'ı uzmanlara havale ettiklerini belirterek, Türk milletinin müsterih olması mesajını da veren Gül'ün, Kürtlere bir müjdesi daha vardı: "Kürtleri ayrı bir millet olarak kabul etmek yerine biz hepsini akraba olarak görüyoruz."
Anlaşılıyor ki 'yeni' devletin aklı, inkar siyasetine 'akrabalık hukuku' kılıfı gibi kozmetik müdahalelerden ibaret. Sadece cilt bakımı, üstelik kozmetik malzemeler de ucuzundan...
O sizin büyüklüğünüz ama 'akrabalarınızı' bu müjdeye defalarca maruz bırakacak kadar şanlısınız!... 

28 Ekim 2010 Perşembe

Cumhururet Bayramı!..

87. kuruluş yıldönümünü kutlayan Türkiye Cumhuriyeti, katı tekçil zihniyetine sarmaladığı koruma refleksleriyle 'Türk' etnisitesinin 'Sünni' itikadının kutsanıp, şekillenmesine mesai harcarken, bu dairenin içine çekemediklerini ret, inkar ve zor ile karşı karşıya bıraktı. Kurulduğu günden bu yana sürekli sıkıyönetim, olağanüstü hal, yasak bölge, yasak hal, hassas durum, özgün şartlar sarmalında bir asrı heba etmenin kıvancını yaşıyor. Şimdi de dünyanın güncel dayatması ve toplumsal tazyikin motive ettiği ciddi değişim sancısına düşük yaptırmanın hilelerini arıyor. Cumhuriyet, insanlığa ve demokrasiye karşı direniyor...
Dünden beri neredeyse bütün kadehlerin “Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” üzerine kalktığı bir kutlamaya tanık oluyoruz. Devlet erkanının önemli bir bölümü Kürdistan’dan damıtarak kadehlerine doldurdukları kan ve düşmanlığı doya doya yudumluyor. Kuruluş sürecinden itibaren entrikalarla geçen bir geçmişe sahip olan Türkiye Cumhuriyeti, 87 yıllık dönem içerisinde devletin bekasını “Komünizm-Kürtçülük-İslamcılık belası”ndan korumak için İstiklal Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Özel Yetkili Mahkemeler; toplu katliamlar, terbiye etme ve kıyım seferleri, kirli savaşlar, darağaçları, sokak infazları, gözaltında kayıplar, hapsetmeler gibi yöntemlere başvurdu. Sistem, Kürtlerin itirazı söz konusu olunca bu tür uygulamalarında zirve yaptı. 90'lardan itibaren kontrgerilla azgınlığı, faili belli cinayetler, köy ve orman yakmalar, köy boşaltmalar, toplama kampları, toplu ve teşhirci işkence seansları ve insansızlaştırma uygulamaları hızla yürürlüğe konuldu. Ülkenin yasama, yürütme, yargı organları ve medyası kirli savaşa lojistik destek sunmakla yükümlü duruma geldi. Hakikati konuşan, resmi enformasyon merkezlerinin dışında bilgi üreten bütün birimler cezaevine konuldu, ülke yarı açık bir cezaevine dönüştürüldü. Ama bütün bunlara rağmen Kemalist cumhuriyet, Kürt hareketinin ağır darbeleriyle çatırdadı, ikinci büyük tehlike gördükleri ‘İslami’ tandanslı kadrolara yönetimi bırakmak zorunda kaldı. Şimdi artık karargaha sıkıştırılan bir Genelkurmay Başkanı ile askeri vesayetin açık halinin bitirilmesi ilanına karşı direnen sivil Kemalistler var... 
Mevcut cumhuriyetin artık hüküm sürecek takati kalmadı, ancak güncelleme yeteneği olan Kemalizm, AKP Hükümeti'nde hayat bulduğu için yeni yüzüyle bir süre daha devam edecek...
87 yıllık zulüm düzeninden kısa bir hatırlatma yapalım. 

