27 Aralık 2010 Pazartesi

70 küsur şey!..

Atalarımız, insanlık ailesinin kaderini belirleme gücüne sahip bir üyesi olma onurunu bahşetmedi ama buna itiraz iradesinin tohumlarından mahrum etmediği gibi hükümranlığındaki halklara karşı soykırıma başvurabilen bir devletin varisi onursuzluğundan da kurtardı. Ne övünülecek ne de utanılacak bir mirası devraldık...
Mahrum bırakılmadığımız itiraz tohumlarının geliştirdiği itiraz kültürünün, yayılarak; hepimizi ikna etmesi mümkün olmadı ve olamayacak. Ama bu, Kürtlüğün inkarına ve şimdi de egemenin kırık-kirli aynasında göründüğü gibi tanımlanmasına itiraza ikna edilmenin yarattığı 'sorun'un devasalığına halel getirmez. Kürtlerin gaspedilmiş haklarının iadesi, farklı özelliklerinin yanında gerçek ve yakıcı bir siyasi sorundur. 'Siyasi sorun' olarak egemenlerin gözüne sokan, güncel deyimle sinir uçlarını zıplatıp makyajlarını döken de siyasal faaliyetin kendisidir. 
İşte bu çabanın kurumsal ifadesinin paralel bir uğraşı da hep olageldi; egemen devletlerin içinde, yanında, yakınında konumlananlar... 
Onlar, ikna edilmeyi bekleyen veya henüz ikna edilemeyenlerin masumiyetinden muaftır. Devletin her nevi ambalajını üzerlerine geçirip korucusu olmayı yeğlediler. Kalkan, tetikçi, sözcü ve simsar olarak devletin münasip aygıtlarına monte olup, öldürdüler; gammazladılar; yetinmeyi, itaati, merhamet dilenmeyi, aferine mazhar olmayı salık verdiler; her renkten siyasetini pazarladılar. Karşılığında daha zengin oldular ama hep daha solcu, dindar ve yararlı olduklarını sanmamızı istediler... 
Özellikle bir süredir para ve din bileşiminin, ikincisinin aleyhine kirlendiği çiğ bir zümre ile karşı karşıyayız. Bütün enerjilerini, Kürt sokağının kirli, siyasetinin şaibeli; AKP'nin şans, Erdoğan'ın Allah'ın lütfu olduğuna harcıyorlar...
Kutsal bir yürüyüşün neferleri yanılsamasıyla işbirlikçi kodlarında muhafaza ettikleri patalojik marazı, İslam'ın Türkçe yorumuyla perdeleyerek pişkin suratlarını görmemize kızıyorlar...
Zat-ı şahanelerinin, statüsüz kölelere, kocaman arsaya kurduğu gecekondunun kusursuz bir mabed kabul edilerek sınırsız hizmet aşkıyla yetinmelerini buyurmasını yadırgamazlar... Bilerek ve isteyerek mevzilendikleri kulübelerinden, her jest ve mimiğine hayranlıkla bakar, her kelamını dört uzuvlarıyla alkışlarlar. Çünkü onlar, insan soyunun yerden kestiği iki elini tekrar yere indirme gafletindeler... 
Öyle bir gaflet ki; yerdeki dört uzuvlarını ve mevzilendikleri kulubeyi dert etmiyorlar. Efendilerinin 'temsilci' bahsi açıldığında onları gösterip "İşte statüsüz kölelerimin gerçek temsilcileri. Tamı tamına 75 tane. Çanakları dolu, tasmaları şık. İşte budur" demesiyle birlikte tepelerini mübarek eli için hazır tutarlar. Kafalarını istem dışı oynatırlar; kaba etlerini turuncu oturaklara yapıştırıp göbeklerini öne doğru iterler, "bravo, ravo, voo, vaoo" sesleri birbirine karışır; mabed, arsa ve efendinin statüsünün değişimini isteyenlere düşmanca bakarlar...
Bu sahneyi dün Türkiye Meclisi'nde bir kez daha gördüm. Başbakan Erdoğan, hazirundaki bilimum Türk siyasal varlığı mensuplarının alkışlarıyla coşarken; içimize saldığı simsarları gözlüyordum... 
"Dediğimiz neydi: Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet dedik" diyor. Malum sesler ve uzuv çarpmasına Abdurrahman Kurt-Mehmet Emin Ekmen ile Dengir Mir Mehmet Fırat-Cemal Kaya bandındaki 75'ler coşkuyla eşlik ediyor...
