31 Mayıs 2011 Salı

Sabah için minik detay!..

Tarih 2 Temmuz 1993... Özgür Gündem, ikinci döneminin 69'uncu sayısını ertesi gün için hazırladı ve ilk baskılarını gönderdi. Birinci sayfaya sadece "İşte, demokrasinin ölçütü!.." başlığı altında gazetenin durumunu özetleyen bir yazı girildi. 68 sayıdan 41'i toplatılmış; 3 Haziran'dan itibaren  sadece 3 sayı toplatılmamıştı. Kürt illerinde polis el koyup toplatma kararını bekliyor, Türkiye kentlerindeki okuyucular bile potansiyel suçlu olarak kriminalize ediliyor, cezalandırılıyordu. Türk medyası, hem Kürt coğrafyasından yaşananları görmek istemiyor hem de Kürt gazetecilerin katledilmesini teşvik edip, onaylıyordu. İmtiyaz sahibi ve yazişleri müdürlerine açılan davalar, verilen para cezaları sınır tanımıyordu. Yayın politikasının dayanaklarını ve Türk medyası ile arasına koyduğu kalın çizgiyi vurgulayan Özgür Gündem, Türk demokrasisini sorgulayarak, protesto ediyor ve boş sayfayı okuyucalarına gönderiyordu... Ancak aynı gazete ikinci ve üçüncü baskılarını değiştirmek zorunda kaldı. Sivas'ta katliam olmuştu!..
"Devlet gözetiminde katliam: 40 ölü" manşeti hazırlandı. Sivas'taki vahşet, gazetenin gece ekibi tarafından gazetenin manşetine, bir önceki birinci sayfanın minyatürü manşetin altına çekildi ve şu ibare eklendi: Gazetemize yönelik devlet baskılarını protesto amacıyla boş çıkardığımız gazetemizin birinci sayfasını, Sivas provokasyonu nedeniyle değiştirdik...
Onun hemen yanına da Özgür Gündem imzasıyla gazetenin, bu vahşeti, faillerini, zamanlamasını, araçlarını ve hedefini nasıl yorumladığı; kendisini neresinde konumlandırdığına dair başyazısı yer aldı. "Kirli oyunlar!" başlıklı bu yazı, Maraş ve Çorum hatırlatmasının ardından "Oyun aynı, oyuncular aynı, sahne yeri de benzer " diye başlıyordu. İkinci paragrafı, "Sivas'taki olaylar, her ne kadar Aydınlık Gazetesi Yazarı Aziz Nesin'in şahsına yönelik olarak gösterilmeye çalışılsa da bunun böyle olmadığı gün gibi açıktır" kesin hükmüyle başlayıp sorularla devam ediyordu. 
Bakınız, o gece Özgür Gündem'in sorduğu ve güncelliğini koruyan sorular -özetle- nelerdi:
*Devletin, önceki günden başlayacağı belli olan ilk gelişmelere rağmen tedbir almaması nasıl açıklanabilir?
*Dün Cuma namazından çıkan grubun giderek kalabalıklaşması ve sloganlarla kente yayılmasına devlet güçlerinin seyirci kalması nasıl açıklanabilir?
*Başka yerlerde anında görev başında olan bu güçler, acaba bu kez neredeydiler?
* Sivaslıların devlet yetkililerini uyarmalarına rağmen devlet güçleri niye seyretti?
* Sivas Katliamı, kendiliğinden gelişen, namazdan çıkan bir grup insanın tepkisi olarak değerlendirilemez. Sivas'ın bu olay için önceden düşünülen bir alan olduğu açıktır...
Başyazı, Kürt mücadelesinin geldiği aşamaya işaret ediyor, Türkiye'nin gündemi ve devletin karartma faaliyetlerinin altını çiziyor ve şöyle devam ediyordu: "Pis ve karanlık oyunlar tezgahlanıyor... Osmanlı'nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti'nin, kendi varlığını sürdürmek için bir teminat olarak sürekli Alevi-Sünni çelişkisini kullanması bilinen gerçekliktir. Bu gün, bu dönemde devletin gündemine aldığı da aynı oyundur, provokasyondur. Halkı sebepsizce birbirine kırdırtma girişimidir... Devrimciler, demokratlar ve emekçiler, bu tür provokasyonlara karşı uyanık olmalıdır. Osmanlı'da oyun çok..."