36 yılı sıkıyönetimle geçti 

Türkiye insanı tam 25 yıl 9 ay 18 günü sıkıyönetimle, 19 yılını ise Olağanüstü Hal ile geçirdi. Bu rakamlar birleştirildiğinde cumhuriyetin yarısına denk geliyor. Yani resmi rakamlar ışığında cumhuriyetin yaklaşık 45 yılı olağandışı koşullar altında yaşanmış oluyor. 2002’de 24 yaşında olan bir insan ise hiç olağan gün yüzü görmemişti. Türkiye’de 12 değişik olay yüzünden sıkıyönetim uygulamasına geçilmiş. Bu olaylar; erken başlayan Şêx Said öncülüğündeki Kürt ayaklanması, Kubilay Olayı, 2. Dünya Savaşı, 6-7 Eylül Olayları, öğrenci gösterileri ve 27 Mayıs, Aydemir olayı, 15-16 Haziran işçi olayları, 12 Mart, Kıbrıs İşgal harekatı, Irak İç Savaşı, yaygın şiddet hareketleri ve 12 Eylül Darbesi. 12 Eylül Darbesi ile ilan edilen ve 1987 yılına kadar süren sıkıyönetimin bazı illerde kaldırılması ve PKK’nin 1984 yılında silahlı eylemlere başlaması ile Olağanüstü Hal uygulaması Kürt illerinde uygulanmaya başlandı. 
İlk sıkıyönetim uygulaması Kürt ayaklanması üzerine 23-24 Şubat 1925 yılında 13 ilde (Kürdistan’da) uygulamaya konuldu. Sıkıyönetimin en son kalktığı tarih ise 19 Temmuz 1987. Sıkıyönetimin en fazla uygulandığı süre ise 7 yıl bir ay ile 2. Dünya Savaşı sırasında yürürlüğe konuldu, bunu 12 Eylül’de uygulanan 6 yıl 10 ay 7 gün takip etti. En az sıkıyönetim Irak İç Savaşı üzerine sadece 1 gün uygulanmış. Olağanüstü Hal Uygulaması ise, 19 Mart 1984’te yürürlüğe girmiş ve Kasım 2002’ye kadar devam etmişti. Olağanüstü Hal’in en fazla uygulandığı yer Kürdistan. Olağanüstü Hal, Kürdistan’ın bazı bölgelerinde halen gayri resmi olarak devam ediyor.
Sıkıyönetim ve Olağanüstü Hallere neden gerek duyulduğunu 1931 yılının Başbakanı İsmet İnönü şöyle izah ediyordu: “Bir olay olduğunda önce mülki idare ikne edecek, ihtar edecek, tembih edecek sivil güvenlik güçlerini ve Jandarmayı kullanacak, olayları bastıramazsa o zaman askeri birliklere başvuracak. Asker müdahale edince de kendi yöntemlerini acı da olsa kullanarak olayları önleyecek.” 
Şêx Said Ayaklanması (1926-1927): Resmi rakamlara göre 5 bin 10 kişi gözaltına alındı. Bunlardan 2 bin 231’i mahkum edilirken, 420 kişi idam edildi. Birçok insan da mecburi iskana tabi tutuldu. 
Kubilay Olayı (1931): Resmi rakamlara göre 300’ün üzerinde insan tutuklandı. Akıbetleri öğrenilemedi. 
2. Dünya Savaşı (1940-1947): Sıkıyönetim ilan kararı 25 Kasım 1940 tarihinde TM’nin gündemine geldi ve aynı gün ilan edildi. Türkiye bu savaşa girmedi ama önce 3 ay olan Örfi İdare (Sıkıyönetim) süresi daha sonra 6 aya çıkarılarak tam 16 kez uzatıldı. 
Trende ilan edilen sıkıyönetim 6-7 Eylül olayları (1955-1956): Binlerce insanın gözaltına alınması ile sonuçlanan sıkıyönetim Başbakan Adnan Menderes tarafından İstanbul-Ankara treninde karar verilmiş ancak Bakanlar Kurulu karar için 5 gün sonra toplanabilmişti. 
Öğrenci gösterileri ve 27 Mayıs üzerine (1960-1961): “Bugün İstanbul’da tahrikler ve önceden yapılmış tertipler neticesinde vuku bulunmuş olan müessif hadiselerin yatıştırılması sırasında, devlet kuvvetlerine karşı vaki mukavemet hareketinin amme huzur ve asayışını ihlal edecek istidat göstermesi” gerekçesiyle Başbakan Adnan Menderes 28 Nisan 1960 günü sıkıyönetim ilan etmişti. Bu dönemde yine her zamanki gibi kurulan Tahkikat Komisyonu ilk iş olarak siyasal partileri kapatmış, siyasi faaliyetler yürüten örgütlerin kurulmasını yasaklamıştı. 
Bu sıkıyönetimin ilanından sonra yapılan 27 Mayıs Darbesi ile o zamanın DP yöneticileri idam edilerek ülke yine “Kardeş Kavgası”ndan kurtarılmıştı. Darbeyi gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi (BMK), 235 general ve 5 bin subayı re’sen emekliye ayırmış, ‘Ağaların Doğu Anadolu’daki etkisini kırmak’ gerekçesi ile Kürt önde gelenlerinden 55’i batıya sürgün edilmiş, 147 öğretim görevlisi de üniversitedeki görevlerinden uzaklaştırılmıştı. 
15-16 Haziran İşçi olayları (1970): 15-16 Haziran 1970’deki işçi direnişlerini o zamanın Başbakanı Süleyman Demirel bir ayaklanma olarak değerlendirmiş ve İstanbul, Kocaeli ve Gebze’de bir ay süre ile sıkıyönetim ilan etmişti. “Bu olaylar ve tertibin bir tahrikin mahsülüdür. Tertip ve tahriçki DİSK’tir” diyen zamanın İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu, DİSK’i hakların ve hürriyetlerin düşmanı ilan etmişti. Olaylar sırasında resmi açıklamalara göre 3 kişi ölmüş 42’si ağır 92 kişi yaralanmıştı. Birçok sendika yöneticisi gözaltına alındı. 
12 Mart (1971-1973): Muhtıranın ilerici, reformcu ve kansız bir darbe olarak niteleyenlerin arasında Türkiye solunun çeşitli kesimleri de vardı. Ancak gelişmeler beklenen sonucu vermedi. İdamlar arka arkaya gelmeye başladı. Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edilirken, Mahir Çayan ve arkadaşlaı ise Kızıldere’de öldürüldü. Birçok insan tutuklandı, işkencelerden geçirildi. 
1973-1980 dönemi Kıbrıs işgal harekatı, Irak İç Savaşı nedeniyle ilan edilen sıkıyönetimin dışında Ecevit, Sadi Irmak ve Demirel dönemi sıkıyönetimleri ile geçti. 
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi: “Asmayıp da besleyelim mi?” anlayışı ile ülke yönetimine el koyan generaller, Kemalizmin yeni döneme uygun formatını tahkim etti. Darbe sonucu tutuklanan ve gözaltına alınan bir çok insan işkenceler sonucu öldürülürken, birçok insanın akıbeti konusunda da bugün dahi sağlıklı bilgilere ulaşılamadı. Darbe sonucu bütün siyasi partiler, demokratik kitle kuruluşları, dernekler kapatıldı. Parti liderleri bir süre gözaltında tutuldu. Kürt coğrafyasına zulüm yağdı.

Olağanüstü Hal Kürt illerinde 

PKK’nin 1984’te başlattığı silahlı mücadeleden sonra Türkiye Cumhuriyeti Kürdistan’da Olağanüstü Hal uygulamasına geçti. 2002’ye kadar onlarca kez uzatılan Olağanüstü Hal’in getirdikleri gizlenen savaşın öyküsü oldu. İnsan hakları raporlarına geçen rakamlar OHB’nin somut halini verebilir: 
Gözaltında ölüm ve yargısız infaz sonucu binlerce kişi katledildi. 17 binin üzerinde insan ‘faili meçhul’ katledildi/kaybedildi. 4 bin köy yakılıp, yıkılırken, milyonlarca insan zorla göçettirildi. Devletin resmi rakamları 40 binin üzerinde insanın savaşın her iki cephesinde yaşamlarını yitirdiklerini söylüyor. Halen binlerce insan cezaevlerinde. 
Onbinlerce insan gözaltına alındı, yüzlerce gazeteci, yazar, yayıncı, sendikacı tutuklandı. Gazeteler, dergiler toplatıldı, yayınevi, gazete ve dergi binaları ile partiler basıldı, bombalandı. Siyasi partiler kapatılırken, milletvekili öldürüldü. DEP’in kapatılması ile milletvekillerinin milletvekillikleri düşürülerek, cezaevine konuldu. 