"Şunu da söyleyeceğim, o da şudur: Değerli arkadaşlarım, benim milletimin dili tektir, bu Türkçedir" diye devam ediyor. Mehdi Eker-Mehmet Şimşek ile Vahit Killer-Kutbettin Arzu bandındaki 75'ler, bir önceki eşliğin zayıflığının acısını çıkarıyor...
"Belediyeler de devletin resmî kurumlarıdır. Orada da Türkçe kullanılır" diyerek, hizmette de tek dili işaret ediyor. Kalanları dilleriyle akanı siliyor...
"Biz kimseye bu ülke üzerinde, bu topraklar üzerinde ameliyat yaptırtmayız" diyor Osmanlısı ameliyat masasında paramparça olan. Her ebattaki "köken" köksüzleri,1923'teki narkozun etkisiyle gözlerindeki buğuyu kardeşlerine gösteriyorlar...
"Terör örgütünün ve onun uzantılarının her seçim öncesinde olduğu gibi yeniden taşeronluk üstlenerek iç politikayı dizayn etme girişimlerini karşılıksız bırakmayız" tehdidiyle tereddütlerini gideren Osmani tasın müşterileri, levazım tedariğinin garantisiyle tezahüratı abartıyorlar...
"Özerklik tartışması demokratikleşmeyi, Türkiye'nin ileri demokratik standartlara kavuşmasını hazmedemeyenlerin çirkin bir tezgâhıdır. Bu millet bu tezgahlara evet der mi" sorusuyla tezgahındakini satıyor. Kemirmeyi boykot etmeyenler, zaten ulvi gerekçelerle müjdeledikleri için gururla katılıyor: Demez...
"Ne terör örgütü ne de onun uzantıları, hiçbir zaman benim Kürt kökenli kardeşlerimin temsilcisi, sözcüsü olmamıştır" diye tekrarlıyor ve yüzde 10'luk seçim barajının kalıcılığıyla birleştiriyor. Dörtlü alkıştan yorulmaktan utanan yüzde 10'un gayri meşruları, ellerini ovuşturarak hacimlerini gösteriyorlar...
Hepiniz onları tanıyorsunuz. Neo Osmanlı akıncıları elbisesi giydirilmiş ama dizginleri harbiden İttihatçı zihniyet varislerinin elinde 70 küsur şey. Anlaşılmaz değil; neştere müstahak yaramız... 
Biz tuşlara dokunanız; kelimelerimizi seriye bağlayıp önce sahiplerine denk getiriyoruz. Mevzu, Kafka'nın metamorfozu kadar masum; bunlar da zararsız birer haşare değil. Maliki mezhebinin tahir mahlukatına dönüştüler ve artık ısırganlar...
Zorlarına gitsin; cümlelerimizi cüselerine dolayıp kalemimizle üstlerinde tepineceğiz. Önlerine konulan çanaktan men etmeye davet edeceğiz. Kuyruklarını salarken tasmalarının şıklığıyla iftira ve hile satmalarına karşılık en azından 1071 veya 1923 kelime fırlatacağız... 
Bir bölümünden ümidi kestik ama hala din maskesine sıkı sarılanlarının; şu veya bu Kürt yapısının argümanlarını kullananlarının pişkinliğini sorgulamak lazım. Hadi özerklik istemiyorsunuz, PKK'nin öngördüğü modelden korkuyorsunuz. Lider kültüne karşısınız. Bugüne kadar Erdoğan'ı iki cümleyle kamuya açık bir platformda eleştirdiniz mi? Cumhuriyetin günahlarından muaf tuttuğunuz partinizin bu günahların kurumsal ifadesine canhıraş sarılmasının sizde neden bir aksi yankısı olmuyor? Kendi anadilinizin reddine tuttuğunuz alkışın çocuklarınızın geleceğine haksız bir ipotek olduğunun farkında değil misiniz? 
Özellikle "millet" kavramına dini bir içerik kazandırma yalanı ve tek dilleriyle ırkçılık şırınga etmeye kalkışanların karşısında tavana bakma günahının ağırlığını hesaplıyor musunuz? 
Bu halkı neden ağabeylerinizin mensup olduğu milletin kullandığı haklara layık görmüyorsunuz?
Son olarak bir hatırlatma yapayım. Barzani bir gün bombalanan Kürt köylerinin sakinlerine şöyle seslenmişti: "Biz Müslüman olduğumuz ve camilerimiz var diye bombalıyor değiller, Kürt olduğumuz için bombalıyorlar. Oğullarımız ve kızlarımız bunun için öldürülüyor."
Güney Kürdistan'ın bugününe ve Kürtlerin karşısına dikilip özellikle de iktidardaki Arap siyasetinde yer alan benzerlerinizin akıbetine bakınız...

