31 Mart 2011 Perşembe

Suikast filminin gişesi!..

Mehmet Metiner'e suikast yapacaktı ama kıskıvrak yakalandı denilen Kutbettin Güllü'nün mektubu DİHA aracılığıyla kamuoyuna ulaştı. 18 yaşlarındaki Güllü, polis-avukat-medya işbirliğinin, Mehmet Metiner'i cesur aydın payesiyle ödüllendirme projesinin kurbanı olduğunu anlatmış. Suikast girişimi yalan ama tezgah büyük ve trajedi gerçek... 
Biliyorsunuz "Kürt aydın kontenjanı" listesi yeni zıplayanlar ile büyüyor. İmanı çınlasın bir zamanlar Ümit Fırat tek başına parsayı toplardı, bölüşmek zorunda kaldı. O da artık arada bir, daha iddialı ve devlet-millet birlikteliğinin 'kötüler'le muharebesine yarar gevezeliğiyle, sunulan platformlara serilmekle yetiniyor. Muhtemelen, kendisiyle ve çaylaklarıyla gurur duyuyordur...
Farkındayım. Kürtçe ve Kürtlük için büyük uğraşlar içinde olduğunu iddia edip TRT-6 duvarında sevinç gözyaşları döken, bağımsız siyaset deyip AKP/devlet eline kafasını usulca uzatan rezillerden bıktık. Üstüne bir de seçim öncesi fiyat etiketleri güncelleme telaşı sardı. Koşturan koşturana...
Bunların karşılıklı beslendiği büyük mecra ise Türk medyası. Türk medya mensuplarının büyük çoğunluğu her zaman dayanışma içindeydi. Minik çatışmaları olsa da ortak refleksleri baskındı. Güntaç Aktan ile Uğur Dündar; Soner Yalçın ile Şamil Tayyar veya Ekrem Dumanlı ile Ertuğrul Özkök arasındaki fark, Türk dünyasını aşmaz. Çiftgeçişli birlik havuzlarından kesif ve kaynağı şaibeli kokular hep yükselir. Kategorik iyi niyetin bile hükmü yok. Kürt meselesi konusunda 'dostlar' diye tanımlanan çokça kalem için Kürtler sadece etkin bir mancınıktır. Hasan Cemal ile Soner Yalçın arasındaki fark, zaman/dönemdir. Halil Berktay ne kadar muteber ise Yalçın Küçük de o kadar. Aynı diyalektik Şahin Alpay ile Deniz Yıldırım için de geçerlidir. Dikkat buyrunuz; Perinçek tayfası(eski/yeni) nerede dururlarsa dursunlar Kürtlere ve PKK'ye sadece zarar verdi/veriyor. Cumhurbaşkanı'nın uçağından indikten veya devlet birimlerini ofisinde ağırladıktan sonra Ceylan için 'içli' yazanlar dost mu?.. Bizim acımaya, lütufa, konu sıkıntısı gideren aygıt olmaya ihtiyacımız yok. Sorun ve sorumuz net: Gasp bitsin mi, 40 milyonun statüsünün kendi istemlerine göre belirlenmesini istiyor musunuz?..
Türk medyasının hem bizden önceki tarihini biliyoruz hem de yaşadığımız tarih var. Onlarca gazeteci kardeşimizin cenazesi kaldırıldı. Bugün "basın özgürlüğü" diye hönküren kart herifler "militan" müstahaklığına veriyordu. 94'te gazetemizin merkeziyle birlikte temsilciliği havaya uçuruldu. Harabeler içinde bir avuç gençtik ve tek bir Türk gazetecisi gelip "geçmiş olsun" bile demedi. Namuslu bir avuç sosyalist, demokrat, Müslüman dışında kimse dayanışmadı. Çoğu Türk gazeteci görüşmek bile istemiyordu. İktidarın, dolayısıyla devletin bir kanadının lütfuyla yeni bir naylon mevzide nara atanlar, en az eskiler kadar günahkar. Hürriyet ile Zaman arasındaki çatlak, güçlü Türkiye'nin paryası olma halimizle giderilecek kadar onarılabilir mahiyette... 