Özgür Gündem, 4 Temmuz 1993 tarihli sayısında ise "Sivas Katliamı planlı!" sürmanşetiyle yine devleti işaret ediyordu. Görgü tanıklarının anlatımlarını, yetkililerin açıklamalarındaki çelişkileri ve tepkileri yansıtmanın yanı sıra Sivas'ta bulunan Ankara bürosundan Raif Türk'ün yaşadıklarını anlattığı yazısını paylaşıyordu. Raif Türk, "Pir Sultan'ın yeniden öldürülüşü" başlıklı yazısında, yaşadıklarını ve gördüklerini anlattıktan sonra muhafazakar ve yerel basının manşetleri ile kente dışardan getirilenlere dikkat çekiyordu. Şimdi Diyarbakır Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı olan Raif Türk, yazısını şöyle bağlıyordu: "Olay kesinlikle bir anlık galeyan değildi. Olay, düpedüz bir plandı, hazırlıkları önceden yapılmıştı ve Sivaslıların anlattığına göre de ön sıralarda saldıranların çoğu il dışından gelmişti."
Görüldüğü gibi Özgür Gündem'in 3 Temmuz 1993'teki tavrı, bugün de tedavülde olan; politik, ahlaki ve mesleki doğruydu, hakikatti. Üstelik zaman, haklılığını ve doğruluğunu tescil etti... 
Şimdi gelelim Sabah'ın 31 Mayıs itibariyle iki bölüm yayınlanan Sivas Katliamı tarihi macerasına. Sabah'ın eline tutuşturulan polis metinlerine göre, katliamı PKK yaptı. Dönemin bölgedeki sorumlusu Alişer Koçgiri kod adlı Yücel Halis, 4 militanı gönderdi ve bunlar katliam tertibini hazırlayıp icra ettikten sonra Sivas'ı terkettiler ama sonraki tarihlerde hepsi çatışmalarda öldürüldü. Yücel Halis ise, en son 2007 yılında "Dağlıca'da mehmetçiklerimizi şehit eden, bir kısmını esir alan, ardından da giden heyete teslim eden" PKK'li... Yücel Halis, üstelik eski Devlet Bakanı ve SHP milletvekili Ziya Halis'in yeğeni ve Alevi... Böylece bir kaç hedefe ulaşılmış oluyor:
* Dağlıca vurgusu, ordu ile işbirliğini ima için...
* SHP'den bugünkü CHP'ye oradan da CHP-BDP işbirliğine gönderme yapılıyor...
* Ziya Halis'in devlet ve atama pozisyonuna işaret ediliyor ama yakın dönem EDP Genel Başkanlığıyla 'yetmez ama evet' kampanyasındaki katkısı yadsınıyor...
* Yücel Halis'in Aleviliği'nin altı çizilerek, hem Sünni düşmanı olduğu hem de mezhep çatışması için Alevi Katliamı yapabileceği teziyle devlete monte sağ ve solu aklama gayreti gösteriliyor...
Peki Sabah'ın haberinde hiç mi doğru bilgi yok? Olmaz olur mu, elbette var. Yücel Halis diye birinin en azından 2007'ye kadar yaşadığını biliyoruz. Aynı kişinin, Ziya Halis'in yeğeni ve kod adının da bir dönem Alişer Koçgiri olduğunu biliyoruz. Yine Yücel Halis'in bir dönem Sivas-Koçgiri bölgesinde bulunduğunu da... Bütün bu bilgiler ve daha fazlasına kısa bir Google taramasıyla ulaşmak mümkün... 
Erdoğan'ın damadının patronajında ve Er Şafak yönetimindeki Sabah Gazetesi, yeni Türk sağ iktidarının medyadaki amiral gemisi olma hevesiyle Kürt muhalefetinin siyasal dünyası, vizyonu, stratejisi; geçmiş ve aktüel duruşundaki isabeti ıskalayabilir. Ancak Sabah Gazetesi tayfasının unuttuğu minik bir detay var: Yücel Halis, 2 Temmuz 1993'te Sivas bölgesinde gerilla komutanı değildi. Yukarıda anlattığım, merkezi İstanbul'da bulunan Özgür Gündem Gazetesi'nin Müessese Müdürüydü... 
Hikayenin gerisini merakı edenler, yine Google'dan Ziya Halis'in röportajlarına ulaşıp, yeğeninin neden dağın yolunu tuttuğunu öğrenebilir...
Anladın mı Er Şafak?..