Açıkyeşil Kemalizm

Gelelim Avrupa Birliği'ne girmek isteyen, etrafına caka satmaya başlayan muhafazakar-demokrat iktidarın Türkiyesi'ndeki duruma. Dünya sistemine entagratif bir ekonomik düzenin asgari koşullarına sahip, uluslararası yükümlülükleri benimseyen ve içerde de demokrasi havarisi kesilen siyasi kadroların Türkiyesi'ne. Tabi bu kadronun, paralel toplum içinden sistem içine devşirildiği notunu düşerek. 'İrticai faaliyetlerin odağı’ iddiasıyla mahkum edilip dokunulmayarak sistemin iç partneri haline getirilen AKP döneminde de Cumhuriyetin Kürtlerin önüne koyduğu bütün bariyerlere sadık kalındı. 1997'de değiştirilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nin içi doldurulmaya çalışılırken, bu durum demokrasi hamlesi olarak pazarlanmaya devam ediliyor. Kürt partileri kapatıldı, demokratik Kürt muhalefetinin bütün bileşenleri terbiye seanslarına alındı. Cezaevleri dolu, savaş bitmemiş, ihlal istatistiklerinde oklar hep yukarı doğru...
İşte 87 yılın tartışılmaz sahibi Türk ordusu, şimdi kameraların önünü terk edip arkasındaki varlığını sürdürüyor. Kollektif bir travmanın kaynağı olarak kendini yeniden üretme kabiliyetine sahip Kemalist sistem, Kürt bölgesinde siyasi, askeri, kültürel ve ideolojik baskıyla yürüyor. Sistem böylece militarist ve otoriter niteliğini muhafaza ediyor. 
Cumhuriyet şimdi bünyesinde ehlileştirdiği Türk sağının açıkyeşil rengiyle mutluluk pozları verirken, Kürtlerin vebalinden kurtulmanın numaralarını arıyor... 
Milliyetçilik, ırkçılık ve mantığı zorlayan sınırsız garabetlerle yüklü törencilik geleneği de sistemin, ikiyüzlülüğü artık perdelenemeyen kuruntularının gösterisi...
Resepsiyonun evsahibesi ha başı açık Mevhibe Hanım ha başı kapalı Hayrünnisa Hanım olmuş; önemli olan Cumhuriyet'in halen Cumhururet Bayramı olarak kutsanmasıdır. 
Bu rejim ile reddettiklerinin sorunu bitmedi...

25 Ekim 2010 Pazartesi

Bir günlük Star hikayesi!

Star gazetesini, Cem Uzan inadına kurup Yılmaz Özdil ve Fatih Çekirge'nin eşbaşkanlığına emanet ettiğinde manşetlerin şehvetine kapılıp, bütün değerleri çiğnedikleri zamandan beri şerle yadediyoruz. Basın tarihinin uzun bir bölümünü işgal edecek macera, Cem Uzan'ın "Allahsız Başbakan" restinin ardından kendisinin Fransa'da bir dul; Çekirge'yi iyiliğe sıçrayan bir yeni dönem Fatihi, Özdil'i de yılmaz bir karton muhalif halleriyle devam ediyor...
Star epeydir Cem Uzan'ın değil. Özdil de Uzan'ın olmayan ama adı Star olan televizyonun haber mutfağının başaşçısı. Çekirge ise com.tr versiyonunun yönetmenliğiyle kendine ait kocaman bir köşesi olan Hürriyet'te yeni döneme kulaç atıyor...
Konumuz Star gazetesi... Cem Uzan'dan gasp edildikten sonra sermaye yapısı yalama olan gazete... Önce yavru vatandan bir sermayedar bulundu, geçiş süreci yaşandı. Ardından AKP konsorsiyumu Kürt bileşeniyle devraldı. Sonra Kürt gidince sancak kaldı; eczacı, besici ve eski Perinçekçi Ethem'e... Ethem bir türlü kar etmeyince Hocaefendi'nin duasına mazhar Van-Rus karmaşıklığının Tamince zengini Fettah atladı... Son olarak Ethem havlu attı, eski milletvekili Karakaya ile Tevhid sağlandı... Bitmedi...
Paris metrosunu andıran ilişkiler yumağından sermaye yapısı oluşturmanın yazı-çizi takımına ve onları yöneten yeni kuşak prenslere de zuhur etmesi kaçınılmazdı. Şimdi grup olmuş bu medya gücü, Başbakan'ın gözdeleri Akif Beki ve Mustafa Karaalioğlu'nun engin tecrübeleriyle yol alıyor...
Bir günlük hikayemiz bu upuzun hatırlatmadan daha kısa...
Star gazetesi bugün "Kürt köylü PKK'dan davacı" manşetiyle ekürilerine fark attı... Özellikle her sabah bir yalan ve yalanı akşama kalmayan Sabah gazetesini kıskandırdı. Star, Sabah'a nazire yaptı ve adeta "Hayır, yalan haberin alasını, sözshopun incesini biz yaparız" dedi... 
'Kürt' kelimesini büyük hevesle kullanması takdire şayan ama Ergenekon taktiğinde acemilik vardı. Zamanla onlara da şapka çıkartırlar. Star'a göre, Peyanis Katliamı'nda 9 yakınını kaybeden Cahit Erol, PKK'den ve Dr. Bahoz Erdal'dan davacı olacakmış...
Star, manşetini iki kıymetli haberle de tamamlamaya çalışmış. HAK-PAR'ın hafta sonu yapılan kongresinden iyilik devşirmiş: Silahlı mücadele Kürtlere zararlı...
Bu başlığı, manşetin altına bant yapmış. 
Star'ın tamamlayıcı diğer haberi ise bir şaheser... Batman'da tekstil fabrikası açan Burhan Sarhan sadece Star'a konuşmuş... Özel ve çok önemli bir haber. Fabrikatör Burhan Sarhan'ın ağzından başlık aparılmış: Oğlumu üç kez dağdan çevirdim... Yani beyimiz, beyzadesini üç kez zor ikna etmiş... Güzel de oğlunu zor ikna eden fabrikatör devam etmiş: İş garantisi olursa dağa çıkan da intihar eden de az olur... 
Nasıl yani?! 
Star'a özel!..
Bu haber, manşetin sağ altından dalış yapmış, sol yanı da HAK-PAR'ın zararlısına kadar uzanmış... 
Böylece sıradan yurdum insanının mütedeyyin bölümüne mesaj verilmiş; Kürt köylü davacı, Kürt siyasetçi mesafeli, Kürt işveren tepkili...
Hikayede günün finali şu: 'Kürt köylü' Star'dan davacı. 9 yakınını kaybeden Cahit Erol, acısını istismar edip sözlerini çarpıtan Star hakkında suç duyurusunda bulunuyor...
Niye sorusunun cevabını Cahit Erol, DİHA'ya açıkladı: "Dün beni birileri aradı. İlk arayan isminin Hatice olduğunu söyleyen bir bayandı. 24 Ekim günü saat 11.09 sıralarında beni 0 534 907 60 58 nolu numaradan başka bir adam aradı ve durumumu sordu. Neden devlete tazminat davası açmadığımı belirterek, 'televizyonlarda Feyman Hüseyin diye birisi olayı ben yaptım diyormuş. Bu insan hakkında davacı olmayacak mısın' diye sordu. Ben de bunun üzerine 'daha olayın failleri ortaya çıkmamış. Onun için kimseden davacı değilim' dedim. Ben artık ne yapacağımı bilemiyorum. Benim ve ailem hakkında her gün bir şeyler yazılıyor. Bunların birçoğu da yalan haberlerdir. Star gazetesi hakkında bugünkü haberinden dolayı dava açacağım. Çünkü böyle bir şey demedim. Haberdeki hiçbir laf bana ait değildir." 
Mustafa ve Akif, üzülebilirsiniz; olmamış. Özdil ve Çekirge olmak kolay değil. Kendinizi alçalta alçalta muhafazakar demokrasi ucubesinin çeperine serpiştirilen humus toprağı üstünde yaşayabilen ve bunu moda kavramlarla süsleyen, hiçbir insani nosyon taşımayan birer asalak olmanıza ramak kaldı... 
Ha gayret...