Bugün antimilitarist olduklarını söyleyenlerin önemli bir bölümü 80'lerin sonundan itibaren askeri helikopterlerle tur atıyor, ceset sergilerine katılıyor, brife ediliyordu...
Türk devletinin temel karekterini belirleyen bileşimin, kirli ağlarının diri ve zehirlemekten vazgeçmediği açıktır. Newroz öncesi ve devamında koparılan fırtına, istihbarat raporları diye masabaşı taslaklar, önleyici operasyon hamleleri vesairenin cilalı ama zehirli birer zambağa dönüştüğü yer Türk medyası oldu/oluyor. Bunun için Radikal'in manşetinde Metiner; Taraf'ın manşetinde TAK müjdesi, Sabah'ın manşetinde Tatlıses bağlantısı, diye devam eden örneklerin senkronize haline şaşırmıyoruz. Bin yıllık devlet geleneğinin bütün namert mirasını taşıyorlar. Kural, insaf, izan yok. Kirlenip kirlettikçe ömrü uzayan bir egemenlik. Bu egemenliğin, sensorları değişen, hafif sitemli ama full stepne kabiliyeti olan medya uzuvlarının övgüsüne mazhar olmak bile korkutucu... 
Türk medyasının Newroz öncesinden itibaren performansını baz alın, niye Kürtlere karşı en az devletin asli kurumları kadar günahkar olduklarını görürsünüz. Newroz öncesi Tatlıses üzerinden yürütülen operasyon, 7 gerillanın öldürüldüğü pusu ve nokta operasyon ile 'Kürt aydın' ciyaklamasına bakınız. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Kürt operasyonları ve basının tavrı ile son savaştaki durumu karşılaştırınız. İstisnalara şükredeceksiniz. Tatlıses operasyonu 'Kürt aydın' cengaverliğinin üzerine tam isabetti. Mutlaka bir bağlantı yaratılacaktı, çünkü bereketli bir alandı...
Türk medyası da, Türk Hükümeti gibi Kürtlerin sivil itaatsizlik/demokratik tepki eylemlerini sevmedi. Eylem beğendirilemedi. Başbakan ve danışmanları 'sivil itaatsizlik' ile dalga geçer, milletvekilinin tokata yeltenen elinin kırılmasını ister. Star'ın BDP manşeti, 'örgüt' tanımına, tez elden lojistik koşturmaca olur. BDP, 'parti' değil, 'örgüt' olunca bütün saldırganlığın boca edilmesinin hem yasal hem de moral gerekçesi oluşmuş olur. Bu danışman/kiralık kalemlerin, bir aydır temel yazı konularının 'bağımsız Kürt aydını' olması boşuna değil. Bir de AKP'nin kapatılma davası sırasında devlete hitaben yazdıklarını hatırlayın. Temel argümanları şuydu: AKP, devlet ile Kürtler arasındaki son bağdır, kapatırsanız Kürt mücadelesini dizginleyemeyiz...
Adı geçen naylon mağdurlar da hallerinden memnun, tadını çıkarıyorlar. Adlarının yanyana gelmesinden veya kirli bir sicilin acıma hislerine mazhar olmaktan gocunmuyorlar.
İşte bu karanbolun ürünü "Mehmet Metiner'e suikast engellendi" mizanseni de nihayet figüran yapılmak istenen kişi tarafından çökertildi. PKK'nin böyle bir girişimi olmayacağını biraz muhakeme yetisi olanlar bilir. Metiner, her etapta yontula yontula ilerleyen; Türk devleti için simsarlık yapan azgın bir bahşiş avcısı ve beyaz yakalı bir cahştır. Mirastır, miras olacak; tiksinerek anılacak ama hepsi bu kadar... 
Eğer başta Sabah ve Radikal olmak üzere Türk medya salonları, suikast filminden topladıkları gişenin ardından zerre kadar haysiyetleri kaldıysa bu çocuğun mektubunu yayınlarlar...

