28 Ekim 2010 Perşembe

Cumhururet Bayramı!..

87. kuruluş yıldönümünü kutlayan Türkiye Cumhuriyeti, katı tekçil zihniyetine sarmaladığı koruma refleksleriyle 'Türk' etnisitesinin 'Sünni' itikadının kutsanıp, şekillenmesine mesai harcarken, bu dairenin içine çekemediklerini ret, inkar ve zor ile karşı karşıya bıraktı. Kurulduğu günden bu yana sürekli sıkıyönetim, olağanüstü hal, yasak bölge, yasak hal, hassas durum, özgün şartlar sarmalında bir asrı heba etmenin kıvancını yaşıyor. Şimdi de dünyanın güncel dayatması ve toplumsal tazyikin motive ettiği ciddi değişim sancısına düşük yaptırmanın hilelerini arıyor. Cumhuriyet, insanlığa ve demokrasiye karşı direniyor...
Dünden beri neredeyse bütün kadehlerin “Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” üzerine kalktığı bir kutlamaya tanık oluyoruz. Devlet erkanının önemli bir bölümü Kürdistan’dan damıtarak kadehlerine doldurdukları kan ve düşmanlığı doya doya yudumluyor. Kuruluş sürecinden itibaren entrikalarla geçen bir geçmişe sahip olan Türkiye Cumhuriyeti, 87 yıllık dönem içerisinde devletin bekasını “Komünizm-Kürtçülük-İslamcılık belası”ndan korumak için İstiklal Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Özel Yetkili Mahkemeler; toplu katliamlar, terbiye etme ve kıyım seferleri, kirli savaşlar, darağaçları, sokak infazları, gözaltında kayıplar, hapsetmeler gibi yöntemlere başvurdu. Sistem, Kürtlerin itirazı söz konusu olunca bu tür uygulamalarında zirve yaptı. 90'lardan itibaren kontrgerilla azgınlığı, faili belli cinayetler, köy ve orman yakmalar, köy boşaltmalar, toplama kampları, toplu ve teşhirci işkence seansları ve insansızlaştırma uygulamaları hızla yürürlüğe konuldu. Ülkenin yasama, yürütme, yargı organları ve medyası kirli savaşa lojistik destek sunmakla yükümlü duruma geldi. Hakikati konuşan, resmi enformasyon merkezlerinin dışında bilgi üreten bütün birimler cezaevine konuldu, ülke yarı açık bir cezaevine dönüştürüldü. Ama bütün bunlara rağmen Kemalist cumhuriyet, Kürt hareketinin ağır darbeleriyle çatırdadı, ikinci büyük tehlike gördükleri ‘İslami’ tandanslı kadrolara yönetimi bırakmak zorunda kaldı. Şimdi artık karargaha sıkıştırılan bir Genelkurmay Başkanı ile askeri vesayetin açık halinin bitirilmesi ilanına karşı direnen sivil Kemalistler var... 
Mevcut cumhuriyetin artık hüküm sürecek takati kalmadı, ancak güncelleme yeteneği olan Kemalizm, AKP Hükümeti'nde hayat bulduğu için yeni yüzüyle bir süre daha devam edecek...
87 yıllık zulüm düzeninden kısa bir hatırlatma yapalım. 