22 Aralık 2010 Çarşamba

Kaotik ayrılık!..

Kuzey Kürtlerinin başat siyasi yapısı, soğuk savaş döneminde ve Leninist model/modellere uygun kuruldu. Manifestosunu, dayanacağı halkın özgünlüğünü de baz alarak tamamen sözkonusu modellerin teorik kaynaklarından beslenerek belirledi; ittifakları, savaş stratejisi, vizyonu, bu kapsamdaydı...
Kürtlerin dağınıklığı, 4 egemen devletin varlığı ve bölgenin uluslararası güçler açısından öneminin verili realitesi, mücadeleci gücün uyarı sistemlerini hassaslaştırdı. Buna, halkla içiçe olmanın dayattığı zorunluluklar da eklenince dünyadaki dönüşümü erken fark etti...
Bu dinamizm ve sınırlı pragmatizm, onu büyük oranda 'reel sosyalizm'in çöküşünün etkilerinden muaf tuttu. Kendisini yenileyebilme, zamanın dilini konuşma ve aygıtlarını kullanma kabiliyeti sayesinde hem yapısını hem de hedeflerini revize edebildi... 
90'lardan itibaren savaşın tırmanmasına çözüm arayışları da eşlik etti. Bunun için ateşkesler, diyalog gayretleri, çözüm deklarasyonları ve birlikte yaşamanın formülleri sunuldu... 
2000'lerde ise Sovyet ve Çin örneklerini mahkum ederek; devlet-iktidarı reddeden, bunun için de 'yerleşik sosyalistler'in hışmına uğrayan kuramcı aksiyonerler ile yeni yüzyılın sivil toplumcu, kapitalist modernite karşıtı, çevreci, katı devlet yapılanması muhalifi filozoflardan yararlandı. Aydınlanmacı yanılsamayı dıştaladı fakat Marksist metodoloji marifetiyle bir model çerçeve oluşturdu... 
Beslenmeyi bloke etmeyen bu paradigma, Demokratik Konfederalizm-Demokratik Cumhuriyet-Demokratik Özerklik gibi birbirini tamamlayan organizasyonlar kompleksini doğurdu.
Uzun vadeli; gelecek toplum ve dünya tasavvurları elbette çok önemli ama gereksinim noktası: 'Kürtlerin Ortadoğu'daki statüsü ne olacak' sorusuna büyük yıkımları önleyerek cevap bulmaktır. Kürt haraketi, iki yönlü bir baskı ve izahatı eşzamanlı yürütüyor: Türkleri eşit birlikteliğe, Kürtleri de devletsiz çözüme razı etmek. Evet Kürtler, gaspedilen haklarının asgarisine kavuşurken Türkiye'nin geri kalanı da demokrasinin azamisiyle şereflenecek. Kaybeden yok...
Son olarak bir taslak tartışmaya açıldı ve anadilin kullanımıyla ilgili devlet kabullerini zorlayan adımların atılacağı duyuruldu. Bu erken değil, belki gecikmiş bir adımdı.
Türk tarafının, yasamanın başı marifetiyle tehdit ve asker muhtırasının ardından adliyede yer ayırmaya çalışmasının önleyici etkisi olmayacak. Mevcut taslak veya model beğenilmiyorsa onun öngördüğü hakları ve kurumsal ifadesini aşan bir alternatif sunulmalı... 
Kemalizmin çıplak halinin veya ideolojik çekirdeği, muhafazakar-demokrat makyajla süslenmiş sürümünün Kürtlerde karşılığı yoktur. Hem devlet ve her renkten bileşenleri hem de Kürt siyaseti farkında. Karşılıklı ikna ve rızaya dayalı birlikte yaşamayı reddetmenin faturasının ağır olacağı sır değil... 
Demokratik Özerklik, Türk devletinin egemenliğini askeri zorla dayattığı 20 milyonluk nüfusun ayrı devlet istemini ötelemenin karşılığında ırk devleti karekterini gömme hamlesidir...
Bunun ötesi kaotik ayrılıktır. En fazla kaybedeni de kaybedecekleri çok olandır...