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Misvaklar puro olunca!..

Kürtler ile akidini bozan Türk egemenliği, milli aidiyeti onlara yasakladı; dini aidiyetin de sınırlarını çizdi. Dil, eğitim, düşün ve edebiyat dünyasını bloke etti; dil ancak kendi kapalı havzasında yaşayabildi. Cumhuriyet tereddüt geçirdiği için eğitim sistemini yaygınlaştırmakta gecikti. Sisteme dahil edilecekler için belirlenen eğitim anayoluna bağlanan en önemli iki tali yol; Yatılı Bölge İlköğretim Okulları ile Türk-İslam tandanslı oluşumların yurtları/evleriydi. Mesela Van'ın Erciş İlçesi'nin bir köyünden üniversiteye uzanacak bir hayatın bu iki tali yoldan başka seçeneği yoktu... 
Eğitim müfreddatının empoze ettiği kişilik şekilenmesi, yapay çevrenin normalleştirdiği yabancılaşma, yadsınan zihinsel kalıplar, kurtulma menziline dikilen gözün kamaşması, rızaya mazhar olan tasarlanmış kader ve resetlenen belleğe şırınga edilen Kemalist yazılım sayesinde Cumhuriyet, 'Kürt kökenli Türkler'le ömrüne bereket kattı. İtiraz, ret, kırılma ve isyanı da kendi bünyesinde barındıran bu mecranın dışına çıkışların faturası epey ağır oldu...
İkinci tali yol ise, sınırları çizilen dini aidiyet bağını esas almakla birlikte birinci seçeneğin içeriğine sadık kalarak, yine tek taraflı tavizler silsilesi üzerinden anayol ile birleşti...
Birinde 'Gazi Mustafa Kemal Atatürk' birinci figür, diğerinde 'Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri'. İkisinde de milli, dini ve tarihi referans ortaklaştırıldığı, bugün aynılaştırıldığı ve yarına tek güzergah belirlendiği için araçlar, hız ve kaptanlık maharetleri detay kaldı...
Türk-İslam yurtlarında/evlerinde bir 'abi'nin "Kürt-Türk ne fark eder, hepimiz kardeşiz, Müslümanız" cümlesinin ardından "Müslüman Türk milletinin şanlı tarihinden kesitleri" ıslak gözlerle anlatması haktı. Yatılı Bölge İlköğretim Okulları'nda "Hepimiz farklı boylardan gelsek de Türküz, Müslümanız" cümlesinin ardında Kürt Teali Cemiyeti'nin melanetlerinin anlatılması haktı...
İşte bu yolculukta birlikte olan Kürtler ve Türklerden yolları ayrılanlar, bir süre sonra şaşırıyor. Bu düzeneğin dışına taşan Kürtler, zorlu bir yolculuğu göze alırken; 'Türk kardeşleri'nin, yapay geçmişin özlemini, riyadan zerre gocunmadan anlatmalarının nedeni bu. Dini, kısa süre sonra sadece bir toplumsal kamp, iktidar merdiveni, ikbal çeki, nüfuz vasıtası sahasına sıkıştırıp, ardından da mazlum bir milletin hak arayışına karşı dil uzatmanın suflörü gibi pazarlama hadsizliğini reva görüyorlar...
Yeni Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Ziya Cömert ve avanesinin çıldırmasının altında yatan başka gerekçeler yok. Yeni Şafak'ın manşetlerine yansıyan 'ırkçı-Müslüman-eşkiya' alt metinlerinin tamamı, Türk egemenliğinin bugünkü tonunun, paniğini yansıtıyor. Zaman, Star, Akit ve Sabah'ın bir haftalık manşetlerine, temel yorumlarına bakılırsa, hezeyanın ulaştığı boyut anlaşılır...
Özellikle Kürtlerin kendi aralarında oluşturduğu birlik, argümanlarını darmadağın etmiş. Devletsiz Cuma namazları; Altan Tan gibi bir şahsiyetin Blok adayları arasında yer alması, DTK öncüllüğünde oluşturulan birlik heyetlerinde Med-Zehra(Nûbihar) çevresinin bulunması ezberlerini bozmuş. Yusuf Ziya Cömert, yıllardır çile çeken Sabah Kara'yı yeniden hatırlıyor ama haberi yok; Nasuhi Güngör, fikri yekununu aşan bir böbürlenme ve haksızlığının kilit vurduğu korkaklıkla Altan Tan'ı hedefliyor. Yasin Aktay, geleneksel 'mamoki' pirlerinin manifaturacılıkta zekat; nakitte faiz mirasına uygun, popülerleşmenin tadıyla saldırıyor. Başbakan'ın damadının patronajında ve Erdal Şafak'ın yönetimindeki Sabah da paralel yayınını sürdürüyor...