36 yılı sıkıyönetimle geçti 

Türkiye insanı tam 25 yıl 9 ay 18 günü sıkıyönetimle, 19 yılını ise Olağanüstü Hal ile geçirdi. Bu rakamlar birleştirildiğinde cumhuriyetin yarısına denk geliyor. Yani resmi rakamlar ışığında cumhuriyetin yaklaşık 45 yılı olağandışı koşullar altında yaşanmış oluyor. 2002’de 24 yaşında olan bir insan ise hiç olağan gün yüzü görmemişti. Türkiye’de 12 değişik olay yüzünden sıkıyönetim uygulamasına geçilmiş. Bu olaylar; erken başlayan Şêx Said öncülüğündeki Kürt ayaklanması, Kubilay Olayı, 2. Dünya Savaşı, 6-7 Eylül Olayları, öğrenci gösterileri ve 27 Mayıs, Aydemir olayı, 15-16 Haziran işçi olayları, 12 Mart, Kıbrıs İşgal harekatı, Irak İç Savaşı, yaygın şiddet hareketleri ve 12 Eylül Darbesi. 12 Eylül Darbesi ile ilan edilen ve 1987 yılına kadar süren sıkıyönetimin bazı illerde kaldırılması ve PKK’nin 1984 yılında silahlı eylemlere başlaması ile Olağanüstü Hal uygulaması Kürt illerinde uygulanmaya başlandı. 
İlk sıkıyönetim uygulaması Kürt ayaklanması üzerine 23-24 Şubat 1925 yılında 13 ilde (Kürdistan’da) uygulamaya konuldu. Sıkıyönetimin en son kalktığı tarih ise 19 Temmuz 1987. Sıkıyönetimin en fazla uygulandığı süre ise 7 yıl bir ay ile 2. Dünya Savaşı sırasında yürürlüğe konuldu, bunu 12 Eylül’de uygulanan 6 yıl 10 ay 7 gün takip etti. En az sıkıyönetim Irak İç Savaşı üzerine sadece 1 gün uygulanmış. Olağanüstü Hal Uygulaması ise, 19 Mart 1984’te yürürlüğe girmiş ve Kasım 2002’ye kadar devam etmişti. Olağanüstü Hal’in en fazla uygulandığı yer Kürdistan. Olağanüstü Hal, Kürdistan’ın bazı bölgelerinde halen gayri resmi olarak devam ediyor.
Sıkıyönetim ve Olağanüstü Hallere neden gerek duyulduğunu 1931 yılının Başbakanı İsmet İnönü şöyle izah ediyordu: “Bir olay olduğunda önce mülki idare ikne edecek, ihtar edecek, tembih edecek sivil güvenlik güçlerini ve Jandarmayı kullanacak, olayları bastıramazsa o zaman askeri birliklere başvuracak. Asker müdahale edince de kendi yöntemlerini acı da olsa kullanarak olayları önleyecek.” 
Şêx Said Ayaklanması (1926-1927): Resmi rakamlara göre 5 bin 10 kişi gözaltına alındı. Bunlardan 2 bin 231’i mahkum edilirken, 420 kişi idam edildi. Birçok insan da mecburi iskana tabi tutuldu. 
Kubilay Olayı (1931): Resmi rakamlara göre 300’ün üzerinde insan tutuklandı. Akıbetleri öğrenilemedi. 
2. Dünya Savaşı (1940-1947): Sıkıyönetim ilan kararı 25 Kasım 1940 tarihinde TM’nin gündemine geldi ve aynı gün ilan edildi. Türkiye bu savaşa girmedi ama önce 3 ay olan Örfi İdare (Sıkıyönetim) süresi daha sonra 6 aya çıkarılarak tam 16 kez uzatıldı. 
Trende ilan edilen sıkıyönetim 6-7 Eylül olayları (1955-1956): Binlerce insanın gözaltına alınması ile sonuçlanan sıkıyönetim Başbakan Adnan Menderes tarafından İstanbul-Ankara treninde karar verilmiş ancak Bakanlar Kurulu karar için 5 gün sonra toplanabilmişti. 
Öğrenci gösterileri ve 27 Mayıs üzerine (1960-1961): “Bugün İstanbul’da tahrikler ve önceden yapılmış tertipler neticesinde vuku bulunmuş olan müessif hadiselerin yatıştırılması sırasında, devlet kuvvetlerine karşı vaki mukavemet hareketinin amme huzur ve asayışını ihlal edecek istidat göstermesi” gerekçesiyle Başbakan Adnan Menderes 28 Nisan 1960 günü sıkıyönetim ilan etmişti. Bu dönemde yine her zamanki gibi kurulan Tahkikat Komisyonu ilk iş olarak siyasal partileri kapatmış, siyasi faaliyetler yürüten örgütlerin kurulmasını yasaklamıştı. 
Bu sıkıyönetimin ilanından sonra yapılan 27 Mayıs Darbesi ile o zamanın DP yöneticileri idam edilerek ülke yine “Kardeş Kavgası”ndan kurtarılmıştı. Darbeyi gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi (BMK), 235 general ve 5 bin subayı re’sen emekliye ayırmış, ‘Ağaların Doğu Anadolu’daki etkisini kırmak’ gerekçesi ile Kürt önde gelenlerinden 55’i batıya sürgün edilmiş, 147 öğretim görevlisi de üniversitedeki görevlerinden uzaklaştırılmıştı. 
15-16 Haziran İşçi olayları (1970): 15-16 Haziran 1970’deki işçi direnişlerini o zamanın Başbakanı Süleyman Demirel bir ayaklanma olarak değerlendirmiş ve İstanbul, Kocaeli ve Gebze’de bir ay süre ile sıkıyönetim ilan etmişti. “Bu olaylar ve tertibin bir tahrikin mahsülüdür. Tertip ve tahriçki DİSK’tir” diyen zamanın İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu, DİSK’i hakların ve hürriyetlerin düşmanı ilan etmişti. Olaylar sırasında resmi açıklamalara göre 3 kişi ölmüş 42’si ağır 92 kişi yaralanmıştı. Birçok sendika yöneticisi gözaltına alındı. 
12 Mart (1971-1973): Muhtıranın ilerici, reformcu ve kansız bir darbe olarak niteleyenlerin arasında Türkiye solunun çeşitli kesimleri de vardı. Ancak gelişmeler beklenen sonucu vermedi. İdamlar arka arkaya gelmeye başladı. Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edilirken, Mahir Çayan ve arkadaşlaı ise Kızıldere’de öldürüldü. Birçok insan tutuklandı, işkencelerden geçirildi. 
1973-1980 dönemi Kıbrıs işgal harekatı, Irak İç Savaşı nedeniyle ilan edilen sıkıyönetimin dışında Ecevit, Sadi Irmak ve Demirel dönemi sıkıyönetimleri ile geçti. 
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi: “Asmayıp da besleyelim mi?” anlayışı ile ülke yönetimine el koyan generaller, Kemalizmin yeni döneme uygun formatını tahkim etti. Darbe sonucu tutuklanan ve gözaltına alınan bir çok insan işkenceler sonucu öldürülürken, birçok insanın akıbeti konusunda da bugün dahi sağlıklı bilgilere ulaşılamadı. Darbe sonucu bütün siyasi partiler, demokratik kitle kuruluşları, dernekler kapatıldı. Parti liderleri bir süre gözaltında tutuldu. Kürt coğrafyasına zulüm yağdı.

Olağanüstü Hal Kürt illerinde 

PKK’nin 1984’te başlattığı silahlı mücadeleden sonra Türkiye Cumhuriyeti Kürdistan’da Olağanüstü Hal uygulamasına geçti. 2002’ye kadar onlarca kez uzatılan Olağanüstü Hal’in getirdikleri gizlenen savaşın öyküsü oldu. İnsan hakları raporlarına geçen rakamlar OHB’nin somut halini verebilir: 
Gözaltında ölüm ve yargısız infaz sonucu binlerce kişi katledildi. 17 binin üzerinde insan ‘faili meçhul’ katledildi/kaybedildi. 4 bin köy yakılıp, yıkılırken, milyonlarca insan zorla göçettirildi. Devletin resmi rakamları 40 binin üzerinde insanın savaşın her iki cephesinde yaşamlarını yitirdiklerini söylüyor. Halen binlerce insan cezaevlerinde. 
Onbinlerce insan gözaltına alındı, yüzlerce gazeteci, yazar, yayıncı, sendikacı tutuklandı. Gazeteler, dergiler toplatıldı, yayınevi, gazete ve dergi binaları ile partiler basıldı, bombalandı. Siyasi partiler kapatılırken, milletvekili öldürüldü. DEP’in kapatılması ile milletvekillerinin milletvekillikleri düşürülerek, cezaevine konuldu. 