17 Aralık 2010 Cuma

Kürtçe ve tankla korunan put!..

Mehmet Ali Şahin sıradan bir AKP'li değil. AKP'nin çekirdek kadrosunun önemli ama en itaatkar adamlarındandır... Refah Partisi Eminönü İlçe Başkanlığı, ardından Fatih Belediye Başkanlığı adaylığı ve nihayet Refah ve Fazilet partilerinden milletvekili olabilmiş, yani Milli Görüş gömleğini, daha beden boyu 'S' iken giyebilmiş bir zattır. Sonra o meşhur reel politik kıvraklığıyla Hoca'yı terkeden kadronun içinde yer aldı. AKP, iktidar, güçlü iktidar, tam iktidar etaplarının her birinde gömlek değiştiren Mehmet Ali'nin hacmi büyüdükçe, sıfatı da birer beden büyüdü. Grup Başkanvekili, Adalet Bakanı, Başbakan Yardımcısı ve Meclis Başkanı... 
Lider karşısında gözlerinin oynaması ile üst dudağının titremesi senkronize vaziyetteyken, oturduğu koltuktan baktığı kişilere hiddeti arttı, dokunulacak kaygısı taşıdığı ensesinin kılları kabardı. Başbakan onu azarlarken, duayı yanlış okuyan medrese talebesi gibi ezilir, büzülür bunun masum bir mahcubiyet olarak algılanmasını talep eder. Ama iri bir merceğin ardında iktidar nimetlerine secde etmiş bir belirsiz detay değil, ona tahsis edilmiş alanda bütün hünerini boca edecek bir gönüllüdür. O büyüklerini hep sayar, asla saygısızlık etmez, ellerini geri çevirmez. "Ben hiç görevlere talip olmadım, verilen görevleri yaptım" diyerek, gerdan kırar. Büyükleri de onu sever, görevlendirir. Rolünü iyi ezberler, icra ederken bütün vücudu yardım eder ama oyun oynadığı algısını yokedemez. İyi ama sahici olmayan performansını ödüllendirecek perde gerisi maharetleri de var...
Tek başına hiçbir ifadesi yoktur. Hiçbir kelamının da... Önemsiyor olmamızın gerekçesi de budur. Mehmet Ali Şahin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin iki numarası; Türkiye Meclisi Başkanı'dır. Başbakan Recep T. Erdoğan, iktidar bileşenlerinin tartışmasız 'üst' mertebesinde kabul edildiği için devlet protokolünde numaralandırma Cumhurbaşkanı ile başlıyor. Yoksa bütün numaralar Başbakan Erdoğan ve militarist partnerlerinindir... (AKP'nin Batman Ek'inin kulakları çınlasın. Sayın Başbakan'ın "insanüstü performansı" diyerek neredeyse tekbir getirecekti)...  Dolayısıyla Meclis Başkanı Şahin, Kürtçe ile ilgili son cümlelerin sadece taşıyıcısıdır. Gül ile parelel gibi görünüyor olması da bundandır. Gül'ün politik sinsiliği (isteyen buraya sağduyu veya deha diyebilir) ile yarışamayan Şahin'in sözleri onun için yeterince açıktır. 
Mehmet Ali Şahin'e, Meclis Başkanı sıfatıyla mevcut Anayasa veya Siyasi Partiler Yasası'ndan utanmasını bekleyecek kadar haksızlık etmeyeceğim. İkisinin tam işlemesi halinde Türkiye'de hayatın fiilen kilitleneceğini, tek bir partinin açık kalamayacağını dert edip, realiteye cevap verebilir hale getirilmesine öncülük etmesini önermeyeceğim. Çünkü böyle bir ehliyeti yok. O, şimdi tekçi devletin zahiri iki numarası olarak bünyesine de 'cuk' diye oturan sufleleri dile getiriyor. Mevzu, Kürtlerin gaspedilen haklarının iadesi ve Kürt siyasetçilerse, abdesti ağız yoluyla militarizmce bozulan bir tıynettedir. 
Toplumsal talep ve gerçeklikleri reddeden kamu alanı ve dışı gibi kategorik bariyerlerin arkasına saklanmayı marifet saymaları, riyakarlıktır. Üstelik saklandıkları bariyerin diğer tarafında, istemleri üzerinde sörf yaptıklarının önüne konulmuş bir bariyer daha varken... Göz kırptıkları Anayasa Mahkemesi, partilerini "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" olarak mahkum etmiş ama uzlaşma gereği kapatmamış. Diğer taraflarını oynattıkları Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, kendileri için bir kabus gibi görünürken, zorla dizginlenmiş...
Kürtçe ve Kürt kavramlarının hiçbir resmi belgede yer almamasının, hangi korkularından kaynaklandığının farkındayız. Onun için TRT-6'te 24 saat Kürtçe( Kürtçeyi bozarak) yayın yaparken; TRT-3, Kürtçe konuşulunca kablolarını koparıyor. Cezaevlerinde konuşmaya layık görülürken, bir siyasi davanın savunmasında sözkonusu olunca yargılama askıya alınıyor. 
Türk devleti bireysel hakların dışına çıkılmasını istemiyor, çünkü Genelkurmay ve Hükümet "tek millet" ve gerekleri üzerinde anlaşıyor. Başbakan'ın hançeresini yırtması, Gül'ün kısık sesle konuşması, Mehmet Ali Şahin'in endişeli izahatının kaynağı budur. 
Hatırlanacağı gibi İlker Başbuğ'un, Kürt siyasetçilerle ilgili tehditlerine Mehmet Ali Şahin eşlik etmişti. Şahin, o gün AKP-Genelkurmay(devlet) adına ortak açıklamayı dile getirmişti: "Siz Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı ve bu Anayasa ile şekillenen devlet düzenini bir türlü benimseyemediniz. Sorununuz burada. Önce Anayasa ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile bir barışın. Kabul edin."