Tek tek manşetlerine bakıp gazeteciliğin temel ve evrensel kuralları; meslek etiği ve insani normlar açısından değerlendirmek gereksiz. Çünkü neresinden tutarsak elimizde kalır. Bu zevata göre; PKK aslında JİTEM, yok Ergenekon, yok yok derin devletin bir parçası, üstelik bugün Ergenekon'a karşı mücadele eden MİT tarafından kuruldu. Her kötülüğü PKK yapıyor. Mesela Sivas Katliamı'nı da PKK yaptı. Aynı PKK Müslüman çocukların düşmanı, onları da yakıyor. CHP'liler aslında PKK'li. PKK ve BDP, ırkçı, din düşmanı, bazen Alevi bazen da Alevilik düşmanı. 3 milyon aktif taraftarı da öyle. Namazları bile kabul olmaz. Şiddetten besleniyorlar, politikaları yok, istemleri belli değil, yok yok belli de çok şey istiyorlar... 
İktidar mücadelesinin esaretinde yanlış kıbleye dönüp yeni bir ilah yaratıp secde edersen böyle ucubeleşirsin. İstihbarat masalarında yazılıp dikte edilen metinleri 'haber'; bilgi notlarını da 'yorum' diye sunarsın. Biri diğeriyle uyuşmazsa da, yüreğini ve vicdanını kapatır yoluna devam edersin. Kemalizmin form verdiği büyük zekanla hem Şafii Kürtleri hem de Alevileri aynı andan BDP'nin desteklediği Blok'tan uzaklaştıracağını düşünürsün...
Sen yedeksubay çocuğu kadar Diyarbakır tanıklığından milli birlik aparırsın ama Süleyman Çevik ve arkadaşlarının koca devlet kadar siz minik askerlerinin blokajlarıyla mücadelesinden kotardıkları gönüllü birlik derdini anlayamazsın. Onun için Yeni Şafak, Zaman, Akit ve Star gazetelerinin eski misvaklı genel yayın yönetmenleri, artık purolu Ertuğrul Özkök ve Zafer Mutlu'nun yoldaşlarıdır. Köpeğiyle yatmayı tercih eden Erdal Şafak da sadık bir kapıkulu olarak eşlik ediyor...
Kürtlerin işi gücü yok Türk devletinin şu ya da bu kanadına entegre olan veya içinde ısınan kalem ve kelamcı esirlerin gönlünü hoş tutsun. Erdal Şafak'ın 'üşüyen kanı', bu yalan sıkışmasıyla ısındı mı bilmiyorum ama Genel Yayın Yönetmeni'nin muhakeme gücü ve ferasetine örnek olsun; manşetlerinin isabeti anlaşılsın diye, Hakkari yolculuğundan sonra yazdığından bir alantı yapayım: "Helikopterlerin indiği bahçe ile valiliğin arası bir kilometre ya var ya yok. Yol boyunca çevreyi seyrettim.
Bomboş caddeler, sokaklar...
Evlerin sıkı sıkıya örtülü perdeleri...
Perdelerin arkasında ne bir insan, ne bir gölge...
Benzin istasyonundan fırınına, bakkalından kasabına kadar hepsi ama hepsi kapalı dükkânlar. Ya da kapatılmış kepenkler. Erdoğan'ın vurgusuyla "Kapattırılmış" kepenkler.
Yine yollarda, sokaklarda ne bir otomobil, ne bir otobüs, ne bir kamyon. Kapatılmış kontaklar. Yine Erdoğan'ın düzeltmesiyle "Kapattırılmış" kontaklar.
Tam bir hayalet şehir.
Güvenlik görevlilerine sordum: "Nerede bu insanlar?"
Cevaplarını duyunca kanımın üşüdüğünü hissettim: "Gece zorla evlerinden çıkarılıp götürüldüler."
PKK'lılar ve onların siyasi uzantıları koca kenti boşaltmışlardı..."
Türk medya leşkerleri, kapıkulları, devşirmeler, ekilmiş tarlalar ve simsarların tümü, iktidarın aurasında akıl tutulması yaşıyor. Yaşasınlar ama hakları gaspedilen bu mazlum milletin yakasından ellerini çeksinler...