18 Ekim 2010 Pazartesi

Hipnotize etmiş Başbakan!..

Yerel seçimlerde devletin tek parti öncülüğünde birleşmesine rağmen Kürt kentlerinde alınan yenilgiden anlaşıldı ki; Kürtler, etrafına kırmızı çizgiler çizilen yeni alana da sığmıyor. Siyasal organizasyon kabiliyeti ve kitlesel örgütlenmede işlerlik kazanan yatay geçişlerin bireysel haklar bariyerini aşmaya yönelik kolektif bir yüklenme olduğu gerçeği, sistemin sinir uçlarında titreşim yarattı. Kolektif haklar sözkonusu olunca akli melekeleri ile dini mükellefiyeti, milli hassasiyetler çamuruna saplanan muhafazakar-demokrat Başbakan, devletin diğer uzuvlarıyla mükemmel bir kaynaşma halinde düğmeye bastı. Böylece görülmekte olan davanın operasyonları başladı ve sürüyor. Son olarak Urfa’da polis-p.z.v.nk işbirliğiyle GAP alanındaki siyasetçi ve sivil toplum aktivistleri de devletin bekasının kutsal mekanları olan emniyet-adliye-cezaevi kıskacına alındılar. İki gündür de 'KCK ana davası’ görülüyor.
KCK davası, Kürtlerin 30 yıllık legal kazanımlarını süpürme ve onları terbiye edilmiş bireylerden oluşan bir yığın olarak tutma istemidir... Yığın olmayı reddeden, itiraz edebilme kabiliyeti kazanan Kürt’ün sistem karşısında konumlanması ve toplum/halk/millet bilinciyle aidiyet çatısına gereksinim duymasının külfetli olduğunu bilen devlet, kendi içindeki sorunları erteleme veya gözardı etme fedakarlığından kaçınmıyor…
Yeni devletin aklı, Kürt meselesini çözmek yerine, kontrol edilebilir düzeyde tutmayı, siyasi aktörlerini bertaraf etmeyi öngörüyor. Bir önceki devlet aklını 'kaba' buluyor, sadece şiddet kullanmakla yetersiz kaldığını düşünüyor. Devlet zoruna; ekonomik, siyasal, kültürel ve diplomatik lojistik sağlama gayretine büyük önem atfediyor. Yeni devlet aklı konusunda devletin tüm etkin aygıtları hemfikirdir. Çünkü çerçeve Anayasa'nın ilk üç maddesinin Kürtlere kabulü, siyasi temsilden yoksun 'Türk milleti' Kürtlerinin itiraz etme yetilerinin yitirilmesi. Özetlenen bu çerçeveyi Kürt siyaseti görüp, tepki gösterince büyük reformcu Başbakan da çekinmeden merhametli ellerini Kürtlerin kafasında gezdiren hayranlarını bile üzüyor.

İstişare öncesi

AKP iki gün Kızılcahamam’da istişare ve değerlendirme toplantısı yaptı. Toplantıdan önce uzun bir konuşma yapan Başbakan, toplantıdan ne çıkacağını da müjdeledi. Napolyon’un "biricik ciddi söz sanatı tekrardır" sözüne sadık danışmanlarının iddia, tekrar ve yayılmayı esas alan iletişim oyununun, yalanı hakikat olarak ruhlara yerleştireceği sanrısıyla hazırladıkları konuşma metninin Kürtlerle ilgili bölümü tarihiydi. Mahmut Esat’ın ruhunu Fevzi Çakmak’ın yetkisiyle birleştirip Kürtlere parmak sallayan Başbakan, nüfuzunun ruhlar üzerinde yarattığı hipnotizmaya olan güven patlamasıyla böğürdü. Pale D. Heban’ın dediği gibi "Erdoğan, Türk sağının riyakar, ikiyüzlü, kibirli, ırkçı halinin yeni dünya modelidir". Ancak yarattığı hipnotizma her siyasal cenahtan önemli bir kesimin eleştiri yeteneğini felce uğrattığından, hayret ve saygı hisleriyle dolan ruhlarının en sert tepkisi, 'konuşmasını beğenmedim’ ölçüsünü aşamadı. Yoksa "Bizim Cumhuriyetimiz, halkı bütün renkleriyle, bütün farklılıklarıyla, tüm zenginliğiyle kucaklayan bir zihniyet üzerine bina edilmistir" sözüne 'yalan’ zor gelse bile 'yanlış’ diye şerh konulurdu. İttihatçılık, Kemalizm ve Türk-İslam Sentezi’nin güncel izdivacına dikkat çekilirdi…
BDP gibi bir partiye "Barış bunların kitabında yok“ sözüne en azından kitap hatırlatılırdı…
Medyanın başlık seçimlerini dikte ettikten sonra "Almanya’daki Türkler azınlık hukukuna sahiptir. Benim ülkemde yaşayan Kürt kardeşlerim, Kürt vatandaşlarım azınlık hukukuna değil. Anadilde eğitim olmaz" restine karşılık Kürtlerin hukuku sorulurdu…
"Bizde ülkemizi bölme gayreti içerisinde olanlar var… O görünmeyen ama zihinlerinizde oluşturduğunuz bir yapının bayrağını asmak istiyorsunuz" sözlerinin kimden aşırma paranoya olduğu teslim edilirdi…
"Ne istiyorsunuz da alamıyorsunuz. Neyi arzu ettiniz de alamadınız? Parlamentoya mı giremediniz? Devletin üst kademelerinde yönetici mi olamadınız? Her yerde varsınız" sözlerindeki egemen dilin pişkinliğine işaret edilir, müellifine gönderme yapılırdı…
Jean-Paul Sartre'ın Yahudi toplumunun Avrupa macerası için söylediklerini güncelersek, Kürtlerin dostu bilinen 'demokrat’ zavallı bir savungandır. Kürt’ü ideolojisinden, ailesinden, halkından kopararak demokratik ergitme potasına atmak, oradan çıplak ve yalnız, bütün öteki insanlara eşit bireysel bir varlık olarak çıkarmak gerektiğini düşünür. Irkçı, insan olarak yokedip Kürt’ü alıkoymak isterken öteki de Kürt’ü yokedip onu yalnız insan olarak; yani yurttaşlık ve insanlık haklarının genel ve soyut öznesi olarak yaşatmak istemekte. Azgınca saldırılan ve gevşekçe savunulan Kürt’e, ölüm veya sıtma tercih olarak sunulmakta. AKP değişim talebi üzerinden sörf yapıyor diye depreşen tedip ve tenkil ruhunun görülmemesi salık verilmekte…