Genelkurmay muhtırası

Yazıyı tamamlamak üzereydim ki Türk Genelkurmay Başkanlığı da teşrif etti. Herhalde sözcülerinin yeterince ciddiye alınmadığını düşündüler ki, bizzat kendileri muhtırayla buyurdular. "Üniter devlet" ve "ulus devlet" ile Anayasa'nın Türkçeyi tek ve kutsal sayan 3. maddesini hatırlatan Türk Genelkurmayı, Kürtçenin kamu alanlarında kullanılmasının, kuruluş felsefesinin köküne kibrit suyu dökeceği kanaatine varmış ki, sopasını sallayarak, müdahale tehdidinde bulundu... (Genelkurmay'ın 5 maddelik muhtırasında, Türkçenin gramer ve imla kurallarını alt üst etmesi de cabası)... 1990'lı yıllarda 7. Kolordu'nun içinden Kürtçe korsan yayın yapan Türk Genelkurmayı, elbette TRT-6'ten rahatsız olmaz. Ama, yığın olmayı reddeden Kürt halkının, kendi dilini, kimliğinin bir parçası olarak kullanacağı alanlara taşımasına önce Gül'er, sonra Şahin olur ve ardından da tankla tehdit eder. 
Umarım Kürtler de Kürtçenin gücünü küçümsemezler. Kürtçe, bütün bunları ezip geçecek kadar kadimdir. Yeryüzünde hiçbir dil, bu kadar direnememiştir; çünkü Kürtler, onu yaşatmak için bu miadı dolmuş devletin kan istemini bile geri çevirmedi...
Anayasa'nın 3. maddesi, Kemalist putun değiştirilmesi dahi teklif edilemez can damarlarındandır. Kürt siyaseti, toplumsal ifadesi güçlü, insani, doğal, hukuki ve evrensel meşruiyeti tartışılmaz bir hatın üzerindedir. Türk devlet aygıtlarının kolektif irkilmesi de gösteriyor ki bundan zerre kadar geri adım atmamak ve başat hale getirmek zorunludur. 
Kürtçenin gücüne inanalım...

5 Aralık 2010 Pazar

Yeğenin yazı işleri!..