29 Mart 2011 Salı

Adaylar ve başörtüsü!..

Kişisel ikbalin refah meltemiyle yukarı doğru tırmanmasını sağlamak için zeminine aldığı maddi kütleyi görmemizi istemeyenlerin "hizmet aşkı" ve "halk ile hakk" arasındaki rabıta memurluğu üstlenmelerini bir kenara bırakalım. Onlar, sayısal kombinasyonların, maddi gerçekliğe dönüşmesini siyasal illüzyon marifetiyle aklımıza hakaret derecesine vardırırlar. Böyle olduğu için de iktidar partisinde biriken 5 binin üzerindeki kariyer çentiği gayretini şimdilik geçelim. CHP ve MHP'nin de "muhalefet"in katı gerçekliğinden ziyade "koruma ve kollama" refleksinin "ok ve kurt" kardeşliğini bildiğimiz için coğrafyamızdaki "kötü şöhretleri"yle bırakalım... 
Derdimiz, bizimle; yani tehdit kapasitesi kadar sistemin gadrine uğramış ve uğramaya devam eden asil çoğunlukla. Elbette, sorunlarını siyasal bir organizasyon marifetiyle ifade eden Kürtler. Elbette, devlet ve iktidar izdivacının bütün fobilerinin mağdurları; Aleviler, Müslümanlar, sayıları azalan kadim halklar ve dini azınlık statüsüyle çerçevelenen toplumlar, çevreciler, cinsel tercihlerini suç ve günah şablonundan kurtarmaya çalışanlar... 
BDP ve beslendiği tarihsel belleğin, bütün bunlara dair söyleyecek sözü, yapacak eylemi ve gelecek projeksiyonu var. Dolayısıyla Kuzey'deki çoğulculuğun temsil bulacağı DTK'nin yanısıra küçük ölçekli halinin BDP'de ifadesini bulması, yadırganmamalı, aksine istenmeli, teşvik edilmeli. Bu yapıların omurgasında bulunanların da gözardı edemeyeceği sosyolojik realite ve sosyal olguların psikolojik yansımaları var. KADEP ve HAKPAR'ın nüfuz kapiseteleri ve hayali bir yanılsama üzerinden zuhur eden siyasal vizyonlarının, sayısal ifadesinden ziyade psikolojik katkısını dikkate almak zorundayız...
Alevi kitlesinin, CHP ve hatta MHP gibi Kemalist ve Türkçü bir kulvara savrulmasına bariyer olmak demokratik Kürt muhalefetinin görevidir. Dersim gibi bir merkezden imkansız bir koalisyonla peydahlanan 'hayır' oylarını akılda tutmalı...
Kadim komşularımız Asuri/Suryani/Keldani ve Ermenilerin tutunacağı, omuz vereceği anlayış, katillerin her renkten mirasçıları değil, Kürt muhalefetinin hükümranlık ve kompleksten azade kardeşlik havuzu olmalı...
Kültürel ve geleneksel mirasımızın asli koruyucusu ve inatçı taşıyıcısı Êzîdî Kürtlerinin her yerde Laleş huzuruyla yaşaması için gayret eden Kürt muhalefetinin, toplumsal baskının en katı şartlarında dahi temsilde adalete riayet ettiği unutulmamalı...
Şimdi güncelliği itibariyle en netameli konuyla ilgili kayıt düşelim; başörtülü aday... 
Kesin ve kalın bir hatla ayırımı yapalım. İktidarın müsaade buyurduğu bir alana hacimlerini yerleştirip ve onun açabildiği büyüklükte bir pencereden muhalif sloganlar attıklarını düşünen seçkin kalabalıklardan bahsetmiyoruz. Devlet veya her nevi iktidarın bütün çirkefliğini zihinsel örtüleriyle kapatıp, cepteki haram para, ağızdaki haram lokma, evdeki harem kardeşliği, kardeşlikteki zehirli dildense başının şekline bakıp boyun bükmemizi bekleyenlerden de bahsetmiyoruz...
Açık ve net; hiçbir zulme biat etmeyen, iktidar ve zalim bir hegemonyanın payandası olmayan, erkek egemen vizyonun küçük bir detayı olmayı kabul etmeyenlerden bahsediyoruz...
Onlar kadındır, dindardır ve dindarlıklarının onları mazlumun yanında tutan buyruğu gibi berrak zihinlerine güvenerek kıyafetlerini tercih edenlerdir... BDP'ye, siyasal perspektifini paylaşan ve destekleyen bir başörtülü aday başvurursa çekinmeden kabul edeceğine inanıyorum. İktidarın menzilinde olmayan, yapay muhalefetin sahasında şenlik yapmayan başörtülülerin yeri BDP olmalıdır. AKP'nin sunduğu konforu beğenenler, başlarındaki örtünün markasını düşünsünler, erkek partnerlerinin kamusal alanda fink atmasını beklesinler... Başörtülü aday BDP'ye, BDP de başörtülü adaya yakışır...