İstişarenin şerri

İki günlük istişare toplantısının ilk günü ilgili bakanlar, Kürt hareketinin kaynakları, mücadele yöntemleri ve mevcut durum, hukuki ve adli boyutları konusunda ve mücadelede ana politikalar, işbirliği ve koordinasyon sunumlarını yaptılar. Soruları yanıtladılar. İkinci gün de seçim analizleri tartışıldı.
Toplantının sonunda, öncesindeki mantığı daha sert bir dille ifade eden konuşma metniyle Başbakan huzura çıktı. "Erdoğan çözmek istiyor ama ne yapsın, statükoya bu kadar hükmedebiliyor" tezini bir kez daha çöpe attı. En ambalajsız haliyle kendi duygularına tercüman olan danışmanlarının satırlarını şevkle okudu: "Bu ülkede Tayyip Erdoğan hangi hakka sahipse, bu ülkede benim Kürt kökenli vatandaşım da aynı hakka sahip, farklı olan ne? Aynı hakka sahip. Ben Rizeliyim diye farklı bir şey talep etmiyorum ki, benim böyle bir derdim yok ki, o da aynı hakka sahip."
Başbakan’a göre sıkıntı yok. Akıl almaz şeyler(anadilde eğitim gibi) gündeme geliyor ama buna karşı milletçe el ele omuz omuza durma zorunluluğu var.
Başbakan, ismini anmayacak kadar tiksindiği BDP’ye de 'samimi' çağrıda bulundu: "Eğer dürüstlerse, eğer samimiyseler, silahlarını bıraksınlar sandığa öyle gitsinler. Ama şu anda aldığın oyun kıymeti harbiyesi yok, çünkü bu oy şaibeli oy, bunu çok iyi bilmemiz lazım."
Şaka gibi değil mi? 'Millet iradesi, demokrasi, hukukun üstünlüğü, adalet ve hak’ kavramları ağzında pelesenk olan bir Başbakan’ın cümleleri…

İstediği gibi olmuyor

Niye bu kadar öfkeli? sorusunun cevabı sadece onun zihinsel kodlarında gizli değil. İşler istediği kıvamda gitmiyor:
* 'Öcalan üzerinden Kürt hareketini Kürt taleplerinden kopararak geri çekilmeye ikna etme', hem Öcalan’a hem de Kürt hareketine çarptı. Dolayısıyla namünasip bir dille rest çekiyor.
* Uzun bir zamana yaydığı vaad et, işlet ve oya tahvil et modeli, Kürt siyasetinin çözüm yollarını alabildiğine açması sonucu deşifre oldu. Bunun üzerinde yarattığı/yaratacağı baskıyı savuşturmak için önleyici saldırganlığı tercih ediyor.
* Yargısını oluşturma derdindeyken yargıyı sorumlu tuttuğu KCK davası için 'şaşırmayın, gereğini düşünün’ talimatı veriyor.

Beklenti nedir?

Bütün olumsuzluklarını utangaç bir edayla karşılayan ve snopluk derecesinde bir hoşgörü gösterisi yaparak, seçim takvimleri mazeretini meşrulaştırma gayretindeki çeper efradın tavrına şaşırmıyoruz. 14 Nisan ile birlikte KCK operasyonları başladığında yazdıkları ortada. Sevinçli bir telaş sarmıştı toplum mühendisliğinin her nevi halini. Mutlu ve beklentiliydiler. Kürtlere siyasal çoğulculuk müjdesi veriyorlardı. KCK her yere sızmıştı ve Erdoğan’a domates atacak birimler oluşturacak kadar ileri gitmişti. Etyen Mahçupyan bile 'Kürtlerin 28 Şubatı' diye selamlamıştı. Kürtler AKP’nin kuyruğuna takılacak yepyeni bir siyasal yapı geliştirebilecekti. En liberal demokratları bile sadece fotolu 'tarihsel bellek' hatırlatmasına kızdı. Esasta sorun yoktu ama usulde özensizlikler vardı.
Şimdi tek itirazları ve belki de beklentileri sadece 8 belediye başkanının tutuksuz yargılanması, yani görüntünün şıklaşması. Hemen ardından dönüp Kürt hareketine teessüflerini bildirecekler: "Ancak işte, daha ne olsun?"
Olmazsa da kaybedecek tek cümleleri var: Yazık oldu…
Hakikaten de yazık!

8 Ekim 2010 Cuma

Klonlanmış balıkçı!..