Taraf'ın bugünkü (5 Kasım) manşeti şuydu: Sinn Fein kadar yürekli olsunlar... Yürekli olması istenen BDP. Yürekli olmasını salık veren de bizim yeğen... Küçük bir parantez açayım. Son yıllarda utangaç Kürtler arasında soykütüğünden kurtulma arayışları artık alenileşti. Kendisine bir Türkmen, Ermeni ve Arap bağlantısı bulanlar, kaotik karışımın doğal mecrasından kimliksizlik üretenler veya Kürtçenin lehçelerinden birini baz alarak Kürtlüğün meşaketinden kaçanlar... Elbette bir insan kendisini nasıl tanımlıyorsa kabul etmek zorundayız. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik de, şimdilik Kürtlerin yeğeni olarak kabul etmemizi arz etmiş. Kabuldur. Yeğen ifadesi de bunun gereğidir... Parantezi kapattım... 
Bildiğiniz gibi Doç. Hüseyin Çelik, akademik gayretini Türklüğün asaletini ıspatlamaya vakfetmiş, bunun izlerini Türkiye coğrafyası dışında da arama gereği duymuş biri. AKP macerasından önce liderliğini Tansu Çiller'in yaptığı DYP'de politikacıydı. Çiller dönemini anlatmaya gerek yok ama Çelik'in siyaset mazisi Süleyman Demirel'in AP'sinin rahmidir... AKP'de Milli Eğitim Bakanlığı koltuğunda da oturdu... Dengir Mir Mehmet Fırat ile Abdülkadir Aksu'yu kendisinde toplayıp, bu karışıma akademik altyapısının üzerine hitabet gücünü de ekleyerek yeni dönemin prototipi olmuştur. Böylece yüzü Kürt mahallesine dönük yeni bir iktidar megafonu olarak AKP Genel Başkan Yardımcılığı koltuğuna yayılmıştır. Yeğenimiz, iktidar partisinin bu önemli koltuğundayken bile, BDP'yi demokrasi adına dövebilecek pişkinlikte... Kürt siyasetini, karanlık, devlet ürünü gösterebilecek kadar maharetli. Bu mahareti, "İsrail'in emirlerini icraa ettiler" diyecek kadar global bir vizyonla meczeden biri...  2 bine yakın Kürt siyasetçi cezaevlerine konulmuş ve Kürtçe savunma gibi bir itaatsizlik mi yapmışlar, cevap Çelik'ten. Aksu ve Fırat'ın ruhunu aynı açıklamaya sığdırıyor: Mahkemenin 'bilinmeyen dil' tavrı yanlış, tutsaklar da şov yapıyor... Oportünizm ve demagoji, Batı orijinli oldukları için kullanmıyorum, Doğu toplumlarındaki varyasyonlarının toplamını kabul buyurmasını rica ediyorum...
Gelelim yüreksizlik limanına demirleyen Çelik'in sözlerine platform olan gazete ve yazı işleri müdürüne. "Sinn Fein kadar yürekli olsunlar" manşeti, aslında yazı işleri müdürünün bir önceki köşesine tekzip. O yazısını da birinci sayfaya taşımış ve AKP'nin Hakikatları Araştırma Komisyonu'nu, Faili Meçhulleri Araştırma Komisyonu olarak kuracağını BDP'ye aktardığını iddia etmişti. BDP, bunu yalanladı. Hüseyin Çelik de, böyle bir çalışmalarının olmadığını belirterek, yalanlıyor. Ancak, bu tekzip Hüseyin Çelik'in BDP'yi karalayan açıklamasının arasında bırakılmış. Müdür, kıvrak numarasıyla bir taşla iki kuş vurmaya kalkışmış. Hem bir önceki yazısını yalanlamayı arada kaynatmış hem de bayağı bir dille BDP'ye çemkirmeyi gazetesinin manşetine taşımayı başarmış. Tayibbi bir ağız ile bir kalemin buluşmasından Taraf'ın payına iki yanlış düşmüş... Yoksa Sinn Fein arayışına çıkanın, üstündeki adamın Tony Blair olmadığını bilmeyecek kadar zihinsel kötürüm olmadığı açık...

3 Aralık 2010 Cuma

94'te 4'üncü gazeteye C-4!..