27 Mayıs 2011 Cuma

Oy gaspına dikkat!..

600 yıllık imparatorluğun ve üzerine çullandığı gelenekle bereketlendirerek Cumhuriyet dönemine emanet ettiği kumpas, hile ve namertliğin, Kemalist kadrolarca rafine halinin ardından, neo Kemalizm'in postmodern türevleriyle karşı karşıyayız... 
Kemalizmin hep yedeğinde tutarak zihniyet genleriyle oynadığı; iğdiş ederek gelecek tasavvurunu, algı menzilini ve amaç bütünlüğünü kötürümleştirdiği 'Türk sağı'nın, tıpkı senkronize vaziyetteki 'sol' ikizi gibi daha kesif bir mecradan dişlerini gıcırdattığını görüyoruz. Unutmayalım ki, ne Teşkilat-ı Mahsusa ne de İttihat ve Terakki, homojen değildi; sonrasında farklı gibi görünen sürüsüne lanet yapılanmaların tümünün anavatanıydı. Üstelik seceredeki anıların tazeliğiyle hemhaldiler...
Bu kirli mirasın, kan, kin, karşıtlık üzerinden obezleştiği kadar; adalet, ahlak ve hak evreninden uzaklaştığı, bizlerin sınırlı/küçük ömürlerinin bile tanıklığıyla sabittir. İki hafta sonra yapılacak seçimler öncesinde sergilediği oyunun figürlerine, sahne efektlerine, seçilmiş sözler ve giydirilmiş fon melodilerine bakıldığında, akli melekelerden firarın iştihanı anlamamak mümkün değil. Bunun için de yüzde 10 seçim barajıyla yapılan aleni hırsızlığın, 12 Haziran'da hem zorbaca hem de soft-ware kibarlığıyla yapılamayacağının garantisi yok...
1999 seçimlerinin ardından Ağrı İl Özel İdaresi'nde Vali Lütfi Yeğenoğlu'nun başkanlığında toplanan İl Genel Meclisi üyeleri(daimi) toplantısında MHP'li üye, neden Ağrı Belediyesi'nin HADEP tarafından kazanılmasına seyirci kalındığından şikayetçi oluyor. Bunun üzerine Vali Yeğenoğlu, "Kemal Bey,  Diyadin'de HADEP ile ikinci parti arasında oy farkı azdı, müdahale ettik ve HADEP'e vermedik ama Ağrı merkezde inanın fark çoktu, bunu değiştiremezdik" diye cevap veriyordu. Bu örnekler, Diyadin'den Mersin'e kadar uzatılabilir; hem seçim bölgesi hem de kesintisiz dönemler olarak. Seçim öncesi ve sırasında devlet birimlerinin zor aygıtlarıya müdahil olmaları da eksik değil...
Bugün hem aktörler daha becerikli hem de aygıtlar daha münasip. Türk Emniyeti, Başbakan'ın milliyetçilik ve bayrak üzerine yürütüğü seçim kampanyasına paralel olarak Türk kamuoyunu yönlendirmek, milliyetçiliği zinde tutup AKP etrafından kenetlemek ve PKK ile BDP'yi barış istemeyen öcüler olarak pazarlamak için taktik operasyonlar yürütüyor. Son zamanlarda suikast senaryoları, işbirliği iftiraları, açık terörizm ve nokta katliamlarla yetinmeyen Türk Hükümeti/devleti, Blok adaylarının Kürt halkının yanı sıra Türkiye halkından da gördükleri sempati ve aldıkları desteği engellemek için masum insanları kıymaya kalkışacak kadar gözüdönmüşlük içindedir...
Askerini, polisini, paramiliter güçlerini yığıyor; psikolojik savaşın en pespaye çeşidinden en sureti haktan görünenine kadar tenezzül etmekte beis görmüyor. Devletin bütün olanaklarını kullanıyor, yargı ve yürütme sorumsuzluğunu, medyasının en görgüsüz oburluğuyla besleyip kusturuyor... Bu topyekun patalojik marazın küçük bir köydeki oy sandığından Yüksek Seçim Kurulu'nun duyuru saniyesine kadar korsanlık yapamayacağı bir güzergah yok...
Son değişikliklerle sandık alanı ve çevresi ayrımına gidildi. Sandık çevresi, kurulun görev yaptığı yer, merkez olmak üzere 15 metre yarıçaplı çevre; alanı ise 100 metre yarıçaplı olarak tanımlandı. Bu bölgelerde görevlendirilecek devlet güçlerinin listeleri ilçe seçim kurullarına önceden bildirilerek, sandık alanında sandık çevresinde bulunma hakkına sahip kimseler ile seçimin 'güvenliğini sağlamakla' görevli devlet güçlerinden başka kimse bulunamayacağı hükmü doğrultusunda işlem yapılıyor/yapılacak. Bu devlet güçlerinin ilçe seçim kurulu başkanı tarafından verilen belgeyle görevli oldukları sandıkta oy kullanabilecekleri düzenlendi... 
İçişleri Bakanı, bölgesel toplantılar yaptı; ilçe ve il seçim kurulları ile sandık görevlilerinin belirlenmesi, mülki amirlerin seçim sürecine aktif katılımı ve özellikle Emniyet-Jandarma güçlerinin konumlanması, müdahale kabiliyeti programlandı... Emniyet Genel Müdürlüğü ile Jandarma Genel Komutanlığı’nda  Seçim Harekat Merkezleri oluşturuldu, Bakanlık Afet ve Acil Durum Yönetim Merkezi hazırlandı... 
Üçüncü Blok'un bağımsız adaylarının sandık kurullarında temsilci bulundurma hakları yok, müşahitleri olabilir ama geçmişte bazı yerlerde olduğu gibi müşahitlerinin 11 Haziran akşamından itibaren nezarethanelerde 'ağırlanmayacağı'nın garantisi yok. Köy sandığından, ilçe seçim kuruluna, oradan il seçim kuruluna kadar dar ve taraftar bir güvenlik/bürokratik koridordan Yüksek Seçim Kurulu'na siber yolculuğa çıkan ve ardından digital hesaplamayla deklare mikrofonuna rakam olarak yansıyacak oylar, şaşırtıcı olabilir... 
Tecrübeyle sabittir ki, devlet ağlarında gaspedilen oyları çekip çıkarmak için sınırlı saatler var, üstelik çok zor. Günü aşan itirazlardan diğer adaylar olumlu neticeler alabilir ama BDP'nin de desteklediği Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku'nun bu hakkı mahfuz değildir...
Yüksek Seçim Kurulu, il ve ilçe seçim kurulları başkan, asıl ve yedek üyeleri görevlerine başlamadan önce, kurul önünde birer birer şöyle and içerler: Hiçbir tesir altında kalmaksızın, hiç kimseden korkmadan, seçim sonuçlarının tam ve doğru olarak belirmesi için görevimi kanuna göre, dosdoğru yapacağıma, namusum, vicdanım ve bütün mukaddesatım üzerine and içerim... 18 Nisan'daki tasnif ve kısa sürede revize kararında kılıf zorluğu çekmeyen Yüksek Seçim Kurulu dikkate alındığında; namus, vicdan ve mukaddesatın ayarı hakkında minik bir fikrimiz mevcut... 
Devletin bütün uzuvlarının seferberlik halinin yanında dizilen ve sübvansiyonla şişirilen kadroların, ahlak ve vicdan siperleri zayıftır. İnsani bütünlüklerinde açılan gediklerden sızan agresif saldırganlık, iktidar taasubu ve yitirme korkusuyla çılgınca saydırıyor. Dolayısıyla 3. Blok'un bütün bileşenleri ve kadrolarının dikkatli, hızlı ve mobilize olarak sandıklara ve oylara sahip çıkmaları, yedekli çalışmaları; halklarımızın geleceğine konulmak istenen gayrimeşru ipoteğe fırsat vermemeleri gerekiyor... 