Gecikmiş birliği ve millet olma bilinci, Ehmedê Xanî'nin feryadındaki gerekçelerde saklı olan Kürtlerin, küçük adacıklar halindeki toplumsal yapısı, her zaman onları hükümranlığı altında tutan ve bunu ilelebet sürdürmek isteyen komşularına en büyük nimet olmuştur. Köklü devlet geleneklerine ve egemenliklerini koruma yeteneğine sahip komşular, bu nimetten alabildiğine semirmiş/semiriyor... 
Kürtlerin dayatılan statüleri ret mücadelesinin 4 parçadaki gücü, konumlanışı, itiraz gerekçesi, silahlı hali, ittifakları ve düşünsel formasyonuna bakıldığında yukarıdaki temel yoksunluğun mağduru olduğu görülür... 
Zaten yüzyıllardır Kürtlerin de hükümran olmak gibi bir dertleri olmamış. Hatta yakın geçmişe kadar yönetime ortaklık ve eşitlikten ziyade gönüllü aidiyetin koşullarını istemişlerdir. Bunun bile reddi, kopuşu öngören toplu intiharlara yol açmıştır...
Bu trajik ve büyüyerek aktarılan mirasın şu son 200 yıldaki hacmini artık ne komşuları ne de dünya taşıyor. Dolayısıyla herkes bir çıkış arıyor. Şimdi bu arayışın, sancılarına tanıklık ediyoruz...
Tarihi, en çok ihtiyacı olanlar okur. Eğer 2. Mahmut ile birlikte başlayan ve 1912'ye kadar süren isyanların bastırılma stratejileri iyi bilinseydi, 1938'e kadar yayılan karabasının ardından çelikten bir örtünün altına sürülen Kürtler olmazdı... Güney ve Doğu Kürdistan için de aynı durum sözkonusu...
Kürdistan'ın bütün parçalarındaki siyasal yapıların diyalog ve müzakere tarihi derslerle doludur. Devletler, en büyük ve öldürücü darbelerini, böyle dönemlerle birlikte daha iyi dokumuş; hazırlıklarını tamamlamış ve nihayet sorunu biraz daha ertelemeninin keyfini sürmüştür...
PKK, Kürtlerin bütün acı tarihinin bir bileşkesidir. Onun için Kuzey merkezli olmasına rağmen bütünlüklü bir formdur... Gürcü Raşit Paşa'nın Rewanduz harekatını, Lozan'ı, Mahabad sürecini, Cezayir Anlaşması'nı, Şeyh Said ve Seyid Rıza'nın neden farklı dönemlerde ve aynı metodlarla asıldığını, İhsan Nuri'nin bir sokakta öldürülecek hale gelişini ve PJAK'a kadarki Acem şalını biliyordu. Bütün bu bagaja rağmen 93'le başlayan 94 konseptini; 97 ile başlayan 9 Ekim ve 15 Şubat ana istasyonlarıyla devam eden süreci engelleyemedi... Ama egemen devletleri ve ittifaklarının da heveslerini kursağında bırakacak kabiliyetini gösterdi...
Barıştan ve eşit koşullarda birliktelikten yana tercih yapan Kürt hareketi, Türk devletinin diyalog istemiyle yeni bir sürecin içinde. Hepimizin beklentisi ve umudu temel hakların iadesi üzerine bina edilecek barışın tez gelmesi... 
Yarın (bugün) 9 Ekim, yani Öcalan'ın Suriye'den çıkmak zorunda bırakılmasının 12. yıldönümü... 9 Ekim'den önce Türk devleti beş koldan PKK ve Öcalan'a koşmuştu. Bu koşuşturmanın ana güzergahı, bir süredir Taraf gazetesi, ardından bir defa da NTV üzerinden mesajlarını kamuoyuyla paylaşan; kendisine 'balıkçı' kod adını uygun gören zat üzerinden yürüyordu... 
Öcalan, kaygılarını iletmekle birlikte "Başarırsak rolünüzün daha da anlamlı olduğu ortaya çıkar" diyerek onure ettiğinde o Öcalan'ın durum değerlendirmelerine aynen katıldığını ifade ediyor; "Mücadele pratiğinden süzülüp gelen rafine açıklamalar olduğu açık" gibi afilli bir karşılık veriyor ve ekliyordu: "Şahsımıza yönelik değerlendirmenize de minettarlığımı iletmek istiyorum."
"Umarım alnımız dik çıkarız bu süreçte" diyordu ama maalesef Kürtlere bakan alnı dik çıkmadı... 
Taraf üzerinde yeni dönemi paylaşırken eskiye dair bilinenleri tekrarladı ancak iki tezi de kanıksatmaya başladı:
* Öcalan'ın Suriye'den çıkışı, ortak bir prodüksiyondu ve Türk devletinin Suriye manevrası mizansendi.
* Öcalan, Avrupa yolunda "devletleşmeye gidiyoruz" deyince ipler koptu. İtalya yolunda da başka bir el devreye girdi...
Bu iki tez de hem dönemin ilişkileri hem de sonradan ortaya çıkan bilgilere bakıldığında kadük kalıyor. Bu iddialarıyla bir yandan kendisini aklarken diğer yandan dönemin devletinin parçalı yapısını işaret ederek, bugüne umut veriyor. Bununla da yetinmiyor, barışa giden yolda kural ihlalini Öcalan'a yüklüyor ama İtalya yolunda başka bir el gizemini katarak uluslararası yapılar ile Türkiye'deki kliklerine dikkat çekip Öcalan'ın sonraki okumalarına hak verir gibi yapıyor...
Taraf Koordinatörü Yıldıray Oğur'un kendisinin 'sırrı' marifetiyle bir 'okçu' titizliğiyle klonladığı zatın profili şu:
Gerçekçi, Başbakan ve Öcalan'a güvenen, kolektif hakların şimdilik mümkün olmadığını kabullenmiş, devletin bu eşiğe gelen politika değişikliğini önemseyen, artık silahlı mücadelenin adil bir şekilde devre dışı bırakılması gerektiğine ikna olan, iki taraftan da çok korkan, biraz mahçup ama biraz da yaptıklarının doğruluğuna inanan, tecrübesine kibir bulandırmadan anlatan biri... 
İki arada kalmışlığın tedirginliğini, bir gün ödüllendirileceği umuduyla sarmalamış bir ümitvar...
Makul şeyler söylüyor ama büyük devleti tanımış olmanın avantajıyla ortalama bir Kürt için çok önemli olan ayrıntıları atlamamızı salık veren bir naif mi veya oyuncu mu? sorusunu muğlak bırakıyor...
Mehmet Ağar, 'tuğlayı çekersem duvar yıkılır' diyordu. Türk devletinin 1997'den beri tanıdığı ve tamamlamasına bile ayak dirediği bireysel haklarla yetinilmesini isteyip kolektif haklardan tedirginliğinin sebebi bu korkudur...
Kürtlerin gaspedilen haklarının iadesi 'miş gibi' adımlarla veya kozmetik fırçalarla olmuyor. Devlet aklı da duvarın yıkılmasını göze alamıyor...
Duvar yıkılmasın; dış sıvasını yenileyelim ama bu arada yıkmak için taş atanlar da bölgeyi terketsin, içine de Allah kerim, havasında...
'Balıkçı'nın 'selim' halinin şunu idrak etmesi gerekir: Kürtlerin artık asla "çaresizlik" girdabına girmeyi öngörecek seçenekleri kaldıracak mecali yok. Türk tarafını, soyadının azameti ölçüsünde buna ikna ederse Kürt tarihindeki yeri de Binbaşı Kasım ile Ali Saib arasında olmaz...

6 Ekim 2010 Çarşamba

Hakkari'ye neşter hazırlığı!