Açıkyeşil Kemalizm

Gelelim Avrupa Birliği'ne girmek isteyen, etrafına caka satmaya başlayan muhafazakar-demokrat iktidarın Türkiyesi'ndeki duruma. Dünya sistemine entagratif bir ekonomik düzenin asgari koşullarına sahip, uluslararası yükümlülükleri benimseyen ve içerde de demokrasi havarisi kesilen siyasi kadroların Türkiyesi'ne. Tabi bu kadronun, paralel toplum içinden sistem içine devşirildiği notunu düşerek. 'İrticai faaliyetlerin odağı’ iddiasıyla mahkum edilip dokunulmayarak sistemin iç partneri haline getirilen AKP döneminde de Cumhuriyetin Kürtlerin önüne koyduğu bütün bariyerlere sadık kalındı. 1997'de değiştirilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nin içi doldurulmaya çalışılırken, bu durum demokrasi hamlesi olarak pazarlanmaya devam ediliyor. Kürt partileri kapatıldı, demokratik Kürt muhalefetinin bütün bileşenleri terbiye seanslarına alındı. Cezaevleri dolu, savaş bitmemiş, ihlal istatistiklerinde oklar hep yukarı doğru...
İşte 87 yılın tartışılmaz sahibi Türk ordusu, şimdi kameraların önünü terk edip arkasındaki varlığını sürdürüyor. Kollektif bir travmanın kaynağı olarak kendini yeniden üretme kabiliyetine sahip Kemalist sistem, Kürt bölgesinde siyasi, askeri, kültürel ve ideolojik baskıyla yürüyor. Sistem böylece militarist ve otoriter niteliğini muhafaza ediyor. 
Cumhuriyet şimdi bünyesinde ehlileştirdiği Türk sağının açıkyeşil rengiyle mutluluk pozları verirken, Kürtlerin vebalinden kurtulmanın numaralarını arıyor... 
Milliyetçilik, ırkçılık ve mantığı zorlayan sınırsız garabetlerle yüklü törencilik geleneği de sistemin, ikiyüzlülüğü artık perdelenemeyen kuruntularının gösterisi...
Resepsiyonun evsahibesi ha başı açık Mevhibe Hanım ha başı kapalı Hayrünnisa Hanım olmuş; önemli olan Cumhuriyet'in halen Cumhururet Bayramı olarak kutsanmasıdır. 
Bu rejim ile reddettiklerinin sorunu bitmedi...

25 Ekim 2010 Pazartesi

Bir günlük Star hikayesi!

Star gazetesini, Cem Uzan inadına kurup Yılmaz Özdil ve Fatih Çekirge'nin eşbaşkanlığına emanet ettiğinde manşetlerin şehvetine kapılıp, bütün değerleri çiğnedikleri zamandan beri şerle yadediyoruz. Basın tarihinin uzun bir bölümünü işgal edecek macera, Cem Uzan'ın "Allahsız Başbakan" restinin ardından kendisinin Fransa'da bir dul; Çekirge'yi iyiliğe sıçrayan bir yeni dönem Fatihi, Özdil'i de yılmaz bir karton muhalif halleriyle devam ediyor...
Star epeydir Cem Uzan'ın değil. Özdil de Uzan'ın olmayan ama adı Star olan televizyonun haber mutfağının başaşçısı. Çekirge ise com.tr versiyonunun yönetmenliğiyle kendine ait kocaman bir köşesi olan Hürriyet'te yeni döneme kulaç atıyor...
Konumuz Star gazetesi... Cem Uzan'dan gasp edildikten sonra sermaye yapısı yalama olan gazete... Önce yavru vatandan bir sermayedar bulundu, geçiş süreci yaşandı. Ardından AKP konsorsiyumu Kürt bileşeniyle devraldı. Sonra Kürt gidince sancak kaldı; eczacı, besici ve eski Perinçekçi Ethem'e... Ethem bir türlü kar etmeyince Hocaefendi'nin duasına mazhar Van-Rus karmaşıklığının Tamince zengini Fettah atladı... Son olarak Ethem havlu attı, eski milletvekili Karakaya ile Tevhid sağlandı... Bitmedi...
Paris metrosunu andıran ilişkiler yumağından sermaye yapısı oluşturmanın yazı-çizi takımına ve onları yöneten yeni kuşak prenslere de zuhur etmesi kaçınılmazdı. Şimdi grup olmuş bu medya gücü, Başbakan'ın gözdeleri Akif Beki ve Mustafa Karaalioğlu'nun engin tecrübeleriyle yol alıyor...
Bir günlük hikayemiz bu upuzun hatırlatmadan daha kısa...
Star gazetesi bugün "Kürt köylü PKK'dan davacı" manşetiyle ekürilerine fark attı... Özellikle her sabah bir yalan ve yalanı akşama kalmayan Sabah gazetesini kıskandırdı. Star, Sabah'a nazire yaptı ve adeta "Hayır, yalan haberin alasını, sözshopun incesini biz yaparız" dedi... 
'Kürt' kelimesini büyük hevesle kullanması takdire şayan ama Ergenekon taktiğinde acemilik vardı. Zamanla onlara da şapka çıkartırlar. Star'a göre, Peyanis Katliamı'nda 9 yakınını kaybeden Cahit Erol, PKK'den ve Dr. Bahoz Erdal'dan davacı olacakmış...
Star, manşetini iki kıymetli haberle de tamamlamaya çalışmış. HAK-PAR'ın hafta sonu yapılan kongresinden iyilik devşirmiş: Silahlı mücadele Kürtlere zararlı...
Bu başlığı, manşetin altına bant yapmış. 
Star'ın tamamlayıcı diğer haberi ise bir şaheser... Batman'da tekstil fabrikası açan Burhan Sarhan sadece Star'a konuşmuş... Özel ve çok önemli bir haber. Fabrikatör Burhan Sarhan'ın ağzından başlık aparılmış: Oğlumu üç kez dağdan çevirdim... Yani beyimiz, beyzadesini üç kez zor ikna etmiş... Güzel de oğlunu zor ikna eden fabrikatör devam etmiş: İş garantisi olursa dağa çıkan da intihar eden de az olur... 
Nasıl yani?! 
Star'a özel!..
Bu haber, manşetin sağ altından dalış yapmış, sol yanı da HAK-PAR'ın zararlısına kadar uzanmış... 
Böylece sıradan yurdum insanının mütedeyyin bölümüne mesaj verilmiş; Kürt köylü davacı, Kürt siyasetçi mesafeli, Kürt işveren tepkili...
Hikayede günün finali şu: 'Kürt köylü' Star'dan davacı. 9 yakınını kaybeden Cahit Erol, acısını istismar edip sözlerini çarpıtan Star hakkında suç duyurusunda bulunuyor...
Niye sorusunun cevabını Cahit Erol, DİHA'ya açıkladı: "Dün beni birileri aradı. İlk arayan isminin Hatice olduğunu söyleyen bir bayandı. 24 Ekim günü saat 11.09 sıralarında beni 0 534 907 60 58 nolu numaradan başka bir adam aradı ve durumumu sordu. Neden devlete tazminat davası açmadığımı belirterek, 'televizyonlarda Feyman Hüseyin diye birisi olayı ben yaptım diyormuş. Bu insan hakkında davacı olmayacak mısın' diye sordu. Ben de bunun üzerine 'daha olayın failleri ortaya çıkmamış. Onun için kimseden davacı değilim' dedim. Ben artık ne yapacağımı bilemiyorum. Benim ve ailem hakkında her gün bir şeyler yazılıyor. Bunların birçoğu da yalan haberlerdir. Star gazetesi hakkında bugünkü haberinden dolayı dava açacağım. Çünkü böyle bir şey demedim. Haberdeki hiçbir laf bana ait değildir." 
Mustafa ve Akif, üzülebilirsiniz; olmamış. Özdil ve Çekirge olmak kolay değil. Kendinizi alçalta alçalta muhafazakar demokrasi ucubesinin çeperine serpiştirilen humus toprağı üstünde yaşayabilen ve bunu moda kavramlarla süsleyen, hiçbir insani nosyon taşımayan birer asalak olmanıza ramak kaldı... 
Ha gayret...