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Sultan'ın doktoru Deyndar!..

“Ey Kürtler! Kürtlüğü lekelememek için tımarhaneyi bile kabul ettim ama padişahın isteğini, maaşı ve sultanın nişanını kabul etmedim” 
Bediüzzaman Saîdê Kurdî (İçtimai Dersler s.35)

Türk Sultan'ın bugün Şırnak'ta olması bekleniyor. Şırnak'a stratejik önem atfettiği için eski bir personelini birinci sıradan aday atadı: Dr. Mehmet Emin Dindar... Emin Dindar, Risale-i Nur külliyatının içinde kaybedilen ve kendisini bulması engellenen; hekim-tüccar-siyasetçi vasıflarını bir arada tutmaya çalışırken şarlatanlık ile lafazanlığın koalisyonundan muzdarip zihinsel parçalanmışlığını, arsız bir pişkinliğin içine boca ederek, hoşgörü tabletleri görünümüyle Şırnak'a taşıdı. Rahmetli babası Seyyid Selman Dindar'ın mütedeyyin mirasını Milli Görüş ve Fethullah Gülen tahrifatçılığında yaralayan Dr. Dindar, ekonomik mirasına da zerkettiği zenginlik hırsıyla necaset ekledi... 
Erdoğan'ın belediye başkanlığı döneminde Büyükşehir Belediyesi'nin sağlık biriminin yanı sıra danışmanlığından da istifade edilen Dr. Dindar, aynı anlayışın sendika ve sivil toplum faaliyetlerinde de bulundu. Ticaret ve kariyer planlamasını İstanbul'da yapan Dr. Dindar'ın siyaset sahnesi ise Cizre ve şimdi Şırnak oldu...
TRT-6'in Seda Sayan'ı diye Türk medyasının ilgisiyle başı dönen bir şarkıcının sabah programlarının 'kadrolu' doktorluğunu da yürüten Dr. Dindar, tekno müzik eşliğinde rugan iskarpinler üzerine monte edilmiş Kürt giysileriyle bitkisel ilaçların mucizesini anlatıyordu. Abant Platformu'nun Hewlêr katılımcılığıyla artık yeni döneme uygun bir mucize olduğuna inanan Dr. Dindar'a AKP adaylığı yolu da açıldı... 
Tamam, onun lakabı uzun süredir Şırnak'tan aldığını İstanbul'da işlettiği için 'Deyndar(borçlu)'dı...
Tamam, mesela Çemê Şemo'dan (Kasrik/Davut) dövizci Çobanlar'ın yüzbinlerce dolarını ödememek için onların karşısına İstanbul polisini çıkarmıştı. Zaman alsa da mülkiyet bedeliyle tahsilat kapanmıştı...
Tamam, kardeşleri Mehmet Dindar, Cizre-Nusaybin karayolunda öldürüldü; Cizre Ulu Camii İmam-Hatibi İhsan Dindar evlerinde çıkan bir yangın sonrasında yaşamını yitirdi; Diyarbakır Cezaevi'nde yaşadıklarıyla bilinen Selim Dindar ise İstanbul'daki Cizreliler Derneği'ne yapılan saldırıda katledildi. Üç ölüm de şüpheliydi ve Dr. Deyndar'ın vakti yoktu fail ve faillerin cezasız kalmamasına...
Tamam, Şırnak'ın Kürtler için önemi büyüktü ve şu anda Diyarbakır Cezaevi'nde rehin tutulan Selma Irmak ile Faysal Sarıyıldız da Kürt muhalefetinin Şırnak adaylarıydı...
Tamam, AKP'nin listesinde Alihanların tarihi ihanet damarını sahiplenen; kan ve kömürle beslenen; soyadlarından dolayı 90'ların sonuna kadar resmi beyanlarında soylarına da takla attıran paramiliter ağın sadık silahşorlarından Mehmet Tatar (Dr. Emin Deyndar'ın "saygıdeğer büyüğüm ve ağabeyim" dediği) vardı...
Tamam, dördüncü sıradaki arkadaşı Şırnak'ta Toros Gübre bayiliğini yaptığı halde Rusçaya hakimiyetiyle gurur duyan İbrahim Baykal'dı...
Bütün bunların Dr. Emin Deyndar için önemi yoktu. Dünyada birincilik verdiği iki şeyden birisi olan Recep T. Erdoğan ona el vermiş, Fethullah Gülen ekibi de sırtını sıvazlamıştı. Merak edenler için dünyanın diğer önemli velinimeti ise Dr. Emin Deyndar'ın 'kullananlar hastalanmaz, hastalananlar kullanırsa şifa bulur' diye pazarladığı Algamax Spirulina (http://www.dailymotion.com/video/xhwzfa_enver-baltay-dr-emin-dindar_tech.)

Ne yapacak?

"Çok güzel projelerim var. Bu projelerimin hayata geçirilmesiyle birlikte Şırnak’a çağ atlatacağımı düşünüyorum" mütevaziliğiyle Başbakan'ı aratmayan Dr. Emin Deyndar, dili, yüreği ve beyni arasındaki rabıtanın kontrolünü yitirip sömürgecinin aferinine mazhar olayım rahatlağıyla insani türbülansa uğrayınca Şırnaklılar için "Bu insanların kalbini insanlığımızla fethedeceğiz" diyebiliyor...
Geçenlerde Samanyolu'nda genç bir moderatörün karşısında konuşuyordu. "Hayatı bir siyaset" olarak tanımlayıp kendisini de ilkokuldan itibaren siyasete adadığını gururla anlatarak kıdemine dair şüpheleri savuşturan Dr. Deyndar, arabasına taş atan çocukların varlığından çok şikayetçiydi. Ancak "şefkat" dili ve "hizmet" eliyle medenileştirmenin tamamlanacağını, nankörlüğün hükümsüz kalacağını söylüyordu. "Çocuklara oyun alanı yapmamışız, deşarj olmak istiyorlar ve bu çocuklar aman bir taş atayım, bir arabanın bir dükkanın camını kırayım diyor. Kötüler de bunu kullanıyor. Ordaki güvenlik güçlerine saygılarımı sunuyorum; annelerini ve babalarını çağırıp nasihat etsinler" diyen Dr. Deyndar, kendisinin önayak olduğunu müjdeliyordu: "Ben yanımda bir psikolog da getirdim, Cizre'ye gidip ailelerle konuşacağız..."
Dr. Deyndar'a göre Şırnak kendisini bağrına basmış, öyle ki; "sevgi selinden nerdeyse boğulacaktım..." diyor ama "orada zavallı ve aldatılmış bir kitle" ile sorunları var. Yine de Faysal Sarıyıldız ve Selma Irmak'ın oylarına sahip çıkacağı büyüklüğünü esirgemiyordu... 
Kanal 7'de katıldığı bir programda ise "Sayın başbakanıma saygılarımı sunuyorum, Şırnak'a çok şey yapıyor, yapacak. Daha ne olsun?" kıvamında ilerlerken, birden ağlamaklı bir ses tonuyla teatral gücünü konuşturuyor, çocukların gazabının yanı sıra tehditler aldığını iddia ediyordu...