22 Mart 2011 Salı

Egemenin incinen gururu!..

Onları hiç sevmediler...
Varlıklarını, sadece adı olan demokrasilerinin imajı, engelli Meclis'in gayri meşruluğunu örtmek için kabullendiler; önüne geçemedikleri fiili bir durumun iyimser yorumuyla içlerine sindirdiler. Yüzde 10 seçim barajı gibi aleni hırsızlıkla yetinmeyip bağımsız adaylığı bile onlarca hileyle boğmak istediler. Buna rağmen oluşan grubu dağıtmayı ellerinde hazır bir tehdit olarak tuttular. Şahin-güvercin egzersiziyle epey uğraştıktan sonra Emine Ayna'yı bir nefret objesi yapmak istediler. Bunda pek başarılı olamayınca ilk restleşmede partiyi kapatıp, iki eşbaşkanını Meclis dışına attılar. Fiziki saldırı ve linçlere maruz bıraktılar. Kışkırttıkları ırkçı güruhların yanısıra devletçe yöneldiler. Ayla Akat Ata'yı Batman'da gaz bombalarının hedefi yaptılar, Sevahir Bayındır'ın Şırnak'ta ayağını kırdılar. Devasa bir siyasal terör, psikolojik harekat ve fiili itibarsızlaştırmadan meddet umdular. Türk Başbakan'ın sadece kin, nefret, tehdit, şantaj ve ırkçı nöbetleri teşrif edince, konuşma metinlerine alabildiler. O da 'malum parti', 'terör örgütünün hamileri', 'terörden nemalananlar', 'şer odağı', 'kirli tezgahçılar' ve nihayetinde 'haddi bildirilmesi gereken densizler' olarak...
19 kişi için Meclis'te 500'ü aşan fezleke olur mu? 19 kişi için 3 bin yıla yakın hapis cezası pusuda bekler mi? Bu fezlekelerden, suçlamalardan bir tanesi bile yolsuzluk, hırsızlık, ihale fesatçılığı, kalpazanlık, naylon faturacılık, kara para falan değil. Tamamı, katıldıkları etkinliklerde yaptıkları Türkçe ve Kürtçe konuşmalar...
Bengi Yıldız'ın fotoğraflarını ilk gördüğümde sosyal medyada şunu paylaştım: Parlamenter konformizme tükürmenin resmidir. Meclis'te gözlerinin içine bakarak ırkçı rejimlerini mahkum eder. Yürüyüş kortejinin en önündedir. Ulusal birlik için Hewlêr'dedir. Dünya duysun diye Brüksel'dedir. Yasta ve düğündedir. Katıksız Kürt'tür. Direnir, kavga eder. Çok da mühim değil titri. Gocunmaz araçların değişiminden; Kelam, kalem, kevir vesiare...
Böyledir çünkü onlar, yerleşik parlamenter anlayışı ilk günlerinden itibaren yıktılar. Leyla Zana, renkleriyle Meclis kürsüsünden o Kürtçe cümleyi kurması gerektiğine inandığında kurdu. Bedelini önemsemedi. Orhan Doğan, bir Kemalist zebaninin koca ellerinin kafasını bir polis aracına bastıracağını göze almıştı. Ahmet Türk, bütün oyunların uysal figüranı olmayacağını tane tane anlatınca Ankara'dan kovmak isteyeceklerini biliyordu. Onların "yırtmak" gibi bir dertleri, istikrarlı bir kariyer planlamaları veya sefa rüyaları olmadı...