18 Ekim 2010 Pazartesi

Hipnotize etmiş Başbakan!..

Yerel seçimlerde devletin tek parti öncülüğünde birleşmesine rağmen Kürt kentlerinde alınan yenilgiden anlaşıldı ki; Kürtler, etrafına kırmızı çizgiler çizilen yeni alana da sığmıyor. Siyasal organizasyon kabiliyeti ve kitlesel örgütlenmede işlerlik kazanan yatay geçişlerin bireysel haklar bariyerini aşmaya yönelik kolektif bir yüklenme olduğu gerçeği, sistemin sinir uçlarında titreşim yarattı. Kolektif haklar sözkonusu olunca akli melekeleri ile dini mükellefiyeti, milli hassasiyetler çamuruna saplanan muhafazakar-demokrat Başbakan, devletin diğer uzuvlarıyla mükemmel bir kaynaşma halinde düğmeye bastı. Böylece görülmekte olan davanın operasyonları başladı ve sürüyor. Son olarak Urfa’da polis-p.z.v.nk işbirliğiyle GAP alanındaki siyasetçi ve sivil toplum aktivistleri de devletin bekasının kutsal mekanları olan emniyet-adliye-cezaevi kıskacına alındılar. İki gündür de 'KCK ana davası’ görülüyor.
KCK davası, Kürtlerin 30 yıllık legal kazanımlarını süpürme ve onları terbiye edilmiş bireylerden oluşan bir yığın olarak tutma istemidir... Yığın olmayı reddeden, itiraz edebilme kabiliyeti kazanan Kürt’ün sistem karşısında konumlanması ve toplum/halk/millet bilinciyle aidiyet çatısına gereksinim duymasının külfetli olduğunu bilen devlet, kendi içindeki sorunları erteleme veya gözardı etme fedakarlığından kaçınmıyor…
Yeni devletin aklı, Kürt meselesini çözmek yerine, kontrol edilebilir düzeyde tutmayı, siyasi aktörlerini bertaraf etmeyi öngörüyor. Bir önceki devlet aklını 'kaba' buluyor, sadece şiddet kullanmakla yetersiz kaldığını düşünüyor. Devlet zoruna; ekonomik, siyasal, kültürel ve diplomatik lojistik sağlama gayretine büyük önem atfediyor. Yeni devlet aklı konusunda devletin tüm etkin aygıtları hemfikirdir. Çünkü çerçeve Anayasa'nın ilk üç maddesinin Kürtlere kabulü, siyasi temsilden yoksun 'Türk milleti' Kürtlerinin itiraz etme yetilerinin yitirilmesi. Özetlenen bu çerçeveyi Kürt siyaseti görüp, tepki gösterince büyük reformcu Başbakan da çekinmeden merhametli ellerini Kürtlerin kafasında gezdiren hayranlarını bile üzüyor.