Tehdit ve dilekçe 

Dr. Deyndar'ın teatral gösterisinin perde arkasında, 2 Mayıs'ta Şırnak Emniyet Müdürlüğü'ne verdiği dilekçenin Şırnak'ta yarattığı rahatsızlık vardı. Sonra içeriğini inkar etse de Dr. Deyndar, "AKP adayı olarak, gerek kendi konumum gerekse bölgenin terör bölgesi olmasından dolayı güvenliğimin sağlanması hususunu, bilgilerinize arz ederim" diyerek, korumayla gezmeye başlıyordu. Emniyet'in ve ağabeyi Mehmet Tatar'ın gizli koruma kıyağı da cabası...

Yas ve tehdit

BDP'liler, Botan halkı ile birlikte sınır hattındaki dağlarda insan bedeni toplarken, evlatlarının yasını tutarken Dr. Deyndar, Şırnak Tabipler Odası Başkanı ve Cizre Devlet Hastanesi Başhekim Yardımcısı İsmail Vesek'i Cizre Devlet Hastanesi'nde tehdit ediyordu. "Cizre'de kapalı olan esnafların kepenklerini açtıracağım. Açık olanları da koruyacağım" böğürmesine itiraz eden D. Vesek'e haddini bildireceğini duyuruyordu.

Şeref meselesi

Dr. Deyndar, "Benim şerefim partiler üstündedir. İnsan şerefine dikkat etsin" gibi afilli bir cümle kurup; "Oy şereftir, oy namustur, oy haysiyettir" gerçekliğinin farkında olup; "Devletim için hizmet yapmak benim için bir şereftir" bataklığında debelenen yeni işbirlikçiliğin, Kürtlerin hayati dönemlerinde bağırlarına acımasız sorti yapma küstahlığını geçici bir maraz sanıyor...

Şırnak bu badireyi de atlatır

Şırnak, 30 yıldır Türk devletinin bütün kumpaslarına; silahlı ve özel savaşın tüm yöntemlerine karşı dağlarda ve yerleşim yerlerinde direniş gösteriyor. Türk Sultan'ın ziyaret edeceği Şırnak'ta, aralarında belediye başkanlarının da bulunduğu onlarca siyasetçi cezaevlerinde. Cizre Belediye Başkanı Aydın Budak, kent tarihine ve insanına yakışır bir belediyecilik yapıyordu, askeri işgalcilerin su gaspına rest çekebiliyordu. Yolsuzluk, ihaleye fesat, hizmette ayırımcılık veya suistimal yapmamıştı. O ve arkadaşları, Dr. Deyndar'ın 'Dindar'lığına reva gördüğü gibi şerefini devletin hizmetine sunmadıklarından hala rehinler. Şırnak coğrafyasındaki askeri işgal yetmiyormuş, ölüm tarlaları yokmuş gibi boca edilen barajların askeri ve demografik amacı perdelenirken, Türk Sultan'ın gelişi öncesi toprağa düşen canların sevinci mi paylaşılacak Şırnak Meydanı'nda?.. 
Şırnak halkının, rehin tutulan çocuklarına sahip çıkarak, Türk Sultan'a ve devşirerek sefere gönderdiği personellerine en iyi yanıtı vereceğine, kudurganların ecdat hayallerini kursaklarında bırakacağına inanmamak için Dr. Deyndar kadar 'korucu hekimlik'e teşne olmak gerekiyor...

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Devlet hazırlanıyor!..