Başbakan Erdoğan, referandumun ardından Türk medya temsilcilerine konuşurken, boykotun yüksek çıktığı illerle ilgili diş bilediğini şöyle ifade etmişti: "Farklı bir çalışma halindeyiz. Şırnak ve Hakkâri ile ilgili özel bir çalışmamız da var..."
Zaten o farklı çalışmanın ilk tezahürü, 9 kişinin katledilmesi ve devletin çekincesiz ağız birliği olmuştu. Bu katliamın Kürt gerillalar tarafından gerçekleştirildiği iddiası, kendi kendini yalanlayan içerikte haberlerle Başbakan'ın damadının yönetimindeki grubun gazetesi olan Sabah aracılığıyla sunuldu. Bütün haberleri yalanlanan Sabah, sonuçta işi 'PKK içindeki çatışma' şeklindeki devlet ajansının bayat senaryosuna dayandırıp, hayali bir savcılık fezlekesiyle taçlandırdı. Damadın kapıkulu Erdal Şafak da gurur duydu...
Fakat aynı günlerde medya üzerinde yürütülen paralel çalışmalar da dikkat çekti. Yıllardır PKK'ye küfür ettiği halde bir kez bile olsun yüzüne tükürülmeyen 'Kürt aydın kontenjanı'nın sinek ası Ümit Fırat’ı konuşturan t24.com.tr'den Selin Ongun, heybesinde "PKK bütün Kürtlerin üzerine karabasan gibi çökmüş" önkabullüyle Hakkari yollarındaydı. Fizibilete uğraşlarının ardından Hakkari'de karşımıza çıkan Selin Ongun, Fethullah Gülen Cemaati'nin 'bölge müfettişi'nin hoperlörü oldu. Çizdiği Hakkari'ye uygun olsun diye adından ve fotoğrafından bizi mahrum eden müfettiş, mealen 'bunları adam etmeye çalışıyoruz ama zor' diyordu... Ona göre Hakkari, artık PKK'nin denetimindeydi. Devlet acizdi. Hakkarililer korkak, menfaatçi ve devlete düşmandı. Hatta müslüman damarları da pek zayıftı. PKK kaynaklı her türlü kirlilik ve terör vardı. PKK, 10 gerillasını ateşkesi bozmak için öldürebilir; asker ile tabanı karşı karşıya getirmek için Peyanis Katliamı’nı gerçekleştirebilir tıynetteydi. "Devletin eksikliğini iliklerimize kadar hissediyoruz" diye açık davetiye çıkaran 17 yıllık müfettiş, artık azametli devletin kadife eldivenli Cemaat ile birlikte çaresine bakması gerektiğini salık veriyordu. Devlet isterse Hakkari’yi iki yılda rehabilite edebilirdi. Mesela Sungurcuların yurduna saldırdığı öne sürülen çocuklardan biri kısa süre sonra bir ordu mensubu tarafından vurulmuştu(Enver Turan yaşamını yitirdi)... Bu yayınların hepsi anılan Cemaat'in diğer organlarında da tekrarlandı. Selin Ongun, zahmet edip gittiği Hakkari’yi bir de kentin İlahiyat doçenti olan Belediye Başkanı’ndan dinleme gereği duymamıştı.
Bu kez Zaman'ın deneyimli röportajcısı Nuriye Akman devreye girdi. 26 Eylül’de röportaj yaptığı İrfan Aktan'ı ustalıkla konuşturarak gerekli lojistiği sağladı. İrfan Aktan, dürüst bir insan ve gazeteci olmasına rağmen tuzağa düşmüştü. Selin Ongun'a konuşan müfettişin anlatımları, İrfan Aktan tarafından "Hakkâri'de hacca gitmek için uyuşturucu ticareti yapan çocuklarından para alanlar var" cümlesiyle teyid edildi. Elbette buna, örgüt mahkemeleri, yardım-yataklık, katılım vesaire de eklendi...
Başbakan’ın danışmanıyla aynı gazetenin ekinde yazma şerefine nail olan 'Kürt aydın kontenjanı’nın karo ası Muhsin Kızılkaya, aynı gün Hakkari’yi yazdı. 12 Eylül 1980 öncesinde DDKD’nin bildirilerini ezberleyen, 12 Eylül’den sonra Atatürkçülük ve Milli Güvenlik seminerleri veren, 1990’larda PKK’ye sırnaşan, 2002’den sonra da artık AKP limanına demirleyen Kızılkaya, maalesef yine kötü ve taklit bir edebiyat karikatürü çizdi. Bir yanında Sedat Laçiner’in dehşet senaryosu diğer yanında Yalçın Akdoğan’ın Kürtlere beleş danışmanlık lütfu ile bize Hakkari’yi anlatmaya çalışan Kızılkaya, "Annem de AKP’ye oy verdi" ve "terör örgütü“ bileşimiyle başladığı yolculuğunu "halkların kardeşliği değil, sevgililiği“, "Kürt burjuvazisinin zenginleri hop dedi" gibi dahiyane buluşlarından sonra "15 Ağustos felaketimiz oldu" vıcıklığıyla taçlandırdı. Muhsin’e göre de artık Hakkari, PKK’nindi…
Hakkari kurtarılmalıydı…
Tam bu sıralarda 'özel tedbirler’den sorumlu İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Hakkari ve Şırnak seferine çıktı. Güvenlik birimleri, kendi parti teşkilatları ve devlet yanlıları ile toplantılar yaptı. O da kentlerin seçilmiş belediye başkanlarını es geçti. Devletin gücünü göstereceğini duyurdu...
Son iki gündür Fethullah Gülen'nin medya grubunun yavru gazetelerinden Bugün bayrağı devraldı. Yine kentteki müfettiş ve devlet içindeki hücrelerine dayanılarak tabloya katkıda bulunuldu. Bunun üzerine de Hakkari Valisi ile Zeydanların şimdiki vekili Rüstem Zeydan eklendi. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Erhan Başyurt da Türk Hükümeti'ne çizdikleri tablonun vehametini hatırlattı. Haberlerinin yeterli psikolojik zemini sunduğuna inanan Başyurt, derhal müdahale isteyerek, önerisini patlattı: "Türkiye içeride tam güvenliği sağlamadan ve Kandil'e müdahale kabiliyetini geliştirmeden, kalıcı barış beklentisi pek anlamlı değil. Öncelikle içte ve dışta güvenlik zaafları aşılmalı..."
T24 başladı, diğerleri eşlik etti, Bugün kampanyaya çevirdi, Zaman senkronize devam ediyor. Artık çok net anlaşılıyor ki Hakkari yeni konsorsiyumun hedefinde...
Eski devlet ile yeni ortakları, Hakkari merkezli 'diz çökmeyen Kürt'e saldırının hazırlığında...
Konsorsiyumun özellikle F halinin karşılarındaki insan iradesini yanlış okuduğu görülüyor; devletlerine diz çökmeyenleri küçümsüyor...
Barış süreci tamamına ermezse galiba Türk-İslam yapılanmalarının canı da epey yanar. Kemalizm gölgesindeki tırmıkları görülür...
Osman Pamukoğlu ile ortalama bir Türk, iki saat aynı ortamda oturamaz. Hakkari ve elbette Kürtler, Pamukoğlu komutasındaki ordu badiresini bile atlattı...
200 yıllık Hakkari tarihi şahittir ki bu yolun sonu yok. Cemaat, kurnaz bir manevra yaptığını sanıyor. Yanılıyor...
Devletin silahlı güçlerine ve yargısına ortak olmanın keyfinde olsalar da karşılarında deri toplama yarışına girenler yok...
Kürtler, İran’daki monarşiyi ve İslamın şia yorumunu; Irak’taki Sünni, Suriye’deki Nusayri BAASçılığını; Türkiye’deki Kemalizm ve türevi Türki İslamcılığı; Sovyet cumhuriyetlerindeki reel sosyalizmi yaşayarak bildi/biliyor…
Kürtlerin sizin kurtarıcılığınıza ve yaşam formlarınıza ihtiyacı yok. Bırakın kendileri karar versin. Kürtler de "Acaba neden MedZehra etkili değil de diğer cemaatler üşüşüyor" sorusuna doğru yanıt arasın…

Kaynak: http://tuncelfikret.blogspot.com/

27 Eylül 2010 Pazartesi

'Sürün'genler!