İstişare öncesi

AKP iki gün Kızılcahamam’da istişare ve değerlendirme toplantısı yaptı. Toplantıdan önce uzun bir konuşma yapan Başbakan, toplantıdan ne çıkacağını da müjdeledi. Napolyon’un "biricik ciddi söz sanatı tekrardır" sözüne sadık danışmanlarının iddia, tekrar ve yayılmayı esas alan iletişim oyununun, yalanı hakikat olarak ruhlara yerleştireceği sanrısıyla hazırladıkları konuşma metninin Kürtlerle ilgili bölümü tarihiydi. Mahmut Esat’ın ruhunu Fevzi Çakmak’ın yetkisiyle birleştirip Kürtlere parmak sallayan Başbakan, nüfuzunun ruhlar üzerinde yarattığı hipnotizmaya olan güven patlamasıyla böğürdü. Pale D. Heban’ın dediği gibi "Erdoğan, Türk sağının riyakar, ikiyüzlü, kibirli, ırkçı halinin yeni dünya modelidir". Ancak yarattığı hipnotizma her siyasal cenahtan önemli bir kesimin eleştiri yeteneğini felce uğrattığından, hayret ve saygı hisleriyle dolan ruhlarının en sert tepkisi, 'konuşmasını beğenmedim’ ölçüsünü aşamadı. Yoksa "Bizim Cumhuriyetimiz, halkı bütün renkleriyle, bütün farklılıklarıyla, tüm zenginliğiyle kucaklayan bir zihniyet üzerine bina edilmistir" sözüne 'yalan’ zor gelse bile 'yanlış’ diye şerh konulurdu. İttihatçılık, Kemalizm ve Türk-İslam Sentezi’nin güncel izdivacına dikkat çekilirdi…
BDP gibi bir partiye "Barış bunların kitabında yok“ sözüne en azından kitap hatırlatılırdı…
Medyanın başlık seçimlerini dikte ettikten sonra "Almanya’daki Türkler azınlık hukukuna sahiptir. Benim ülkemde yaşayan Kürt kardeşlerim, Kürt vatandaşlarım azınlık hukukuna değil. Anadilde eğitim olmaz" restine karşılık Kürtlerin hukuku sorulurdu…
"Bizde ülkemizi bölme gayreti içerisinde olanlar var… O görünmeyen ama zihinlerinizde oluşturduğunuz bir yapının bayrağını asmak istiyorsunuz" sözlerinin kimden aşırma paranoya olduğu teslim edilirdi…
"Ne istiyorsunuz da alamıyorsunuz. Neyi arzu ettiniz de alamadınız? Parlamentoya mı giremediniz? Devletin üst kademelerinde yönetici mi olamadınız? Her yerde varsınız" sözlerindeki egemen dilin pişkinliğine işaret edilir, müellifine gönderme yapılırdı…
Jean-Paul Sartre'ın Yahudi toplumunun Avrupa macerası için söylediklerini güncelersek, Kürtlerin dostu bilinen 'demokrat’ zavallı bir savungandır. Kürt’ü ideolojisinden, ailesinden, halkından kopararak demokratik ergitme potasına atmak, oradan çıplak ve yalnız, bütün öteki insanlara eşit bireysel bir varlık olarak çıkarmak gerektiğini düşünür. Irkçı, insan olarak yokedip Kürt’ü alıkoymak isterken öteki de Kürt’ü yokedip onu yalnız insan olarak; yani yurttaşlık ve insanlık haklarının genel ve soyut öznesi olarak yaşatmak istemekte. Azgınca saldırılan ve gevşekçe savunulan Kürt’e, ölüm veya sıtma tercih olarak sunulmakta. AKP değişim talebi üzerinden sörf yapıyor diye depreşen tedip ve tenkil ruhunun görülmemesi salık verilmekte…

İstişarenin şerri

İki günlük istişare toplantısının ilk günü ilgili bakanlar, Kürt hareketinin kaynakları, mücadele yöntemleri ve mevcut durum, hukuki ve adli boyutları konusunda ve mücadelede ana politikalar, işbirliği ve koordinasyon sunumlarını yaptılar. Soruları yanıtladılar. İkinci gün de seçim analizleri tartışıldı.
Toplantının sonunda, öncesindeki mantığı daha sert bir dille ifade eden konuşma metniyle Başbakan huzura çıktı. "Erdoğan çözmek istiyor ama ne yapsın, statükoya bu kadar hükmedebiliyor" tezini bir kez daha çöpe attı. En ambalajsız haliyle kendi duygularına tercüman olan danışmanlarının satırlarını şevkle okudu: "Bu ülkede Tayyip Erdoğan hangi hakka sahipse, bu ülkede benim Kürt kökenli vatandaşım da aynı hakka sahip, farklı olan ne? Aynı hakka sahip. Ben Rizeliyim diye farklı bir şey talep etmiyorum ki, benim böyle bir derdim yok ki, o da aynı hakka sahip."
Başbakan’a göre sıkıntı yok. Akıl almaz şeyler(anadilde eğitim gibi) gündeme geliyor ama buna karşı milletçe el ele omuz omuza durma zorunluluğu var.
Başbakan, ismini anmayacak kadar tiksindiği BDP’ye de 'samimi' çağrıda bulundu: "Eğer dürüstlerse, eğer samimiyseler, silahlarını bıraksınlar sandığa öyle gitsinler. Ama şu anda aldığın oyun kıymeti harbiyesi yok, çünkü bu oy şaibeli oy, bunu çok iyi bilmemiz lazım."
Şaka gibi değil mi? 'Millet iradesi, demokrasi, hukukun üstünlüğü, adalet ve hak’ kavramları ağzında pelesenk olan bir Başbakan’ın cümleleri…

İstediği gibi olmuyor

Niye bu kadar öfkeli? sorusunun cevabı sadece onun zihinsel kodlarında gizli değil. İşler istediği kıvamda gitmiyor:
* 'Öcalan üzerinden Kürt hareketini Kürt taleplerinden kopararak geri çekilmeye ikna etme', hem Öcalan’a hem de Kürt hareketine çarptı. Dolayısıyla namünasip bir dille rest çekiyor.
* Uzun bir zamana yaydığı vaad et, işlet ve oya tahvil et modeli, Kürt siyasetinin çözüm yollarını alabildiğine açması sonucu deşifre oldu. Bunun üzerinde yarattığı/yaratacağı baskıyı savuşturmak için önleyici saldırganlığı tercih ediyor.
* Yargısını oluşturma derdindeyken yargıyı sorumlu tuttuğu KCK davası için 'şaşırmayın, gereğini düşünün’ talimatı veriyor.