Direnen mazlum halkının sözcüsü olduğunda onu yalnız bırakma lüksün yoktur. Gülersin, ağlarsın, öfkelenir, hüzünlenir, halay çeker, devletin gücüne karşı durursun. İnsani hasletlerini yitirmeyen her beşer gibisin, sahte bir söyleme, süslü bir maskeye ihtiyaç duymazsın. İstemezsin ama sana söylenen sözü iade edersin, yanında gaz bombasına maruz kalan yaşlıları ve çocukları gördüğünde, sıradan bir yurttaşsın. Ceremesini göze almışsın; taş da tokat da atarsın...
Nedir ceremesi? Mesela Sebahat Tuncel'in tokat attığı iddia edilen iki yıldızlı polis amiri gider suç duyurusunda bulunur. Mesela Bengi Yıldız'ın taşının isabet ettiği devlet görevlisi veya devlet yanlısı varsa şikayetçi olur. Peki böyle mi oldu? Elbette hayır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı durumdan vazife çıkardı. Başbakan Erdoğan, dün nöbet günlerinden birini yaşadı ve yargı bağımsızlığını bir kenara atarak, "Dokunulmazlık zırhının altına sığınıp polise tokat atmak en basit tabiriyle densizliktir. Sürecin başlatılmasını istiyorum. Sonuna kadar takipçisi olacağım. Gereken yapılacak, hesabı sorulacak" dedi. İçişleri Bakanı(beklemede) Atalay ise büyük bir kızgınlıkla, benzer ifadelere bir de "yazıklar olsun"u ekledi. MHP Genel Başkanı, küfürlü nutuklarından birini yazılı olarak dağıttı. Meclis Başkanı bile ses verdi...
Bütün bu mühim şahsiyetler, devlet güçleriyle bu vekillerin niçin, nasıl ve nerede karşı karşıya geldiklerini söylemekten imtina ettiler. Sevahir Bayındır'ın devlet güçlerince ayağı kırıldığında seslerinin çıkmadığını unuttular. Newroz Bayramı'na 7 Kürt gencini katlederek kan sıçrattıklarını ama buna rağmen Kürtlerin yaslarını bastırdıklarının anlaşılmasını istemediler. Demokratik Çözüm Çadırları ve o çadırlara yapılan yürüyüşü şiddetle engellemeye çalışarak güç gösterisi yapmanın Türkiye toplumuna izahını yapmadılar... 
Bir devlet memurunun bir Kürt kadını tarafından tokatlanmış olması yerine 10 Kürt'ün haksız yere öldürülmesini tercih ederlerdi. MHP Genel Başkanı ile AKP Lideri Başbakanı buluşturan öfke noktası, egemen ulus ırkçılığının incinen gururudur. İncinsin...

21 Mart 2011 Pazartesi

Devlete Newroz sorusu!..