Arif Doğan 65'ine girdi... 
90'ların ilk yıllarına kadar Kürt coğrafyasında hem ihanet tarlasının sürülmesinde hem de sınırsız-sorumsuz bir insan azmanı olarak, Türk ordusu bünyesinde kurulan JİTEM şebekesinin önemli isimlerindendi. İnsanlık emeklisi olduğu farkedilince insan katletme maharetine güvenilerek geçtiği şebekeyi bir süre sonra halefi ve 'kavat' dediği Veli Küçük'e bırakarak, alay komutanlıklarının ardından askerlikten de emekli edildi. Yoğun tecrübesini Türk siyaset arenasında da sergilemek üzere şimdinin AK Parti Genel Başkan Yardımcı Hüseyin Çelik ile aynı yıl DYP'den milletvekili adayı oldu. Ancak Kırıkhanlı olan Doğan'a Hatay yeterli oyu vermedi. Doğan, bu başarısız girişiminin ardından bir süre üniformasız çetecilik yaptı. Sonrasında Ergenekon soruşturmasına dahil oldu... 
Arif Doğan'ın kıyım porföyünü bilenler, elinde bastonu ve kısa pijamasıyla polislerin arasında zar zor yürüyen bir kütle gördüklerinde büyük siyaset kurgularını bir kenara bırakıp, sadece kolundaki kişilerin Kürt güçleri olmadıklarına hayıflanmışlardır...
Arif Doğan, herkesin hastanede zannettiği bir dönemde Türk medyasına konuşmaya başladı. JİTEM'i kendisiyle başlattıp bitirmesi dışında bildiklerinin bir kısımını anlatmakla yetiniyor ve yargıya konuşmak istediğini paylaşıyordu. JİTEM ile özdeşleştirip, bütün sorumluluğu alırken aynı zamanda kendisini koruyamadığını düşündüğü ahtapotun büyük gövdesi olan Türk ordusuna sitemini gözdağına dönüştürüyor: Çizdiğim çerçeveyi de aşarım...
Arif Doğan, Ergenekon yapılanmasını, kendisinin içinde yer alamayacağı kadar küçük ve karmaşık bir yapı olarak gördüğünü bayağı kelimelerle ifade ediyor, icraatlarıyla gurur duyuyor, ırkçılığının farkında bile olmadan hayıflanıyor. 
Arif Doğan'ın solunum cihazına bağlı, yağlarla ürülü bir hacim ve ailesinin bile yüz çevirdiği bir yığın olduğunu gören her mağdur sadece şunları söyleyebilir:
Arif Doğan, kötürüm ruhunun fiziğine sirayetine rağmen katil olmanın gururunu, 'pezevenk-tezek' karışımı üretiminden tadamadan solunumsuz kal!..
Arif Doğan, o katil ruh siz doğmadan vardı ve arifçe neslinize de zerk edildi. Katil sürüngenler olarak bir halkı yok etmeyi görev edindiniz!..
Arif Doğan, katletmekle yetinmediniz, kimi parçalarını ucubeleştirerek yüzyıllarca sürecek travmayı musallat ettiniz. Uğruna ölüm makinası olduğunuz ırkınıza da utançsınız!.. 
Arif Doğan, şimdi siz katil sürünenler olarak artık kimi zaman kontrollü kimi zaman da dilinizin yellenmesiyle dökülürken hiç şaşırmıyoruz!..
Arif Doğan, ölüm size kurtuluştur. Ödünç alınmış cesaret ve hiçbir zaman gerçekleştirilmemiş başarıyla övünme gülünçlüğünüzle çıldırın!.. 
Evet, dört duvar içine hapsedildiğiniz, eviniz de olsa çıldırın...

Yirmibeşkuruşluk!

Yirmibeşoğlu Sabri ise 83'üne girdi...
50'li yılardan 90'lara kadar Milli Mukavemet Teşkilatı, Seferberlik Tetkik Kurulu, Özel Harp Dairesi, Kontrgerilla, vs.. gibi 'mümtaz' kurumların başında, içinde, yanında yer almış biri; Harekat Daire Başkanlığı, MGK Genel Sekreterliği... say say bitmez...
1991 yılındaki bir röportajda 6-7 Eylül barbarlığının bir özel harp işi olduğunu gururla anlatırken; 2006'da bunu inkar etti. "6-7 Eylül de, bir özel harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı... Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?" diye soruyordu hepimize. Hülasa, devletin kirli işlerinin ya faili, ya tanığı ya da teorisyeni durumundaydı...
Ahmet Özal'ın babasına suikast ile ilgili adını vermesiyle tekrar gündeme geldi. Ekranlara çıkarak cevap yetiştirdi. Kendisinden emindi; moderatöre, "korkma, sor sor, çekinmeden sor" diye komut veriyordu. Heyhat, Yirmibeşoğlu'nun insanlığa meydan okuması bir yere kadardı ve artık bütün uzuvları kontrol altında değildi. Dilinin yellenmesiyle "Halkın mukavemetini güçlendirmek için gerekirse cami de yakılır. Biz bunu Kıbrıs'ta yaptık" itirafını ağzından kaçırıverdi. Maalesef biz yine biliyorduk, yaptıklarını. Fakat 'peygamber ocağı' yanılsaması ve 'Allah Allah' nidasıyla bütünleşen Türk ordu gerçeğini Türk toplumunun önemli bir bölümü kabullenmek istemiyor. Yirmibeşoğlu gibiler, tedirginler, neler olacağından pek emin değiller. Yarı ölü bedenlerini kurtarmanın telaşını yaşıyorlar. Tereddütlüler.
Yirmibeşoğlu Sabri'ye hatırlatalım:
Artık çoğu şey biliniyor... sizinkiler kaybetti, kaybettii diyorum paşaaa!..
Kürtler, Kemalizme reddiye ve zora zor metoduyla orduya kafa tutup takattan düşürdüler, paralel Türk toplum katmanları bütün hücrelerine nüfuz etti...
Sosyalistler lojistik sağladılar, liberaller entelektüel tokat atıp 'yabancı diller'ini konuşturdular...
Kemalist devlet dediğin, bir zamanlar Çiller'in yanındaki boyalı saçlı adamlar gibi kof bir kütleye dönüştü...
Eee nüfuz edenler, şimdi sadece iki parmağını burun deliklerine sokup minik bir sendeleme girişimiyle yere atmak üzere...
Nur topu gibi yenisinin doğum sancıları ile eskinin beyin ölümünün yası senkronize vaziyette...
Fişi çekilmek üzere...
Duydun mu paşaaa?!..
Arif Doğan ve Sabri Yirmibeşoğlu, bari şimdikiler, sizin akıbetinizden ve sizlere rağmen Kürtlerin geldiği noktadan ders çıkarıp, çıplak gerçeği kabullenseler. Artık şunun farkına da varsalar: "Sömürgeleştirilen insanı mahveden sömürgecilik, sömürgeciyi de çürütmektedir..."