Beklenti nedir?

Bütün olumsuzluklarını utangaç bir edayla karşılayan ve snopluk derecesinde bir hoşgörü gösterisi yaparak, seçim takvimleri mazeretini meşrulaştırma gayretindeki çeper efradın tavrına şaşırmıyoruz. 14 Nisan ile birlikte KCK operasyonları başladığında yazdıkları ortada. Sevinçli bir telaş sarmıştı toplum mühendisliğinin her nevi halini. Mutlu ve beklentiliydiler. Kürtlere siyasal çoğulculuk müjdesi veriyorlardı. KCK her yere sızmıştı ve Erdoğan’a domates atacak birimler oluşturacak kadar ileri gitmişti. Etyen Mahçupyan bile 'Kürtlerin 28 Şubatı' diye selamlamıştı. Kürtler AKP’nin kuyruğuna takılacak yepyeni bir siyasal yapı geliştirebilecekti. En liberal demokratları bile sadece fotolu 'tarihsel bellek' hatırlatmasına kızdı. Esasta sorun yoktu ama usulde özensizlikler vardı.
Şimdi tek itirazları ve belki de beklentileri sadece 8 belediye başkanının tutuksuz yargılanması, yani görüntünün şıklaşması. Hemen ardından dönüp Kürt hareketine teessüflerini bildirecekler: "Ancak işte, daha ne olsun?"
Olmazsa da kaybedecek tek cümleleri var: Yazık oldu…
Hakikaten de yazık!

8 Ekim 2010 Cuma

Klonlanmış balıkçı!..

Gecikmiş birliği ve millet olma bilinci, Ehmedê Xanî'nin feryadındaki gerekçelerde saklı olan Kürtlerin, küçük adacıklar halindeki toplumsal yapısı, her zaman onları hükümranlığı altında tutan ve bunu ilelebet sürdürmek isteyen komşularına en büyük nimet olmuştur. Köklü devlet geleneklerine ve egemenliklerini koruma yeteneğine sahip komşular, bu nimetten alabildiğine semirmiş/semiriyor... 
Kürtlerin dayatılan statüleri ret mücadelesinin 4 parçadaki gücü, konumlanışı, itiraz gerekçesi, silahlı hali, ittifakları ve düşünsel formasyonuna bakıldığında yukarıdaki temel yoksunluğun mağduru olduğu görülür... 
Zaten yüzyıllardır Kürtlerin de hükümran olmak gibi bir dertleri olmamış. Hatta yakın geçmişe kadar yönetime ortaklık ve eşitlikten ziyade gönüllü aidiyetin koşullarını istemişlerdir. Bunun bile reddi, kopuşu öngören toplu intiharlara yol açmıştır...
Bu trajik ve büyüyerek aktarılan mirasın şu son 200 yıldaki hacmini artık ne komşuları ne de dünya taşıyor. Dolayısıyla herkes bir çıkış arıyor. Şimdi bu arayışın, sancılarına tanıklık ediyoruz...
Tarihi, en çok ihtiyacı olanlar okur. Eğer 2. Mahmut ile birlikte başlayan ve 1912'ye kadar süren isyanların bastırılma stratejileri iyi bilinseydi, 1938'e kadar yayılan karabasının ardından çelikten bir örtünün altına sürülen Kürtler olmazdı... Güney ve Doğu Kürdistan için de aynı durum sözkonusu...
Kürdistan'ın bütün parçalarındaki siyasal yapıların diyalog ve müzakere tarihi derslerle doludur. Devletler, en büyük ve öldürücü darbelerini, böyle dönemlerle birlikte daha iyi dokumuş; hazırlıklarını tamamlamış ve nihayet sorunu biraz daha ertelemeninin keyfini sürmüştür...
PKK, Kürtlerin bütün acı tarihinin bir bileşkesidir. Onun için Kuzey merkezli olmasına rağmen bütünlüklü bir formdur... Gürcü Raşit Paşa'nın Rewanduz harekatını, Lozan'ı, Mahabad sürecini, Cezayir Anlaşması'nı, Şeyh Said ve Seyid Rıza'nın neden farklı dönemlerde ve aynı metodlarla asıldığını, İhsan Nuri'nin bir sokakta öldürülecek hale gelişini ve PJAK'a kadarki Acem şalını biliyordu. Bütün bu bagaja rağmen 93'le başlayan 94 konseptini; 97 ile başlayan 9 Ekim ve 15 Şubat ana istasyonlarıyla devam eden süreci engelleyemedi... Ama egemen devletleri ve ittifaklarının da heveslerini kursağında bırakacak kabiliyetini gösterdi...