Hoyrat bir terör rejiminin hükümranlığı gemi azıya almıştı. Tepeden tırnağa yürüttükleri kirli savaşa batmış iktidar bileşenlerinin, yargının göstermelik prosedürünü bekleyecek vakitleri yoktu. Tek tek öldürmenin, tutuklamanın, gözaltına almanın yetmediğini görmüşlerdi. Bir avuç insan, düşen her kalemi alıyor, kapatılan her ofisi yeniden açıyordu. Ne ensesine ateşleyecek bir paramiliter tetiği ne ölüm yolculuğu için ansızın alındığı JİTEM otomobilini ne de demir parmaklıkların ardındaki esarete karar verecek yargı labirentini önemsiyordu. Onlar, inatçı ve mütevazı hakikat avcıları oldukları kadar, rafinesiz paylaşmanın erdemine iman etmiş gazetecilerdi. Devletin şu veya bu kenarında durmuyorlardı. Kimsenin onlara valizle dosya getirdiği yoktu. Zaten bunlara gerek de yoktu. Yaşadıklarının verili referansıyla gördüklerini, gözlediklerini, tanıklıklarını, dinlediklerini, tereddütsüz aktaran modern zamanın amatör ruhlarıydı. Halk Gerçeği, Yeni Ülke ve Özgür Gündem ile başlayan yolculuğun meşakatinin ve devletin cömert faturasının farkındaydılar. Ödemekten çekinmek bir yana paylarına düşenin azlığıyla hayıflandılar. 
Türkün ilk kadın liderinin militarizm ile izdivacının musallat ettiği terörizmin devletleşmesi, devletin çeteleşmesi ve çetelerin, gövdenin sağlam kolları olduklarını ispatlama gayretlerini, hayatın her alanına damıtmakla taçlandırma sabırsızlığı vardı. Tetikçiler yarışıyordu, istihdam kapasitesi artıyordu. Devlet çok tetikli bir silah, kolları altında debelenen bir ahtapot olmakla tarihi durduracağını sanıyordu... 
Demirel Cumhurbaşkanı, Çiller Başbakan, Karayalçın yardımcısı, Karadayı selefinin gurur duyacağı Genelkurmay Başkanı'ydı. 30 Kasım'da Milli Güvenlik Kurulu toplanarak, ateşkes lafını bile duymak istemediğini, kış şartlarında da son darbeleri vuracağını duyurdu. Uluslararası güçlere Çekiç Güç'ün görev süresinin uzatılmasıyla selam durulurken, Kürt gazetecilerin payı da şu bohçanın içine alınmıştı: "Bölücü örgütün iç ve dış desteğinin önlenmesi yönünde alınması gerekli ilave tedbirler üzerinde durulmuştur."
Üzerinde durulmakla yetinilmemiş, Adalet Bakanı Mehmet Moğultay azarlanarak yargıyı hızlandırması ve bir dahaki toplantıya hazırlıklı gelmesinin direkt bildirimi görevi Karayalçın'a verilmişti. Başbakan Çiller'in işi ise daha kolaydı. 3 maddelik bir 'gizli' genelgeyle düğmeye basma görevini şak diye yerine getirecekti. Genelge hazırdı:
"Özgür Ülke" devletin bekası ve manevi değerlerine açıkça saldırıyordu. Yasaları çiğneyen ve örgütün yasal bir kuruluşu gibi faaliyet yürüten gazete, sağduyulu ve vatansever vatandaşları ve Türk kamuoyunu son derece rahatsız eden boyutlara ulaşmıştı. Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğüne yönelik bu önemli tehdidin bertaraf edilmesi maksadıyla üç kulvar açılmıştı. Birinci ve ikincisi Adalet Bakanlığı'nı ilgilendiriyordu. Ancak üçüncüsü "etkin yöntem tespiti ve gereğinin yapılmasını" emrediyordu.