Türk devleti, bütün bileşenleriyle birlikte Kürt tarafının alabildiğine minimize ettiği talepleri karşılamaya, bu taleplerin öngördüğü savaşsız alana çekilmeye hazır değil. Büyük umutların bağlandığı seçim sonrası yeni anayasa sürecinin de buna cevaz vermeyeceği, tekçi cinnet hali ve muhalefet alerjisi bombardımanından belli... 
AKP ve TSK uzlaşısının meyveleri hasat edildi/ediliyor/edilecek, Öcalan ile görüşme içeriğinin Kürt halkının ve siyasal örgütlenmesinin hilafına olamayacak noktaları anlaşıldı. Gerçekliğin ağır bastığı ama kuşku potansiyeli barındıran flu bir vaatler tablosu dahi yok. Her şey gayet berrak. Tek çekim dışı alan; İmralı'daki görüşmenin niteliği ve kayıtları. İyimser bir yorumla Türk kamuoyunu 13 Haziran'a şoksuz taşımanın gayretleri var, denilebilir. Ancak mevcut fatura, bunu aşacak kabarıklıkta...
Kürt muhalefetinin eylemsizlik süreci ve Öcalan ile görüşmeler başladığından beri devletin bir tane somut, kayda değer adımı yok. Tek bir kanser hastasına veya 85 yaşındaki yüzde 70 fonksiyonsuz bedene sahip tutsağa bile hukukun gülen yüzü gösterilmedi, Kürt toplumunun vicdanı büyük bir iştahla kanartıldı... 
Legal alana önce bir usta tırpancı gibi dalındı ve fonksiyonel, mobil kapasitesi olan bütün yetkin kadrolar toplandı. Şimdi ise kimi zaman acemi ve yorulmak bilmeyen birinin yönetimindeki biçerdöver gibi, kimi zaman tek alanda patinaj yapan dev bir tekerlek gibi; gözaltı, tutuklama ve şiddeti yaygınlaştırma almış başını gidiyor. Hem Kürt muhalefetinin çelik çekirdeği kitlenin umudunu kırmak, izole etmek, moral değerleriyle oynamak hem de çemberin diğer halkalarına olabildiğince ölümcül bir seçenek göstererek, nötralizeye zorlamak, itiraz halkasına girmesini engellemek, verilenle yetinilmesini sağlamak istiyor...
Cezaevleri dolu, gaz stokları bitti ama 'örtülü' dolum devrede, militer güç takviyesi yapılıyor, askerler kendi başarı matrikslerinde fink atıyor, polis kafasına takılan kamera ve ses düzenekli kasktan memnun. Sistem, zulmün obur marifetiyle hazırladığı ulusal birlik çimentosunu Kürt'ün kanıyla karmaya devam ediyor...
Devlet bir süredir seçim sonrası için reorganize oluyor. Bütün güçlerini sınıyor. Bir gecede 24 çadıra operasyon yapıp dağıtmak, aynı anda bir çok kentte gösterileri dizginlemek, onlarca merkezde eşzamanlı baskınlar yapmak, bazen bölgesel gözaltılarla lokal anesteziye kalkışmak, yargı marifetiyle şantaj hücrelerinde bekletmek...
Askeri olarak; rehavet değil alabildiğince alan tutmak, gerillanın manevra, hareket kabiliyetini felç etmek, belirli noktalara hapsetmek ve ilk fırsatta sert vurmak. Karayılan, üç defa ve sonuncusunda (25 Nisan) şu cümlelerle devlete ve hükümete seslendi: "Çukurca ve Uludere'deki komutanlığın savaş kışkırtıcılığı durdurulmalıdır. Durdurulmazsa ne olur? Süreç bozulabilir ve kimse bunun için bir teminat veremez. Sen her gün saldırı yapar ve insan öldürürsen karşıdaki insan da sonuna kadar sabır gösterecek değildir. Her şeyin bir yolu-yordamı ve sınırı vardır. Bu açıdan ben hem devlet ve hükümet yetkililerini uyarıyorum ve hem de tüm demokrasi güçlerini bu konuda duyarlı olmaya çağırıyorum."
Adı ve bölgesi verilerek yapılan bu uyarılara rağmen devletin/hükümetin yanıtı ne oldu? Bu alanda 12 Kürt gencinin öldürüldüğünü Genelkurmay aracılığıyla duyurmak... Bu kanlı mesajın da, iki yönü var. Birincisi; artık dağın devreden çıkarılmasının kabul ettirilmesi. İkincisi; Kürtlerin en vurucu ve kontrol edilemez gücünü öldürmekle yetinmeyip, aşağılayarak özgüven kaynağının sistem dışı damarlarının kesilmesi... 
Böylece devlet, 15 Haziran'a kadar atmayacağı adımlardan emin olduğu kadar, karşılaşabileceği itirazın bütün türevlerini bertaraf etmenin hazırlığını yapıyor. Türk devleti için kayıtdışı görüşmeler üzerine bir kahkaha atmak çok kolay. Kürt tarafının ise böyle bir lüksü yok. Kürt toplumu, insan soyunun karşılaşabileceği bütün travmaların toplamından muzdariptir, Kürt siyasetinin bilerek ve isteyerek yeni bir travma yaşatmasına tahammül edemez. Bu halkın en fedakar ve yurtsever kesimi, yetki verdiği, sorumlu kıldığı karar mercilerinin kolektif aklına güveniyor. Güvenmekle kalmıyor, YSK kararında olduğu gibi doğru bir hatta ilerlemesini sağlıyor... 
Türk Başbakan, Kürt sorunu macerasının yeni bölümlerini seçim mitinglerinde sunup KCK ve Ergenekon davalarının birleştirileceğini ima ederek, iddianamelere dikkat çekip yeni bir şantajın ucunu gösterirken Yardımcısı Bülent Arınç, "İlk planda 10 bin daha sonra yine 10 bin asker yetiştirerek, bu bölgeye sevk edeceğiz. Attığı zaman vuran, avcı olan birlikler. Bir taraftan polis sevk ediyoruz. İstihbaratı güçlendiriyoruz. Biz onların hakkından daha çok geleceğiz..." müjdesini Türk seçmenine veriyor. Artık şu cümleleri kurabilen Bülent Arınç'ı ve 1 Haziran'da gelip önemli açıklamalar yapacak dediği Türk Başbakanı'nı kurtarıcı diye pazarlamak ayıptır... 
Bir halkın, sadece bu küçük gezegenin doğal bir üyesi ve doğal haklarına sahip olarak yaşamaya dair ödediği bedelin ağırlığı altında, en çok onun umudu ve beklentilerini suistimal edenler kalacak. Türk devleti gözükara bir eforla dönüşü ağır bir yolda depara hazırlanıyor. Yazık oluyor...
Kürt legal siyaseti, "kopuş", "sınırların değişmesi tehlikesi", "dizginleyemiyoruz", "derin devlet" ve "provokasyon" uyarı, hayıflanma ve tespitler eşliğinde Diyarbakır'da dahi çadır kurdurmamayı sineye çekebiliyor. Yazık oluyor...
Kuzey Kürtlerinin büyük çoğunluğu 3 günlük yasın adabına uygun bir hali idrak ederken, yeni işbirlikçiliğin badem bıyıkları altından sırıtarak AKP seçim bürolarından müziğin volümüne yüklenmeleri ayıp, günah ve suçtur. Kürt siyasetinin, Adalet Divanı kararlarını beklemeye almasının da bir hikmeti vardır. Yazık olmasın...