Barıştan ve eşit koşullarda birliktelikten yana tercih yapan Kürt hareketi, Türk devletinin diyalog istemiyle yeni bir sürecin içinde. Hepimizin beklentisi ve umudu temel hakların iadesi üzerine bina edilecek barışın tez gelmesi... 
Yarın (bugün) 9 Ekim, yani Öcalan'ın Suriye'den çıkmak zorunda bırakılmasının 12. yıldönümü... 9 Ekim'den önce Türk devleti beş koldan PKK ve Öcalan'a koşmuştu. Bu koşuşturmanın ana güzergahı, bir süredir Taraf gazetesi, ardından bir defa da NTV üzerinden mesajlarını kamuoyuyla paylaşan; kendisine 'balıkçı' kod adını uygun gören zat üzerinden yürüyordu... 
Öcalan, kaygılarını iletmekle birlikte "Başarırsak rolünüzün daha da anlamlı olduğu ortaya çıkar" diyerek onure ettiğinde o Öcalan'ın durum değerlendirmelerine aynen katıldığını ifade ediyor; "Mücadele pratiğinden süzülüp gelen rafine açıklamalar olduğu açık" gibi afilli bir karşılık veriyor ve ekliyordu: "Şahsımıza yönelik değerlendirmenize de minettarlığımı iletmek istiyorum."
"Umarım alnımız dik çıkarız bu süreçte" diyordu ama maalesef Kürtlere bakan alnı dik çıkmadı... 
Taraf üzerinde yeni dönemi paylaşırken eskiye dair bilinenleri tekrarladı ancak iki tezi de kanıksatmaya başladı:
* Öcalan'ın Suriye'den çıkışı, ortak bir prodüksiyondu ve Türk devletinin Suriye manevrası mizansendi.
* Öcalan, Avrupa yolunda "devletleşmeye gidiyoruz" deyince ipler koptu. İtalya yolunda da başka bir el devreye girdi...
Bu iki tez de hem dönemin ilişkileri hem de sonradan ortaya çıkan bilgilere bakıldığında kadük kalıyor. Bu iddialarıyla bir yandan kendisini aklarken diğer yandan dönemin devletinin parçalı yapısını işaret ederek, bugüne umut veriyor. Bununla da yetinmiyor, barışa giden yolda kural ihlalini Öcalan'a yüklüyor ama İtalya yolunda başka bir el gizemini katarak uluslararası yapılar ile Türkiye'deki kliklerine dikkat çekip Öcalan'ın sonraki okumalarına hak verir gibi yapıyor...
Taraf Koordinatörü Yıldıray Oğur'un kendisinin 'sırrı' marifetiyle bir 'okçu' titizliğiyle klonladığı zatın profili şu:
Gerçekçi, Başbakan ve Öcalan'a güvenen, kolektif hakların şimdilik mümkün olmadığını kabullenmiş, devletin bu eşiğe gelen politika değişikliğini önemseyen, artık silahlı mücadelenin adil bir şekilde devre dışı bırakılması gerektiğine ikna olan, iki taraftan da çok korkan, biraz mahçup ama biraz da yaptıklarının doğruluğuna inanan, tecrübesine kibir bulandırmadan anlatan biri... 
İki arada kalmışlığın tedirginliğini, bir gün ödüllendirileceği umuduyla sarmalamış bir ümitvar...
Makul şeyler söylüyor ama büyük devleti tanımış olmanın avantajıyla ortalama bir Kürt için çok önemli olan ayrıntıları atlamamızı salık veren bir naif mi veya oyuncu mu? sorusunu muğlak bırakıyor...
Mehmet Ağar, 'tuğlayı çekersem duvar yıkılır' diyordu. Türk devletinin 1997'den beri tanıdığı ve tamamlamasına bile ayak dirediği bireysel haklarla yetinilmesini isteyip kolektif haklardan tedirginliğinin sebebi bu korkudur...
Kürtlerin gaspedilen haklarının iadesi 'miş gibi' adımlarla veya kozmetik fırçalarla olmuyor. Devlet aklı da duvarın yıkılmasını göze alamıyor...
Duvar yıkılmasın; dış sıvasını yenileyelim ama bu arada yıkmak için taş atanlar da bölgeyi terketsin, içine de Allah kerim, havasında...
'Balıkçı'nın 'selim' halinin şunu idrak etmesi gerekir: Kürtlerin artık asla "çaresizlik" girdabına girmeyi öngörecek seçenekleri kaldıracak mecali yok. Türk tarafını, soyadının azameti ölçüsünde buna ikna ederse Kürt tarihindeki yeri de Binbaşı Kasım ile Ali Saib arasında olmaz...