Bir haftada 130 merkezin en büyük alanlarında, milyonları mobilize ederek ortak siyasal hedefler etrafında kenetlemek kolay değil. 2 bine yakın aktif kadrosu rehin alınan, bitimsiz terör furyasının hedefinde olan bir siyasi hareketin, bu organizasyon kabiliyeti, motivasyon gücü küçümsenemez. Kürtlerin iki haber ajansı, üç televizyon ve iki günlük gazetesinin bu 10 günlük performansı ise, başlı başına bir iletişim bilimleri konusudur. Zaten Türk devleti de küçümsemediği için medyası üzerinden pompaladığı manipülatif püskürmelerini yutmak zorunda kaldı. Buna rağmen milyonların ortaklaştığı mesajları doğru anlamak isteyip istemediğinin bir seçimlik ömrü var... 
Kürtlerin, 19 yıl önce onlarca insanını yitirdikleri bir meydandan Cudi‘ye doğru korkusuzca seslenmeleri; ilk kez ateş yaktıkları bir kasabada tereddüt barikatını aşmaları; yarım saatlik bir zaman dilimine halay, gözyaşı, taş ve itirazı sığdırmaktan gocunmamaları, direniş inadı kadar teslim olmamanın onurudur. Ermenistan sınırından sınırsız nazire yapmaları; İran sınırından idam kardeşliğinin ipine tükürmeleri; Suriye sınırından rehin akışına makas bilemeleri; Irak sınırından ulusal hatırlatmaları, ortak refleksin geleceğe sebatla uzanma yekûnudur...
Bir kez daha, teker teker, madde madde sıralandı gaspedilen haklar. Bilinmezlik, karışıklık, anlaşılmaz bir retorik yok. Çerçeve kadar içeriğinin temel hatları da net. Flu olan detaylar için de beşeri metodlarla hazır. Newroz alanlarının sahiplenerek, sabitleştirdiği şudur:
* Kürtlerin gaspedilen haklarının iadesinin ardından, bunları güvenceye alan yeni bir anayasa. 
* Bu hakların toplamının vücut bulacağı özyönetim, yani Demokratik Özerk Kürdistan. 
* Demokratik Özerk Kürdistan'ı sindirebilen bir Demokratik Cumhuriyet.
BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, bu realiteye işaret ederek, hem zora dayalı bir egemenlik dayatan bölge devletlerine hem de uluslararası müttefiklerine şu soruyu sordu: "Siz Kürtlerden ne istiyorsunuz?"
Eğer bu sorunun cevabı, mevcudun devamıysa, tekin olmayan kanlı bir koridor bizi bekliyor.
Eğer bu sorunun cevabı, mevcudun ahenksiz yamalarla sürdürülebilir kıvama taşınmasıysa, sadece koridordaki zaman değişir.
Eğer bu sorunun cevabı, tek devlete rızayı yeterli pulup, 206 yıllık sopayı bir kenara bırakarak haklarını iade edeceği Kürtlerden itibar beklemekse, geleceğimiz ortaktır...
Yeni devlet aklının, hoyratlığı ve kıymeti kendinden menkul uzman saçmalıklarını bırakarak, eski devletin ucuz yöntemlerine tenezzül etmekten vazgeçip çıplak gözlerle sahaya bakmasında yarar var. Üstelik Öcalan ile artık pratik öneriler üzerine konuşurken, yeni Kürt kuşağının ruh dünyasını sürekli akılda tutmalı. Temel çerçeveyi kerhen kabul eden dinamik bir kuşak, bütün miras, zaaf ve öfkeleriyle sonuca bakıyor...

2 Mart 2011 Çarşamba

Gever'in öz savunması!..