An karaydı

Etkin yöntem tespiti yapıldı. Gazetenin merkezi, resmi yönetim adresi ve Ankara bürosu aynı anda C-4 patlayıcılarla bertaraf edilecekti. Efektif ve bu işler için biçilmiş kaftan bir plastik patlayıcı olan C-4'ler hazırlandı. Binalar, içindekilerle 4 Aralık'ın karanlığından sabahına farklı gireceklerdi. İstanbul'da bir şehit ve onlarca yaralı ile enkaza dönüşen bir gazete binası... Ankara'da ise o sabahı yaşayan anlatsın:
"Ankara bürosu, Ankara'nın merkezi Kızılay'da mütevazı bir binanın dairesiydi. O yılın ortalarında temsilci olarak gitmiştim. 21 yaşındaydım ve ilk kez Ankara'da kalacaktım. Selefim gazeteciliği bırakmış, büro dağınık ve ben yeni merkez yönetimiyle uyumsuzdum. Merkez hem benden hem de Ankara'nın atıl halinden kurtulmak için bu formülü bulmuştu. İsabetliydi. Bilerek gittim. Bürodaki değişiklik ve yeni görevlendirmeler ile takviyelerin yanı sıra eski ve sağlam olmayan kapısını da değiştirmiştik. Bir süre sonra Kurtuluş'ta kiraladığımız bir evde oturuyordum. 4 Aralık sabahı erken kalktım ve yürüyerek Kızılay'a gittim. Menekşe Sokak'a vardığımda büromuzun olduğu binayı görmeden komşu binalardaki camları kırık pencerelerden sallanan, sarkan perdeleri görünce tahmin etmemem iyimserlik olurdu. Yaklaştıkça, sokak sakinleri ile devlet güçleri ve itfaiye ekiplerinin seslerinin ortak gürültüsünü duydum sadece. Evet, 20 metre yaklaşabildim. Büro yoktu. Ben aramadan İstanbul'dan haber geldi. Merkez de ve şehit vardı üstelik... Devlet birimleri, beni doğalgaz patlamasına ikna etmeye çalışıyorlardı. Nihayet büroya girebildim. Çelik kapıdan bir avuç hurda kalmış. Ara duvarlar kaldırılmış, dış duvarlardan biri komşu binaya sğınmış. Büroda sağlam kalan, tek tek öldürülen arkadaşlarımızın fotoğrafları ve asılı bulundukları küçük bir duvar parçası...
Bütün arkadaşlar ve dostlarımız geldi. DEP'in merkezinde bir bölümde çalışma kararı aldık. Özgür Ülke ertesi gün çıkacaktı. Bir basın metni hazırlayarak, harabe binanın önünde mealen şunları söyledim: Devlet bir gecede gazetemizi yok etmek istemiştir. Fail devlettir. Meclis Başkanı Cindoruk, Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Çiller ve Genelkurmay Başkanı Karadayı sorumludur. Biz yayınımıza devam edeceğiz..."

Bu ateş sizi de yakar

Ertesi gün Özgür Ülke, "Bu ateş sizi de yakar" manşetiyle okuyucalarına ulaştı. Türkiye'nin her daim namuslu bir avuç sosyalisti ve aydını dışında, Türk medyası sıradan bir olay gibi görüp geçiştirdi. Devlet Bakanı Aktuna'nın "Türkiye'yi zor durumda bırakmak için kendi kendilerini bombaladılar" densizliğine katılarak sayfalarına taşımaktan utanmadı. Kısa bir süre sonra Özgür Ülke, Çiller'in genelgesini yayınladı. Yine de umursamadılar. 
28 Aralık'ta toplanan Milli Güvenlik Kurulu, Kürt muhalefetine karşı yürüttüğü terörden memnuniyetini resmi bildirisine yansıtmaktan bile çekinmedi. "1994 yılı uygulamaları gözden geçirilmiş ve değerlendirilmiş, bölücü terör örgütü başta olmak üzere terör örgütlerinin hâlihazır durumları, yurtiçi ve yurtdışındaki faaliyetleri ile bunları etkisiz hale getirmeye yönelik tedbir ve uygulamalar üzerinde durulmuştur" diyen MGK, güvenlik uygulamalarının aralıksız ve başarılı bir şekilde devam ettiğini ve bu konudaki kararlılığın etkinlikle sürdürüldüğünü memnuniyetle müşahade etmişti.
Bugünden 1994'ün 4 Aralık'ına baktığımda; insan iradesinin, kendi soyuna ihanet edenlerin karşısındaki başarısını görmemek mümkün değil. Zulmün aktörleri toplumdan kaçak bir hayata mahkum vaziyetteler. Madara olanlar, bir kenara itilenler, iç çatışmalara kurban gidenlerin dışındakiler, geri kalan ömürlerini açık bir cezaevine çevirdiler. Bir bölümü de yaşadıkları şatafatlı kovuklarından bir gün hesap verebilecek olmalarının kabusuyla cebelleşiyor... 
Özgür Ülke'nin insanlık ailesinin temiz sayfalarına nakşettiği faturası ağır desende nuru olan herkesin, umutlu olması için iki devrenin aktörlerini karşılaştırması bile yeter...