6 Ekim 2010 Çarşamba

Hakkari'ye neşter hazırlığı!

Başbakan Erdoğan, referandumun ardından Türk medya temsilcilerine konuşurken, boykotun yüksek çıktığı illerle ilgili diş bilediğini şöyle ifade etmişti: "Farklı bir çalışma halindeyiz. Şırnak ve Hakkâri ile ilgili özel bir çalışmamız da var..."
Zaten o farklı çalışmanın ilk tezahürü, 9 kişinin katledilmesi ve devletin çekincesiz ağız birliği olmuştu. Bu katliamın Kürt gerillalar tarafından gerçekleştirildiği iddiası, kendi kendini yalanlayan içerikte haberlerle Başbakan'ın damadının yönetimindeki grubun gazetesi olan Sabah aracılığıyla sunuldu. Bütün haberleri yalanlanan Sabah, sonuçta işi 'PKK içindeki çatışma' şeklindeki devlet ajansının bayat senaryosuna dayandırıp, hayali bir savcılık fezlekesiyle taçlandırdı. Damadın kapıkulu Erdal Şafak da gurur duydu...
Fakat aynı günlerde medya üzerinde yürütülen paralel çalışmalar da dikkat çekti. Yıllardır PKK'ye küfür ettiği halde bir kez bile olsun yüzüne tükürülmeyen 'Kürt aydın kontenjanı'nın sinek ası Ümit Fırat’ı konuşturan t24.com.tr'den Selin Ongun, heybesinde "PKK bütün Kürtlerin üzerine karabasan gibi çökmüş" önkabullüyle Hakkari yollarındaydı. Fizibilete uğraşlarının ardından Hakkari'de karşımıza çıkan Selin Ongun, Fethullah Gülen Cemaati'nin 'bölge müfettişi'nin hoperlörü oldu. Çizdiği Hakkari'ye uygun olsun diye adından ve fotoğrafından bizi mahrum eden müfettiş, mealen 'bunları adam etmeye çalışıyoruz ama zor' diyordu... Ona göre Hakkari, artık PKK'nin denetimindeydi. Devlet acizdi. Hakkarililer korkak, menfaatçi ve devlete düşmandı. Hatta müslüman damarları da pek zayıftı. PKK kaynaklı her türlü kirlilik ve terör vardı. PKK, 10 gerillasını ateşkesi bozmak için öldürebilir; asker ile tabanı karşı karşıya getirmek için Peyanis Katliamı’nı gerçekleştirebilir tıynetteydi. "Devletin eksikliğini iliklerimize kadar hissediyoruz" diye açık davetiye çıkaran 17 yıllık müfettiş, artık azametli devletin kadife eldivenli Cemaat ile birlikte çaresine bakması gerektiğini salık veriyordu. Devlet isterse Hakkari’yi iki yılda rehabilite edebilirdi. Mesela Sungurcuların yurduna saldırdığı öne sürülen çocuklardan biri kısa süre sonra bir ordu mensubu tarafından vurulmuştu(Enver Turan yaşamını yitirdi)... Bu yayınların hepsi anılan Cemaat'in diğer organlarında da tekrarlandı. Selin Ongun, zahmet edip gittiği Hakkari’yi bir de kentin İlahiyat doçenti olan Belediye Başkanı’ndan dinleme gereği duymamıştı.
Bu kez Zaman'ın deneyimli röportajcısı Nuriye Akman devreye girdi. 26 Eylül’de röportaj yaptığı İrfan Aktan'ı ustalıkla konuşturarak gerekli lojistiği sağladı. İrfan Aktan, dürüst bir insan ve gazeteci olmasına rağmen tuzağa düşmüştü. Selin Ongun'a konuşan müfettişin anlatımları, İrfan Aktan tarafından "Hakkâri'de hacca gitmek için uyuşturucu ticareti yapan çocuklarından para alanlar var" cümlesiyle teyid edildi. Elbette buna, örgüt mahkemeleri, yardım-yataklık, katılım vesaire de eklendi...
Başbakan’ın danışmanıyla aynı gazetenin ekinde yazma şerefine nail olan 'Kürt aydın kontenjanı’nın karo ası Muhsin Kızılkaya, aynı gün Hakkari’yi yazdı. 12 Eylül 1980 öncesinde DDKD’nin bildirilerini ezberleyen, 12 Eylül’den sonra Atatürkçülük ve Milli Güvenlik seminerleri veren, 1990’larda PKK’ye sırnaşan, 2002’den sonra da artık AKP limanına demirleyen Kızılkaya, maalesef yine kötü ve taklit bir edebiyat karikatürü çizdi. Bir yanında Sedat Laçiner’in dehşet senaryosu diğer yanında Yalçın Akdoğan’ın Kürtlere beleş danışmanlık lütfu ile bize Hakkari’yi anlatmaya çalışan Kızılkaya, "Annem de AKP’ye oy verdi" ve "terör örgütü“ bileşimiyle başladığı yolculuğunu "halkların kardeşliği değil, sevgililiği“, "Kürt burjuvazisinin zenginleri hop dedi" gibi dahiyane buluşlarından sonra "15 Ağustos felaketimiz oldu" vıcıklığıyla taçlandırdı. Muhsin’e göre de artık Hakkari, PKK’nindi…
Hakkari kurtarılmalıydı…
Tam bu sıralarda 'özel tedbirler’den sorumlu İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Hakkari ve Şırnak seferine çıktı. Güvenlik birimleri, kendi parti teşkilatları ve devlet yanlıları ile toplantılar yaptı. O da kentlerin seçilmiş belediye başkanlarını es geçti. Devletin gücünü göstereceğini duyurdu...
Son iki gündür Fethullah Gülen'nin medya grubunun yavru gazetelerinden Bugün bayrağı devraldı. Yine kentteki müfettiş ve devlet içindeki hücrelerine dayanılarak tabloya katkıda bulunuldu. Bunun üzerine de Hakkari Valisi ile Zeydanların şimdiki vekili Rüstem Zeydan eklendi. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Erhan Başyurt da Türk Hükümeti'ne çizdikleri tablonun vehametini hatırlattı. Haberlerinin yeterli psikolojik zemini sunduğuna inanan Başyurt, derhal müdahale isteyerek, önerisini patlattı: "Türkiye içeride tam güvenliği sağlamadan ve Kandil'e müdahale kabiliyetini geliştirmeden, kalıcı barış beklentisi pek anlamlı değil. Öncelikle içte ve dışta güvenlik zaafları aşılmalı..."
T24 başladı, diğerleri eşlik etti, Bugün kampanyaya çevirdi, Zaman senkronize devam ediyor. Artık çok net anlaşılıyor ki Hakkari yeni konsorsiyumun hedefinde...
Eski devlet ile yeni ortakları, Hakkari merkezli 'diz çökmeyen Kürt'e saldırının hazırlığında...
Konsorsiyumun özellikle F halinin karşılarındaki insan iradesini yanlış okuduğu görülüyor; devletlerine diz çökmeyenleri küçümsüyor...
Barış süreci tamamına ermezse galiba Türk-İslam yapılanmalarının canı da epey yanar. Kemalizm gölgesindeki tırmıkları görülür...
Osman Pamukoğlu ile ortalama bir Türk, iki saat aynı ortamda oturamaz. Hakkari ve elbette Kürtler, Pamukoğlu komutasındaki ordu badiresini bile atlattı...
200 yıllık Hakkari tarihi şahittir ki bu yolun sonu yok. Cemaat, kurnaz bir manevra yaptığını sanıyor. Yanılıyor...
Devletin silahlı güçlerine ve yargısına ortak olmanın keyfinde olsalar da karşılarında deri toplama yarışına girenler yok...
Kürtler, İran’daki monarşiyi ve İslamın şia yorumunu; Irak’taki Sünni, Suriye’deki Nusayri BAASçılığını; Türkiye’deki Kemalizm ve türevi Türki İslamcılığı; Sovyet cumhuriyetlerindeki reel sosyalizmi yaşayarak bildi/biliyor…
Kürtlerin sizin kurtarıcılığınıza ve yaşam formlarınıza ihtiyacı yok. Bırakın kendileri karar versin. Kürtler de "Acaba neden MedZehra etkili değil de diğer cemaatler üşüşüyor" sorusuna doğru yanıt arasın…

Kaynak: http://tuncelfikret.blogspot.com/