Hakkari ve etrafı, egemen devletler için hep kabuk tutmayan bir yaradır; ne neşter atabildiler ne de ciddi bir tedaviyi göze aldılar. Birincisini çok denediler ama başaramadılar, ikincisi ise kendi egemenliklerinden feragat gerektiriyordu... 
"Hakkari'ye neşter hazırlığı"nı 6 Ekim'de irdelemiştik. Çünkü Başbakan Erdoğan'ın referandum sonrası "Farklı bir çalışma halindeyiz. Şırnak ve Hakkâri ile ilgili özel bir çalışmamız da var..." demesiyle birlikte 'yeni devlet'in, eskisinin iflah olması virüslerinden meddet umduğu aşikardı. Eski devlet ile yeni ortakları, Hakkari merkezli 'diz çökmeyen Kürt'e saldırının hazırlığına referandum sonrası hız vermişti. Zaten o farklı çalışmanın ilk tezahürü, 9 kişinin katledilmesi ve devletin çekincesiz ağız birliği olmuştu. Peyanis; failleri, devletin yalan beyanlarıyla kapatılan aleni bir devlet fiili olarak, Kürtlerin trajik tarihinde yerini aldı...
Başbakan'ın direktifinin ardından 'özel tedbirler’den sorumlu İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Hakkari ve Şırnak seferine çıkmıştı. Güvenlik birimleri, kendi parti teşkilatları ve devlet yanlıları ile toplantılar yapmış ve devletin gücünü göstereceğini duyurmuştu. Böylece bir yandan açık devlet terörü, teşhiri teşvik edilircesine uygulandı, diğer yandan kontra atraksiyonlar yapıldı. AKP'nin gölgesindeki yeni işbirlikçilik, Türk-İslam örgütlenmesi ve kolektif medya gücü seferber edildi... 
Olmadı, olmuyordu... 
Son olarak MezİTleri saldılar. Devletin argümanlarına kıyıp düzgün 'müstakil güç' bildirisi bile yazamayan MezİTler de korkutmayı başaramadı. Bir adet MezİT, bombalı saldırı halindeyken esnaf tarafından farkedildi. Kendisini yakalamak isteyen kuyumcu, tabancasını bile elinden aldı, dayakla yetinince parmağı İT gibi ısırıldı. Esnafın elinden kaçmayı başaran 'şey', polis lojmanlarının arasından kayboldu. Haftalardır devletten ses yok. Kimdi, neydi ve nerede?..
Bu gelişmeler üzerine BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, kente gidip, oradan Türk devlet erkanına seslenecekti. Demirtaş'ın ziyareti öncesi yine bir kontra operasyonu yapıldı. Bir sivil polis (özel savaş unsuru) bir kaç elemanın da gözetiminde Emniyet'e sadece 400 metre mesafedeki Zagros İş Merkezi'nin önünde 'provokasyon bırakmak' istiyor. Esnaf farkediyor. Yakalanıp dövülünce, gözetleme görevlilerden biri de halka ateş açıyor. Buna rağmen suçüstü yapılarak 'faili meçhul' bir saldırı önlenmiş oldu. Bunun üzerine kent, yine devlet terörünün gadrine uğradı. Üstte helikopterler, yerde zırhlı araçlar; kentin giriş-çıkışları kapatıldı. 
Gever'deki halk örgütlülüğü ve duyarlılığına çarpan devlet, kısa sürede Kaymakam ve ardından Vali aracalığıyla 'eylem'ini üstlendi. Mülki amirlere göre; aslında Gever gibi bir kentte biri aleni ve önde; bir kaçı da gizli koruma halinde, 'suçlu'yu gözaltına alacaktı. Halbuki Gever tarihi, asla böyle bir 'suçlu' yakalama manevrasına tanık olmamış. Yine mülki amirlere göre; görev başındaki devlet memuru engellenerek linç edilmek istenmiş... 
Halkın tanıklığını Şemdinli'de de reddeden ve mahkemede dikkate almamayı yadsımamızı isteyen bir devletin medyası da şanına yakışanı yapar. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren devletin vizöründen bakmayı marifet sayan Türk medyası, uzun süre Gever'de olanları görmedi. Ne zaman devlet konuştu, onlar da megafon oldu. Yakışır...
Hakkari ve etrafı, ne badireler atlattı... Teslimiyetin onursuz ipine hiç sarılmadı. Türk devlet egemenliği, asla askeri işgali ve paralelindeki kısmi ağı aşamadı; siyasal ve kültürel nüfuzu başaramadı. Hakkari ve etrafı, 3 egemenin, parçaladıkları ülkenin buluşmak zorunda kaldıkları kanlı düğümüdür. Bu alanlara yönelik bütün kirli savaş yöntemlerinin denenmesinin asıl sebebi; fiilen yaşanan ruhsal kopuş ve direniş ısrarıdır. Onlar için kahrolası bir kavşaktır; fethedilemez insandır/doğadır. 
206 yıllık Hakkari tarihi şahittir ki bu kirli yolun ve zorbalığın faydası yok. AKP Hükümeti ve dostları bir daha takkelerini önlerine alıp düşünsün; çünkü Gever, daha örgütlü ve öz savunmanın ne olduğunu bildiği gibi neye yaradığını da öğrendi...